Ne feminist hareket ne de kadın hareketi bu kadınları ve eylemleri yer yer kahramanlaştırmak dışında, politik gündemi yapabilmiş değil.

MEYDAN

“Hayatlarına Sahip Çıkan Kadınlar” ve Feminist Politika Üzerine

“Hayatına sahip çıkmak!” ve/veya “hayatına sahip çıkan kadınlar!” Politik bir kavram olarak kullanmaya niyetlenince ne zor, ne uzun, hatta ne gizemli bir anlatım değil mi?

 

Bu tartışmanın ve kavramlaştırmanın temeli İstanbul Feminist Kolektif zamanlarına, artık kadın cinayetleri davalarını değil, “kadınların hayatlarındaki erkekleri öldürdüğü” davaları takip etmeliyiz diye konuştuğumuz zamanlara dayanıyor. Meşru müdafaa/özsavunma sadece hukuki bir kavram olduğu için değil, kişinin kendisini fiziki olarak savunmasıyla sınırlı kaldığı için de doğru gelmemişti bu tartışmayı yürüten bizlere. Zira kadınların eylemi sadece kendisine yönelen erkek şiddetini engellemek, durdurmak, defetmekle sınırlı değildi. Bu aynı zamanda yaşama tutunma mücadelesiydi. Yani sadece ölmemek için öldürmek değil, aynı zamanda yeni bir hayat kurmak ya da yaşamını onarıp devam etmekti. Bu soyut anlatma çabasının en iyi örneklerinden biri Hasret’in hikayesidir şüphesiz. 4 çocuğu, evinin bulunduğu sokakta küçük bir kuaför dükkanı vardı, “koca” aynı sokakta ve evinin tam karşısındaki fırında çalışıyordu. Hasret akıllıydı, güzeldi, alımlıydı, kendi parasını kazanıyordu, kendisine güvenen bir kadındı ama tüm bunlar sistematik fiziki şiddeti, hayatına sürekli müdahaleyi, tacizi engellemiyordu. Hayatımıza girmesi “43 yerinden tornavidayla yaralandı” haberleri ile oldu ama aslında onunki çok küçük yaşta evlendirilmiş, küçük yaşta boy boy çocuğu olmuş bir kadının hayata (o erkeğe rağmen) tutunma hikayesiydi.

 

Hasret’i ölümcül bölgelere de dahil sapladığı tornavida darbeleriyle öldürmeye çalışan ama araya giren çocuklar nedeniyle eylemini tamamlayamayan erkek, bu sırada 9 yaşındaki kızını da yaralamış ve kaçmıştı. Yakalanmıştı ama adliyenin bir kapısından girip diğerinden çıkmıştı. Elini kolunu sallayarak dolaşıyordu. Bunun üzerine komşular ve arkadaşları Hasret’in evinin önünde nöbet tutmaya başlamıştı. İşte biz de o vakitler tanıştık Hasretle. 5 feminist kadın, elbette onlarca feministin desteğiyle, günler boyunca ağır bir adliye mesaisi yaptık. Gece yarılarına kadar Kartal’daki adliyede savcının kapısında, sulh ceza hakimlerinin odasının önünde bekledik. Doğrusu klimalı adliye içinde, herşeye rağmen hayat daha kolaydı. Avukat olmayan feministler, adliyenin dışındaki kafelerde yaz sıcağında eriyip beklerken helak oldu. Sonunda adam tutuklandı da hep beraber nefes aldık.

 

Ancak Hasretle yaşadığımız 4 zorlu günü kendi aramızda politik olarak çok tartıştık.  Adamın dayak, cinsel saldırı ya da çeşitli kesici delici aletlerle saldırdığı zamanların hiçbirinde fiziki bir cevap vermemişti Hasret, kendisini savunacak herhangi bir şey de yapmamıştı. Belki yapamamıştı, belki öyle anların birinde mutfaktan bir bıçak kapmak aklına bile gelmemişti. Bu nedenle Hasret’in durumu üzerine düşünürken, konuşurken meşru müdafaa ya da öztürkçesiyle özsavunma demek hiç aklımıza gelmedi. Zaten O’nun hikayesi fiziken kendini korumayı/savunmayı aşan bir ayakta kalma mücadelesiydi, kelimenin gerçek anlamıyla “hayatına sahip çıkma” hikayesiydi.

