Toplumsal cinsiyet rollerinin baskın olduğu, kadının zayıf, erkeğin ise güçlü ve yetkin olarak kabul edildiği mevcut sistem düşmanca ve korumacı olarak adlandırabileceğimiz iki temel hatta ilerler. Düşmanca cinsiyetçilik kadına yönelik açık olumsuz tutum ve davranışlar barındırırken; korumacı cinsiyetçilik ise kadının zayıf ve düşük statüde olduğu vurgusunu kadınların narin canlılar olduğu, yüceltilmeleri ve el üstünde tutulmaları gerektiği gibi korumacı argümanlara dayandırır.[1] Bu mekanizma eşitsizliği ve hiyerarşiyi sürekli olarak yeniden üretir. Toplumsal cinsiyet temelli sistem erkek egemenliği üzerine inşa edildiği ve erkeklere ayrıcalıklar sağladığı için birçok erkek tarafından benimsenir. Bu eşitsizlik her ne kadar kadınlara bir dezavantaj getiriyor olsa da bazı kadınlar da erkekler gibi toplumsal cinsiyet temelli sistemi meşrulaştırma yoluna gider. Araştırmacılar dezavantajlı grupların adaletsiz sistemleri meşrulaştırıcı tutumlarının altında, eşitsizliğin yarattığı belirsizliği ve anksiyeteyi azaltmak, kontrol hissi sağlamak gibi motivasyonların olduğunu belirtir.[2] Buna bağlı olarak hem kadınların hem de erkeklerin toplumsal cinsiyet temelli sistemi meşrulaştırması toplumda cinsiyetçi pratiklerin kökleşmesine neden olur.
Evlilik sonrası soyadı değişikliği ve alternatifleri
Kadınlara yönelik bu cinsiyetçi pratikler her zaman çarpık bir toplumsal norm olarak kalmaz, bazen de sistem ve yasalar bu pratikleri yasal ve meşru bir zeminde pekiştirir. Bu durumun en bariz örneği olarak Türk Medeni Kanunu’nun 187. Maddesi gereğince evlenen kadının eşinin soyadını almak zorunda olması verilebilir. Evlilik sonrası erkeğin değil de sadece kadının yaşamı boyunca kullandığı soyadından vazgeçmek zorunda bırakılması kadın kimliğini değersizleştirme ve erkek kimliğini yüceltme anlamına gelir. Devlet gözüyle aile, erkek kimliği üzerinden inşa edildiği için kadının kimliği erkeğin ailesinin kimliğine geçer ve böylece erkek hegemonyası resmi olarak pekiştirilmiş olur.[3]
Zamanla feminist mücadelenin sağladığı kazanımlar ve kadın haklarının giderek görünür olmasıyla, 1997 yılında Medeni Kanun’da değişikliğe gidilerek evlendikten sonra kadının hem kendi soyadını hem de eşinin soyadını birlikte kullanılmasının önü açılmıştır. Çift soyadı kullanmak isteyen kadınlar evlilik sonrası nüfus kimliği değişimi yapılırken verdikleri bir dilekçe ile kendi soyadlarının yanına eşlerinin soyadlarını da ekleyebilirler. Böylece hem evlenmeden önceki kendi soyadlarını hem de evlendikten sonra aldıkları eşlerinin soyadlarını bir arada kullanabilirler.
Her ne kadar Medeni Kanun’daki bu yeni değişiklik kadınlara yönelik yapılmış olumlu bir düzenleme olarak görülse de kadının soyadı sorunu temelinde, devlet düzeyinde kurumsal ayrımcılık devam eder. Bu durumun sorun olarak adlandırılmasının nedeni erkeklerin doğuştan sahip olduğu ve sadece erkek oldukları için sahip oldukları soyadı hakkının; kadınlara ancak eşlerinin soyadını da kullandıkları sürece kullanma hakkı olarak tanınmasıdır. Erkeklerin böyle bir zorunluluklarının olmaması cinsiyetler arası eşitsizliğe sebebiyet verir. Bu doğrultuda, söz konusu uygulama sadece kadınlara özgü olduğundan, gerçek anlamda eşit yasal hakların tanınması değildir ve maalesef eşitlik yanılsaması olarak görülebilir.
Bununla birlikte, Avukat Ayten Ünal evlendikten sonra iki soyadı kullanmanın yeterli olmadığını ve sadece kendi soyadını kullanmak istediğini belirterek 1995 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurur. 2004 yılında lehte sonuçlanan dava evlilik sonrası sadece kendi soyadını kullanmak isteyen kadınlara, bunu gerçekleştirmek için dava açıp mahkeme sonucunda soyadlarını tutma hakkı verir. Kadınların, erkeklerin doğuştan sahip oldukları bir hakka ulaşımının bu denli çetrefilli olması ataerkil düzenin ve bu ataerkillikle mücadelenin boyutunu da gözler önüne serer.
