Gösteri sanatlarını kadife koltuklarda izlenen ağır bir aktiviteden ziyade farklı bir çerçevede düşündürebilmeyi umuyoruz. 

SANAT

İstanbul Fringe Festivali Üçüncü Kez Aramızda!

İstanbul Fringe, 2019’da bir grup güzel insanın girişimiyle ortaya çıktı ve pandemi ve diğer güçlüklere rağmen giderek büyüyen bu performans sanatları festivali bu yıl üçüncü kez, 18-26 Eylül tarihleri arasında gerçekleşecek. Festivalin Kültür Politikası Direktörü ve Paris’te doktora çalışmalarının sonlarına gelmiş olan Zeynep Uğur ile festival hakkında söyleştik, Fringe nedir ve nasıl ortaya çıktı sorusundan Türkiye’de kültür sanat sektöründeki anaakımlar ve alternatiflere; sanat festivallerindeki toplumsal cinsiyet temalı seçkilerden, dijitalleşmeye değin birçok konuyu konuştuk. 

 

Festival devam ediyor, tiyatro, performans ve dans gösterilerini, panelleri ve atölyeleri takip etmek isteyen ilgililere duyurulur

 

 

Fringe’i kim düzenliyor, sizi tanımamız için biraz kendinden ve ekibinizden bahseder misin?

 

Fringe ekibinin çekirdeğini, Galatasaray Üniversitesi’nde başka başka bölümlerde okurken üniversitenin tiyatro kulübünde buluşup arkadaş olmuş bir ekip oluşturuyor. Ben Uluslararası İlişkiler bölümünde okumuştum Galatasaray’da, 2014’te mezun oldum ve EHESS’te (Sosyal Bilimler İleri Araştırmalar Okulu) Siyaset Bilimi alanında yüksek lisans yapmak üzere Paris’e taşındım, o zamandan beri de burada yaşıyorum. Yüksek lisanstan sonra aynı okulda Siyaset Bilimi doktorasına devam ettim, Nilüfer Göle ile çalışıyorum. “Kamusal Alanda Kültürün Dönüşümü: Bir Siyasi Mücadele Alanı Olarak Tiyatro” başlıklı bir doktora tezi yazıyorum. Bu tezde özellikle alternatif tiyatroların nasıl yeni siyasi tahayyüller ve yeni sosyalleşme alanları ortaya çıkardığını inceliyorum. Kamusal alan fikri üzerine çalışıyorum genel olarak. 

 

 

Bu sırada tıpkı benim gibi diğer ekip arkadaşlarım da yurt dışında farklı okullara gittiler. Hepimiz biraz farklı yollardan ilerledik ama hem arkadaş olma dinamiğimiz hem de sanat üzerine ve kendi yaptığımız işler üzerine konuşma pratiğimiz hep devam etti. Beraber bir şeyler yapma isteğimiz vardı ama o kıvılcımı çakan kişi arkadaşımız Emre oldu. Kendisi sanatçı olarak çeşitli Fringe festivallerine gitti ve “İstanbul’da niye bir Fringe yok?” gibi bir soru attı ortaya. Bunun üzerine arkadaş grubumuzda bir çalışma ekibi oluştu hemen ve aramıza başka arkadaşlar da katıldı. Böylece 2019’da başladık.

 

Çeşitli Fringe festivalleri dedin, başka nerelerde düzenleniyor? Edinburgh’ta başlamıştı sanırım…

 

Evet, Edinburgh’ta ortaya çıkıyor. Bugün Edinburgh, Avignon Festivali ile birlikte gösteri sanatları alanında düzenlenen en büyük etkinliklerden bir tanesine ev sahipliği yapıyor. Fringe’in şöyle bir hikayesi var: 1947’de Edinburgh Uluslararası Festivali’ne davet edilmeyen sanatçılar, şehrin fringe yerlerinde, yani biraz kenarında köşesinde kalan mahallelerinde oyunlarını yine de sergilemeye karar veriyorlar. Böylece ana festivale bir alternatif olarak Edinburgh Fringe ortaya çıkıyor. 