 

Yıllar yılları kovaladı. Hayatlarımıza Hasret gibi onca kadın girdi. Bunların bir bölümü Çilem Doğan gibi canına tak ettiği için, Yasemin Çakal gibi çaldığı tüm kapılar (sığınak, aile, devlet) yüzüne kapandığı ve hiçbir seçeneği olmadığı için, Hülya Halaçkay gibi erkeğin boğazına sarıldığı nefes alamaz hale geldiği o an, ölmemek, yaşayabilmek için, Nevin Yıldırım gibi maruz kaldığı saldırıyı başka türlü sonlandıramayacağını bildiği için, saldırgan erkeğe karşı kendilerini fiziki olarak da savundular. Bu sırada saldırgan öldüğü için tutuklandılar, cezalar aldılar. Bir kısmı hala hapiste…

 

Evet bu kadınların hikayesi de, meşru müdafaayı/öz savunmayı aşan bir hayatına sahip çıkma hikayesi. Yasemin örneğin, 3 yıl hapiste kaldıktan sonra tahliye olduğunda, hayat tüm keskinliği ve acımasızlığıyla onu bekliyordu. Belki artık “koca” yoktu ama erkek kardeşler de, baba da, aile de aynıydı, aynı yerdeydi. Biraz hapiste biraz dışarda ailesinin yanında yaşayan oğlu büyümüştü, ihtiyaçları ve sorunları farklılaşmıştı. Hapisten çıkmış bir “dul” kadın olarak, babasının dizinin dibinde oturup, çıkarsa hayırlı bir kısmet, edebiyle evlendirilmeyi beklemedi. Mahkum edildiği bu hayatla kavga etti, iş aradı, çalıştı, şehrin hiç bilmediği, gitmesi yasak en uzak yerlerine gitti, hatta ilk kez tatil yaptı. Sonunda buralarda yaşayamayacağını anlayıp yurt dışına gitmeye karar verdi. Olabilir gibi değildi, yani bana hep olamaz gibi gelmişti ama Yasemin bunu oldurdu ve kendine sıfırdan bir hayat inşa etmeyi başardı. Birçoğumuz tanığız ki, bunu tırnaklarıyla kazıya kazıya yaptı. Geçtiğimiz günlerde İsviçre tarafından politik oturum hakkı da verildi. Ki Avrupa’da ilk kez “siyasi suç” olarak kabul edilmeyen, “adli suç” kategorisindeki bir suçtan dolayı politik oturum hakkı verilmiş oldu. Yani evet İsviçre, Yasemin’in erkek şiddeti karşısında yalnız ve korumasız olduğunu da, ortaya çıkan öldürme neticesinin bu erkek şiddetinin bir sonucu olduğunu da (belki bu açıklıkla değil ama) kabul etmiş oldu.

 

Yasemin artık en azından Yargıtay’dan ne karar çıkacak, hapse tekrar girecek miyim stresinden kurtuldu. Ancak O’nun hikayesini unutulmaz kılan, o lanet gece değil, ondan sonrasında verdiği hayata tutunma hikayesi bence.

 

Nevin’in örneğin, ilk tanıştığımızda okuması yazması çok azdı. Hapiste adım adım liseyi bitirdi, üniversite sınavlarına hazırlanmaya başladı. Sadece bu kadar da değil, kaldığı hapishanelerin hepsinde açılan bilimum kursa, sertifika programına katıldı, hepsini başarıyla tamamladı. Yıllardır hapiste ücretli olarak da çalışıyor, aslında dışarda maddi bir dayanışma örgütlenmeye çalışılıyor. Nevin çalışmak istediği için çalışıyor. Ha kocayı da boşadı.

 

Tabir uygunsa, film bittikten sonra “sonrasında acaba ne olmuştur, nasıl hayatlar yaşamışlardır” diye merak ederiz ya bazen, işte o kısmından söz ediyorum aslında.

