Bedenim gerek yazınsallığın gerekse fizikselliğin ön planda olduğu mekânlarda yolunu bulduğunda anladım ki farklı bedenler ve dahi farklı topluluklar ve anlatılar doğada var olmanın farklı yollarını bulageldi.

TARİH

Toprak ve Kâğıt Arasında

Ana Sekulić’in 8 Eylül 2021’de Environmental History Now’da yayımlanan “Problems Of Place: On Finding Self In Scholarship” adlı makalesi Evren Sünnetçioğlu tarafından çevrilmiştir.

 

 

2015’in sonbaharında, sabahın dokuzunda başlayan bir rutin benimsedim: Her sabah Fojnica’yı ziyaret ederdim (Fojnica => Foynitsa diye okunur). Saraybosna’ya bir saat uzaklıkta yer alan bu şehir, sağında hikâyelere konu olmuş bir Osmanlı mezar taşı, solunda ise Vranica Dağı’nın tepeleri tarafından korunuyor (Vranica => Vranitsa diye okunur). Vardığımda, sola dönüp 1520’lerden beri bu şehre yukarıdan bakan Fransisken manastırına doğru sarp bir tırmanışa geçmeden önce sabahın gölgelerini takip ederdim.

 

Bu manastırı devamlı ziyaret etmemin başlıca nedeni bünyesinde barındırdığı, Fojnica Fransiskenleri tarafından dört asırlık Osmanlı idaresi boyunca toplanıp bir araya getirilmiş Osmanlı arşivine erişmekti. Osmanlı tarihine odaklanacak doktora tezime henüz adım atmışken, Osmanlı metinlerini Katolik mekânlarda çalışma fikri beni şevke getirmişti. Fakat, benim araştırmam Katolikler ve Müslümanlar arasındaki kültürel çelişkiler üzerine verilmiş pek çok peşin hükmü gözler önüne sermedi. İki cemaat, asırlar boyu şehri paylaşırken birbirlerine köprüler kurmanın da sınırlar çekmenin de yollarını bulmuştu. Doktora tezim bunun yerine arşivlerin mahiyetine ve onları çevreleyen peyzajlara ilişkin meselelerle uğraştı. Sadece kâğıda değil, toprağa da yazılan birbirleriyle içe içe geçmiş tarih ve hikâyeler sarmalıyla cebelleştim. Toprak ve kâğıt arasında sakat bedenim duruyordu.

 

**

 

Fojnica’da araştırmam belli bir ritim yakalamıştı. Dolambaçlı yolda yukarı aşağı günlük yürüyüşler arasında, manastır arşivindeki belgeleri didikliyordum. Bazı günler çalak tırmanışlarım olurdu. Öyle de olsa, çoğu defa o dik beton yolda protez bacağımı dengede tutmak için uğraşıyordum ki bu, dizime keskin bir sancı saplıyordu. Vadiden bir yılan gibi kıvrılan sarp yol, bir ıhlamur ağacınca korunan kilisede sona erip vadiye ve dağlara hâkim bir manzara sunduğunda bu sancı kendini yavaşça sefaya teslim ediyordu.

 

Bu peyzajda dolaşmak sayfalarda okuduğum hikâyeleri yorumlamak için bir anahtar oldu. Kroniklerin bana dediği şuydu: Manastır, Osmanlılardan saklanmak için tepelerin ormanlık eteklerine sığındı. Fakat, günlük ziyaretlerim esnasında arşivin penceresinden sokak köşelerini, avluları, minareleri seyreylemek bana daha başka kavrayışlar sunmuştu. Burası gözlerden ıraklıkla alakadar olduğu kadar, nüfuz ve hatta belki üstünlükle de alakadardı. Şüphesiz, yükseklik önemliydi.

 

Bu arşiv yolculuklarında yürüme ve çalışma arasındaki çizgi muğlaklaşmıştı. Zamanla manastırın topografya ile maneviyatın kesiştiği bir noktada var olduğunu anladım. Manastır vadinindi ve fakat dağa da aitti. Yirminci yüzyıl açılırken ve Fransız jeolog Albert Bordeaux maden kaynakları aramak için seyahat ederken Fojnica’dan geçtiği sırada, manastırın bir avlu, bu avluya duvar işlevi görenin de ormanlık dağ yamaçları olduğunu belirtiyordu.[1] Dağ, bizatihi manastırdı. Kerestesi ve su kaynakları onu yüzyıllarca ayakta tutmuş, derinliklerinden çıkarılan gümüş ise kutsal ayin eşyalarını donatmıştı.