Soyadı değişikliği elbette sadece Türkiye’ye özgü değil. Pek çok ülkede evlendikten sonra “geleneksel” olarak kadın erkeğin soyadını alır. Her ne kadar Yunanistan, Belçika ve Malezya gibi evlendikten sonra kadının sadece kendi soyadını taşıdığı örnek ülkeler olsa da ne yazık ki kadının soyadı değişikliğini gereklilik olarak gören dünya görüşü dünyanın birçok yerinde yasalarda daha yaygın yer bulur. Kadınların sadece kendi soyadlarını kullanma haklarının olduğu toplumlarda bile çoğu zaman kadınlardan toplumsal normların parçası olarak eşlerinin soyadlarını taşıması beklenir. Örneğin, 2015 yılında bir gazetenin yaptığı araştırmaya göre, Amerika Birleşik Devletleri’nde son yıllarda heteroseksüel evliliklerde kadınların sadece %20’si kendi soyadlarını kullanırken, %10’u da çift soyadı kullanmayı tercih etmiştir. Geriye kalan %70’lik büyük çoğunluk ise yalnızca eşinin soyadını kullanmayı tercih etmiştir.
Evlilik sonrası soyadı değişikliği ile ilişkili faktörler
Evlilik sonrası soyadı değişikliği kadın kimliği üzerinden gerçekleştiği için, hem kadın akademisyen hem de sosyal psikolog olarak bizler de evlilik sonrası soyadı değişikliği konusunu akademik düzlemde incelemeye karar verdik. Bu bağlamda kadınların evlilik sonrası soyadı değişimini desteklemesinde 1) cinsiyetçiliğin ve 2) toplumsal cinsiyet temelli sistemi meşrulaştırmanın rolünü incelediğimiz bir araştırma yürüttük. Araştırmamızın sonuçları geçtiğimiz haftalarda “Frontiers in Psychology” dergisinde yayınlandı.
Araştırmamızda Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) üç çalışma yürüttük. Birinci çalışmamızı Türkiye’de kendini feminist olarak tanımlayan 118 kadın ile gerçekleştirdik. Tüm katılımcılar araştırmaya Facebook’ta paylaştığımız çevrimiçi bir link üzerinden katıldı. Katılımcılar 21-65 yaş aralığında (ortalama yaş 33.02) ve yüksek eğitim düzeyine sahipti (%47.9 lisans mezunu, %32.5 lisansüstü mezunu). İkinci çalışmayı yine Türkiye’den 131 kadın üniversite öğrencisi ile yürüttük. Araştırmanın linkini çevrimiçi olarak dağıttık. Katılımcılar 19-41 yaş aralığındaydı (ortalama yaş 21.05). Son olarak üçüncü çalışmayı ise ABD’den 140 kadın üniversite öğrencisi ile yaptık. Bu çalışmada da benzer olarak katılımcılar 18-27 yaş aralığındaydı (ortalama yaş 20.16) ve çalışmaya çevrimiçi bir link üzerinden katıldılar. Tüm çalışmalarda aynı ölçek setleri kullanıldı ve katılımcılardan kendilerine gösterilen 1) cinsiyetçilik, 2) toplumsal cinsiyet temelli sistemi meşrulaştırma ve 3) evlilik sonrası soyadı değişimine dair destekler ile ilgili çeşitli fikirleri 7’li ölçek üzerinden (1 = tamamen katılmıyorum ve 7 = tamamen katılıyorum) değerlendirilmeleri istendi.
Katılımcı gruplarını karşılaştırdığımızda korumacı cinsiyetçilik seviyelerinin üç çalışmada da farklılaşmadığını gördük. Bununla birlikte, Türkiye’deki feminist kadınların düşmanca cinsiyetçilik seviyelerinin (ortalama 1.85) Türkiye’deki kadın öğrenci grubuna (ortalama 2.86) ve Amerika’daki kadın öğrenci grubuna (ortalama 2.59) kıyasla daha düşük olduğu sonucuna ulaştık. Toplumsal cinsiyet temelli sistemi meşrulaştırmaya baktığımızda ise Türkiye’deki feminist kadın grubunun (ortalama 1.48) yine Türkiye’deki kadın öğrenci grubuna (ortalama 2.25) ve Amerika’daki kadın öğrenci grubuna (ortalama 3.04) kıyasla toplumsal cinsiyet temelli sistemi daha az meşrulaştırdığını gördük. Buna ek olarak hem Türkiye’deki feminist grubun hem de kadın öğrenci grubunun Amerika’daki kadın öğrenci grubuna (ortalama 3.04) kıyasla toplumsal cinsiyet temelli sistemi daha az meşrulaştırdığını gözlemledik. Soyadı değişikliğine ilişkin ise, Türkiye’deki feminist örneklemin (ortalama 1.43), Türkiye’deki (ortalama 2.31) ve ABD’deki kadın öğrenci örneklemine (ortalama 2.36) kıyasla soyadı değişikliğini daha az desteklediğini gördük.