 

 

Hangi Kavram? “Özsavunma” Mı, “Hayatına Sahip Çıkan Kadınlar” Mı?

 

Kürt hareketinin kadın özgürlük mücadelesine ilişkin değil, genel mücadele hattına ilişkin bir kavramlaştırmasıydı “özsavunma”. Hasret’ten sonrasıydı. İstanbul Feminist Kolektif’in 11 ay boyunca her ay çıkardığı “Kadınlar Hayatlarına Sahip Çıkıyor” bülteni yayımlanmaya başlamıştı. Ama özsavunma kavramı, coğrafyanın bu tarafına, Kürt hareketinin ve Kürt kadınlarının kurucu bir toplumsal mücadele içinde kullandığı bağlamdan koparılıp, sadece fiziki bir savunma/karşı savunma olarak taşınıverdi. Hızla da yerleşti. Sosyal medyada, orada burada “özsavunma haktır” diyen pek çok kadınla, bu kavram üzerine konuşmaya başlayınca çok yüksek oranda “üzerine hiç düşünmemiştim” cevabını alıyor olmak bir tesadüf değil. Bu konu üzerine yazılıp çizilmiyor da takip edebildiğim kadarıyla.

 

Ama ne zaman bir kadın, hayatındaki adamı öldürmüş haberi düşse, sosyal medyada “ÖzsavunmaHaktır” tweetleri yükselişe geçiyor. Tamam söz konusu olan erkek yargı, tutuklanmak, hapishane filan olunca tartışmanın ucu hukuka, yani meşru müdafaaya/özsavunmaya gelip dayanıyor. Ama işte burdan öteye taşımıyor bu kavram bizi. Oysa kendi hayatına sahip çıkan kadınlar, çoktan çok daha ilerisine geçmiş durumda…

 

Keza eylemlerde “Nevin’in baltalarıyız” dövizleriyle cisimleşiyor. Oysa Nevin’in baltasını da kendisini de sahiplenmemiz, bu eylemi güzellememizden ya da her kadına balta kuşanmasını önermemizden değil, Nevin’in eline o baltayı aldıran nedeni anlamamızdan, kadınlara, kendi adaletini kendisinin sağlaması dışında seçenek bırakmayan bu cinsiyetçi sistemi tanımamızdan kaynaklanıyor.

 

Meşru müdafaa/özsavunma yetmiyor çünkü ceza kanununda düzenlenmiş hukuki bir kavramdan söz ediyoruz nihayetinde. İçini siz nasıl doldurursanız doldurun, ister feminist özsavunma deyin, ister politik özsavunma…Toplumsal algıdaki sınırlara yani yılların meşru müdafaasının anlam sınırlarına çarpıyorsunuz. Hele ki içini ısrarla bir erkeği öldürdüğü için yargılanan kadın örnekleriyle doldurmaya devam ettiğiniz sürece (Oysa Hasret örneğinde olduğu gibi erkeğe karşı fiziksel bir cevap vermeyen onca kadının hikayesi de var).

 

Mesele hukuk sınırlarına değince, örneğin bilmem kaç günlük kocaman bir kadın konferansında,  “Melek İpek’i anlıyorum meşru müdafaa tabii ama Nevin Yıldırım’ın eylemini savunmak mümkün değil” gibi sözler işitebiliyorsunuz kolaylıkla.

 

Zira verili “hukuk” üzerinden bakınca kolaylıkla karışıveriyor kafalar.

 

Peki “hayatına sahip çıkmanın” sınırı nedir? Mesela; kendini fiziken savunmak zorunda kalan bir kadın en çok bir kurşun sıkabilir, söz konusu bıçaksa bu iki bıçak darbesini geçemez, falan mı!? Yani Nevin’in yaptığı gibi tüm tüfeği üzerine boşalttıysa bu artık meşru da değildir, müdafaa da değildir mi diyeceğiz!?

 

Zaten madalyonun öbür yüzünde kendi hayatını savunan kadınlarla dayanışmaya başladığımız, davalarını toplumsallaştırmaya çalıştığımız zamanlardan bu yana duyduğumuz “siz ölümü, öldürmeyi güzelliyorsunuz”cular var. “Ne yani Nevin’in tecavüzcünün kafasını kesmesini savunuyor musunuz?” diyenler.