 

Manastır aynı zamanda bir geçitti. Çobanlar ve hayvanlar deniz seviyesinden takriben iki bin metre yükseklikteki yaylalara yolculuk yaparken buradan geçiyorlardı. Nitekim, burası önemli mevsimsel göçlere bire bir tanıklık etmiş bir mevzi idi. Yaz mevsiminde en az bir kere rahipler de zirveye çıkıp Aziz İliya (İlyas Peygamber) gününün idraki için ayin yönetir ve böylelikle tepenin eteklerindeki kilisenin manevi alanını göz alabildiğine yayarlardı.

 

Peyzaj nasıl arşive dek peşimde idiyse, belgeler de beni öyle dağa sürüklerdi. Ancak, manastır ve arşiv dolaşabildiğim mekânlarken dağ, yolun sonuydu. Bedenim geçmişteki şahsiyetlerin adımlarının ardına düşemedi. Bir çevre tarihçisi olarak, birdenbire yetersizlik duygusuna kapıldım. Pek çok tarihçi için üzerinde çalıştıkları çevrelerle haşır neşir olmak gurur duyulası bir mevzu, gelecek nesillere aktarılası bir deneyimdir. Colorado Nehri’nde kürek çekmesi meşhur olan Roderick Nash demişti ki: “Nasıl ki Rönesans uzmanının İtalya’ya seyahat etmesi gerekir, ben de hakkında konuştuğum vahşi ülkeyi onun mecrasında yürüyerek deneyimledim ve bu sayede daha duyarlı bir yazar olduğumu hissettim.”[2]

 

Hakkında konuştuğun maceraları cereyan ettikleri mecralarda yürüyerek anlamak: Kavrayışın engelli arazilerde özel bir bedensel eforun sarf edilmesiyle ortaya çıkacağı fikri. Görünüşte zararsız ve fakat sağlam bedenler ile güvenilir malumat arasındaki örtük bağı kelime oyunuyla aksettiren bir ifade. Elbette bu fikir Batı sınırı ve yaban mitosunun nüvesidir. Ancak, sağlamları ayrıcalıklı kılan bu fikrin ilkeleri diğer peyzajlara ve diğer tarih yazımlarına eklemlenmiştir. Konuştuklarımı yürüyerek deneyimlemeye çalıştım, ta ki daha ileri gidemeyene kadar. Eğer bacaklarım beni bazı mekânlara götüremiyorsa, zihnim onları hakikaten tanıyabilir mi?

 

**

 

Dağları hep sevmiştim. Eli Clare’in yazdığı gibi “tatlı romantik bir aşkla değil, kemiklerimin derinliklerinden gelen bir gürlemeyle” sevdim onları.[3] Ben kemikleri kırılgan sakat bir çocukken bile çoğu defa ağaçların sık gölgeliklerinin altında sığınak arar, Kuzey İstra’nın sessiz yamaçlarında hayaller kurardım. Lakin, tepelerin ve ormanın hayatın bir gerçeği olduğu yuvanın yeşil bağrını terk ettikten sonra kendimi doğayı fetih ve ayrıcalıktan ibaret görenlerin, bedenlerini tahammül sınırlarına kadar zorlayanların arasında buldum. Doğayı takdir etmek hakkında sayısız hikâye, çelimsiz kalçalarıma bağlı ağır ekipmanlarla uzun soluklu yürüyüşler yapamazsam oraya ait olmadığımı öğretti bana.

 

Şimdi de, bir akademisyen olarak aynı kuşkuyla karşı karşıyaydım. Ancak, bu hassaten akademik bir mesele değil. Bu, sakat bedenlerin akademinin ve doğanın neresine denk düştüğüne dair bir mesele. Pek çok şeyin yanı sıra, sakatlığın kendisi “edebî metinlerde ve çevresel söylemlerde doğaya yabancılaşma” olarak tanımlanıyor.[4] Üstüne üstlük, çevre hakkında malumata güya “doğayla derin özdeşlik” kurularak ulaşılıyor ki burada derin özdeşlik hâli, doğal engellerle bir başına çarpışmaya karşılık geliyor.[5]