Aynı zamanda, her üç çalışmamızda da düşmanca cinsiyetçilik arttıkça toplumsal cinsiyet temelli sistemi meşrulaştırmanın da arttığını tespit ettik. Bir başka deyişle, kadınların düşmanca cinsiyetçilik biçimine dair onayları arttıkça, toplumsal cinsiyet temelli sistemi meşrulaştırma eğilimleri de arttı. Bunun yanı sıra, yine üç çalışmamızda da düşmanca cinsiyetçilik arttıkça evlendikten sonra soyadı değişikliğini destekleme düzeyinin de arttığını gördük. Başka bir ifadeyle, kadınların düşmanca cinsiyetçilik biçimine dair onayları arttıkça eşin soyadını alma tercihleri de arttı. Son olarak sadece üçüncü çalışmada, ABD’deki kadın örnekleminde, düşmanca cinsiyetçiliğe ek olarak katılımcıların korumacı cinsiyetçilik düzeyleri arttıkça evlilik sonrası soyadı değişikliğini destekleme düzeyinin de arttığını gözlemledik. Özetle, üç çalışmada da cinsiyetçiliğin soyadı değişikliğini destekleme ile ilişkili olduğunu bulduk. Bununla birlikte ilk çalışmada yer alan feminist kadınların düşmanca cinsiyetçilik ve toplumsal cinsiyet temelli sistemi meşrulaştırma düzeylerinin diğer gruplardan daha düşük olması önemli bir bulgu olarak nitelenebilir.
Bu bulgular bize evlilik sonrası soyadını değiştirmenin basit bir bürokratik uygulamadan ziyade erkek merkezli hegemonik sistemin güçlü bir yansıması olduğunu gösteriyor. Kadını zayıf ve düşük statüde konumlandıran düşmanca cinsiyetçiliğin feminist kadınlarda bile söz konusu soyadı değişikliğini destekleme ile ilişkili olması cinsiyetçiliğin erkek egemenliğini sürdürmeye ne derece katkıda bulunduğunu gözler önüne seriyor. Patriyarkal sistemde aile birliğinin erkeğin üzerinden sürdürüldüğü ve aile egemenliğinin yine erkeğe verildiği düşünüldüğünde bu sistemin çıktısı olan yasaların da kadın kimliğini değersizleştirmesi şaşırtıcı değil diyebiliriz. Bu nedenle kadınların evlendikten sonra kendi soyadlarını tutabileceklerini ve buna dair seçenekleri olduğunu bilmeleri evlenen kadının kendi soyadını tutmasının istisnai bir durum olarak görülmesinin önüne geçebilir.
Kadınların sesini bastırmaya çalışan cinsiyetçi pratik ve uygulamalar ile mücadelenin yolunun kadın örgütlenmelerinden geçtiğini belirtmek gerek. Gerek feminist dernekler gerekse 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü gibi kolektif kadın hareketleri kadınlara yalnız yürümediklerini ve cinsiyet eşitliğinin önündeki engelleri dayanışma ile bertaraf edebilecekleri fikrini görünür kılar ve bir dayanışma ağı oluşturur. Tüm toplumsal norm, baskı ve dayatmalara rağmen kadınların kimliklerini savunmaları ve kendi soyadlarından vazgeçmemek için çeşitli yollara başvurmalarının cinsiyet eşitsizliği ile mücadele açısından oldukça umut verici olduğunu söyleyebiliriz.
[1] Glick, P. ve Fiske, S. T. (1996). The ambivalent sexism inventory: Differentiating hostile and benevolent sexism. Journal of Personality and Social Psychology, 70(3), 491-512.
[2] Jost, J. ve Hunyady, O. (2003). The psychology of system justification and the palliative function of ideology. European Review of Social Psychology, 13(1), 111-153.
[3] Uluğ, Ö. M. (2015). “Soyadım kimliğimdir, evlenince kaybolmamalıdır”: Hegemonik erkeklik ile Medeni Kanunu’nun 187. maddesi arasındaki ilişkiye eleştirel bir bakış. Fe Dergi, 7(2), 48-58. https://doi.org/10.1501/Fe0001_0000000142
Ana görsel: Giorgio de Chirico