 

E tabi eyleme ve sonuca bakarak yorum yaparsanız, memleketin hakimlerinden daha beter noktalara savrulabilirsiniz. Oysa bu “cinayetlerin” nedeni, kadın cinayetleri ile aynı. İstisnasız hepsinde sistematik erkek şiddeti var; alınmış koruma kararları, darp raporları, kapısı çalınmış sığınaklar, açılmış boşanma davaları…buna rağmen durmayan, durdurulmayan bir şiddet var. Bu nedenle durumu en iyi anlatan cümle “ölmemek için öldürmek” gibi geliyor bana. Ya mezar ya hapishane dışında seçeneğin kalmaması yani. Biz kadınlar, hayatta başka hiçbir seçeneğinin olmaması/kalmaması ne demek biliriz. En iyi biz biliriz. En iyi ezilenler bilir çünkü.

 

Hayatındaki erkekleri öldüren, öldürmek zorunda kalan kadınların elleri kelepçeli polisler arasında götürülürken “biraz da erkekler ölsün” demesi, sadece bir tepkiyi değil, bu “cinayetlerin” de politik cinayetler olduğunu anlatıyor.

 

Çünkü feminist harekete çok yıllar önce “kadın cinayetleri politiktir” dedirten; bu cinayetlerin kocaman kocaman bakanların söylediği gibi “münferit” olmadığını görmemizden, hepsinin kökeninde erkek şiddeti olduğu tespitimizden kaynaklanıyordu. Patriyarkal sistemin kendisine verdiği ayrıcalıklardan vazgeçmek istemeyen erkekler, kadınları o ikincil konumda tutmak, denetlemek, baskılamak için emeklerine el koyuyor, bedenlerini kontrol etmeye kalkışıyor ve şiddetle “terbiye” ediyordu. Erkek şiddeti, patriyarkanın en dolayımsız araçlarından biriydi. Bu nedenle hangi sosyal, sınıfsal konumda olursak olalım, erkek şiddetine maruz kalmak için, kadın cinayetiyle 3. sayfa haberi olmak için sadece kadın olmak yeterliydi. Bu cinayetler bu nedenle politikti.

 

Kendi hayatına sahip çıkan kadınlar da hiç kuşkusuz politik bir eylem içindeler. Çünkü bu patriyarkal sisteme, kendilerine dayatılan hayata itirazları var. Sadece itiraz etmiyor, bu itirazın sonunda her ne yaşarsa yaşasın vazgeçmiyor ve hayatını yeniden yeniden örüyor bu kadınlar. Onlar direnci, kaderine razı gelmemeyi simgeliyor.

 

 

Feminist Politikada “Hayatlarına Sahip Çıkan Kadınlar”a Daha Çok Yer Açma Zorunluluğu Üzerine

 

Ne feminist hareket ne de kadın hareketi -ister daha darlaştırarak meşru müdafaa/özsavunma hakkını kullanan kadınlar diyelim, ister Hasret’i ve daha nicelerini de düşünerek, kurucu bir irade ve dirençle birleştirip, hayatına sahip çıkan kadınlar diyelim- bu kadınları ve bu eylemleri yer yer kahramanlaştırmak dışında, aslında politik gündemi yapabilmiş değil.

 

Politik olarak öne çıkarmamız gereken; yaptıkları fiziki savunma/kurtulma eylemlerinden ziyade, bu kadınların hikayesindeki katıksız erkek şiddeti ve herşeye rağmen hayata tutunma azmi olmalı. Haldeki durumda feminist hareketin (kadın hareketinin de) oluşturduğu metinlerde selamlamak/selam göndermek dışında, “hayatına sahip çıkanlara” ilişkin politik söz ve talepler oluşturabilmiş değiliz.