 

Sonunda, arşive geri dönerek akademideki ve peyzajdaki haklı yerimi aldım. Fojnica, Bosna ve ötesindeki dağları geçen rahiplerin ayak izlerini sayfaların ardı sıra takip edip, o peyzajın farklı hikâyelerini ve vizyonlarını ören patikaları mercek altına aldım. Çelimsiz rahipler olsun, zinde rahipler olsun; dağlara tırmananları olsun, dağları uzaktan seyre dalanları olsun; hepsi doğayla etkileşime girmenin ve doğada anlam yaratmanın farklı yollarını buldu. Bazıları için dağlar yabanı ve inzivayı temsil ediyordu, diğerleri içinse onlar dünyanın cennetiydi. Kimi zaman da her ikisinin bir birleşimiydiler.

 

Araştırmam Simon Schama’nın yaptığı o şairane peyzaj tanımında, kaya katmanlarından ve zihin mesaisinden ibaret dediği peyzajda vücut bulur hâle geldi.[6] Bedenim gerek yazınsallığın gerekse fizikselliğin ön planda olduğu mekânlarda yolunu bulduğunda anladım ki farklı bedenler ve dahi farklı topluluklar ve anlatılar doğada var olmanın farklı yollarını bulageldi.

 

Son zamanlarda, doktora tezimin basılıp ciltlenmesinden epey sonra sakatlık ve çevre aktivizmine ilişkin yazıları incelemeye başladım. Feminist akademisyen Alison Kafer’ın şu gözleminden bilhassa etkilendim: “Doğal çevre de inşa edilmiştir. Lügat anlamı bakımından cılgalar* ve barajlar söz konusu olduğunda bu böyle olmakla birlikte, mecazî anlamı bakımından kültürel yapılarla doğanın, doğallığın ve dahi çevrenin kullanımı kast edildiğinde de bu böyledir.”[7] Bu, Schama’nın ve diğer birçok kişinin, peyzajların daima fiziksel konturların belli kültürel anlamlarla şekillendirilmesi sonucu oluştuğu yönünde öne sürdükleri düşünceyle tastamam aynı olup, onun başka biçimde dillendirilmesidir.

 

Fakat, sakat bedenler nadiren bu tür akademik tartışmalara giriyor. Hâlbuki bana kalırsa ben bu doktora tezinin meselelerini sanki çok önceleri, Osmanlılar, manastırlar ya da tarihe dair herhangi bir şey bilmiyorken iliklerimde duyuyordum.

 

 

 

*Cılga: “Dağlarda, bayırlarda gide gele açılmış eğribüğrü dar yol. Buna keçiyolu, patika gibi adlar da verilir. Buralardan küçük taşıtlar, yayalar, hayvan sırtında gidenler geçer.” Reşat İzbırak, Coğrafya Terimleri Sözlüğü (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1992), sf: 60.

 

[1] Albert Bordeaux, La Bosnie populaire (Paris: Librarie Plon, 1904), 137-138.

[2] Char Miller, “Foreword,” in Wilderness and the American Mind by Roderick Nash (New Haven, CT: Yale University 2014), viii.

[3] Eli Claire, Exile and Pride: Disability, Queerness, and Liberation (Durham: Duke University Press, 2015), 3-4.

[4] Sarah Jacquette Ray, “Risking Bodies in the Wild: The ‘Corporeal Unconscious’ of American Adventure Culture,” in Disability Studies and Environmental Humanities: Toward an Eco-Crip Theory, ed. Sarah Jacquette Ray and Jay Sibara (Lincoln: University of Nebraska Press, 2017), 48-49.

[5] Alison Kafer, “Bodies of Nature: The Environmental Politics of Disability,” in Disability Studies and Environmental Humanities: Toward an Eco-Crip Theory, ed. Sarah Jacquette Ray and Jay Sibara (Lincoln: University of Nebraska Press, 2017), 206.

[6] Simon Schama, Landscape and Memory (New York: Vintage Books, 1995), 7.

[7] Kafer, “Bodies of Nature,” 202.

 

Ana görsel: Fojnica, Ana Sekulić.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Hrant Dink’in Taziye Defterinde Türkan Saylan’ın Satırları
Bunları Yazmakla Çıldırmaktan Kurtulunur Mu?
1830’larda Kadınların Kalbi

Pin It on Pinterest