 

Bunun en çarpıcı örneği; 2020 yılının nisan ayında hayatımızı kasıp kavuran infaz sistemindeki değişikliklerle, erkek şiddeti faillerinin dışarı salındığı günlerde yaşandı. Onca sosyal medya eylemi yapıp, materyal üretip, talep metni oluşturup, erkek şiddetine maruz kalan ama hala hapiste olan bu kadınlara ilişkin talep oluşturma kısmını eksik bırakışımız bundan.

 

Birlikte düşünelim; kadın örgütlerinin itinayla oluşturduğu erkek şiddeti çetelelerinde, aylık, yıllık raporlarında, bu konumda kaç kadın olduğu, hadi bu çok zor ama, bu nedenle kaç kadının hapiste olduğu neden yer bulmuyor?

 

Bu kadınlar sistematik erkek şiddeti nedeniyle bu eylemleri gerçekleştirdiğine göre, neden hala hapisteler sorusu aklımızda ve gündemimizde neden yok?

 

Memleketteki hapishaneler, infaz rejimi vs. hakkında feminist sözümüz, politikamız da yok. Oysa erkek şiddeti, sadece fail erkekler yönünden, onların aldığı almadığı cezalar, salınmaları vs. yönlerinden değil, erkek şiddeti nedeniyle hapishanelerde olan onlarca kadın nedeniyle de, politik sözümüzün bir parçası olmak zorunda.

 

Keza İstanbul Feminist Kolektif’in 11 aylık bülten macerasında medyada bolca rastladığımız kadınların beraat haberlerinin yerini ağır hapis cezaları almışken[1], istinaf ve yargıtayda kadınlar aleyhine dönen bu “hava” da, feminist hareketin öncelikli gündemlerinden biri olmak zorunda. Çünkü uzun zamandır söylediğimiz “erkeklere yönelik cezasızlık politikasının” bir diğer yüzünde bu davalar ve bu kadınlara verilen hunharca cezalar var.

 

Soruları ve örnekleri arttırmak mümkün… ama bu satırlar sadece bir tartışma başlangıcı olarak kaleme alındı. En azından benim muradım bu… O nedenle bu noktada duruyorum. Bu konuyu daha çok ve yüksek sesle tartışmaya ihtiyacımız olduğu açık.

 

 

 

 

 

[1] Örneğin Yasemin Çakal hakkında (tıpkı geçtiğimiz günlerde Melek İpek davasında olduğu gibi), TCK’nın 27/2 maddesi işletilerek “ceza verilmesine yer olmadığı” ve tahliye kararı verildi. Ancak istinaf aşamasında bu karar kaldırıldı ve Yasemin hakkında 15 yıl hapis cezası verildi. Melek için de süreç böyle ilerler mi diye kaygılanmamak mümkün değil. Hülya Halaçkay, bildiğimiz, duyduğumuz, tanıklık ettiğimiz davaların içinde, ceza kanunundaki anlamıyla meşru müdafaa hükümlerinin işletilmesi için en tereddütsüz, en yalın örnekti. Oysa ne Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesi’nde, ne de istinaf aşamasında yaşananlara alıcıgözle bakıldı. Yargıtay’da da farklı olmayacak bence. Hülya hala hapiste.

 

 

Görsel: The Boat, Nygards Karin Bengtsson

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YŞengül Karaca Davası, İntihar Süsü Verilmiş Kadın Cinayetleri ve Payımıza Düşen Sorular Üzerine
Şengül Karaca Davası, İntihar Süsü Verilmiş Kadın Cinayetleri ve Payımıza Düşen Sorular Üzerine

Yargının erkek şiddeti davalarındaki cezasızlık pratiği, bizi cezalar konusunda garip bir noktaya sürüklemedi mi?

MEYDAN

YNevin Yıldırım’ın Hikâyesi Neden Bu Kadar Tanıdık?
Nevin Yıldırım’ın Hikâyesi Neden Bu Kadar Tanıdık?

2012'den bugüne uzanan bir tarihçe: Nevin'in yargılanması ve feminist yol arkadaşlığı...

Bir de bunlar var

Suriyeli Göçmenler Çocuklarının Adını Neden ‘Türkiye’ Koyuyor?
Korona Günlerinde Kürtaj
TOMA’yla Vaftiz

Pin It on Pinterest