 

Günümüzde en çok bilinen Fringe festivali Edinburgh’ta. Ama aslında bugün dünya çapında bir ağ Fringe festivalleri. Yaklaşık 250 farklı şehirde düzenleniyor, hepsinin farklı bir yapısı var. Örneğin, Edinburgh’ta Fringe, neredeyse bütün şehrin ekonomik kaldıracı gibi işleyen bir festivalken Atina’da bir çay bahçesinde yapılan, çok küçük ölçekte bir Fringe olabiliyor. Bizi cezbeden taraflarından biri de buydu aslında. Fringe festivalleri, yenilikçi ve genç sanatçıları görünür kılmak, deneysel işlere yer vermek noktasında birleşiyorlar ancak çalışma biçimleri, kullandıkları mekânlar ve ölçekleri çok farklı. Bizim de böyle bir özerkliğimizin olması hoşumuza gitti başlarken. 

 

Bu farklı Fringe festivalleri arasında bir iletişim var mı? Yani, “biz Fringe festivali yapacağız” dediğiniz noktada bunu bir yere haber vermeniz gerekti mi?

 

Evet, World Fringe Network bu şekilde işleyen bir yapı. Onlarla konuşup, biz burada bunu yapacağız diye bir tanınırlık sağlamak gerekiyor. Biz de böyle yaptık. 

 

Siteniz üzerinden de ulaşabileceğimiz bilgiye göre, “fringe; alternatif olan, kenarda kalan anlamlarına gelir.” Fringe’in, ortaya çıktığı zamandan bu yana neye/kime alternatif olduğunu anlatabilir misin biraz? Alternatif tanımınız ne?

 

Ben genel olarak bazı kelimeleri çok fazla ve her şeyin yerine kullandığımızı düşünüyorum, dolayısıyla içi boşalıyor bazen bu kelimelerin. Sanırım “alternatif” kelimesi için de durum biraz böyle. Çünkü anaakım ve alternatif, birbirlerinden çok keskin çizgilerle ayrılmış, bugün hâlâ elli sene önceki anlamlarında kullanılan ve değişmeyen kategoriler değiller. Ve elbette her kültürel bağlama göre de farklılık gösteriyorlar. 1947’de fringe olan şey, Edinburgh Uluslararası Festivali’ne davet edilmeyenlerin bir kenarda gösterilerini sergilemesiyken bugün sembolik, siyasal ve ekonomik olarak kimin anaakım, kimin alternatif olduğunu belirlemek oldukça zor. Bunu da her festival kendince farklı yorumluyor ya da fringe olmak konusu üzerine her zaman çok düşünmeyebiliyor. 

 

Ama genç ve yenilikçi sanatçıların işlerini görünür kılmak gibi bir ortak nokta var Fringe festivallerinde. Gösteri sanatları piyasasında çok rahat öne çıkarılan, her yerde sahne bulabilen ve gösterilerini kendi kendine finanse edebilen ekipler değil de, biraz daha Fringe gibi uluslararası bir etiketin desteğine ihtiyaç duyan ekipler bunun bir parçası oluyorlar aslında. Bu desteğe kimin daha çok ihtiyaç duyduğu ise yine bağlama göre değişiyor.

 

Zaten benim de Kültür Politikası Direktörü titri altında amacım, İstanbul’da Fringe nasıl olur diye düşünmekti. “Biz Edinburgh’tan buraya bir konsept ithal ettik, kopyalayıp yapıştırırız” gibi bir duruş söz konusu değildi. Düşünürken de şunu fark ettik: İstanbul’un kültür sanat alanında neredeyse herkes fringe olma halini biraz deneyimliyor. Ülkedeki siyasal, ekonomik ve sosyal değişim, kültür sanat sektörünü hem biraz özerk ve özgür bir alana, hem de herkesin özellikle siyasal ve ekonomik anlamda zorlandığı ve bir şekilde kenarda kaldığı bir alana çevirdi. 

 

Bu yüzden daha küçük ve dayanışmacı bir yerden yaklaşmak istedik biz de. Alanda da bu şekilde karşılandık. Biz bu işe başladığımızda ortalaması otuz yaş altı olan, adını çok kimsenin duymadığı, bilmediği ve bu işe yatıracak hiçbir parası olmayan 8 kişilik bir ekiptik. Ama İstanbul’un bahsettiğim bu açık ve müsait yapısı sayesinde hem anaakım kültür sanat kurumlarıyla ortaklıklarımız oldu, hem de daha küçük, kendi yağında kavrulan mekânlarla. Mesela, Sabancı Müzesi ile de çalışıyoruz, Enka Açık Hava Tiyatrosu’nda da oyunumuz var; aynı zamanda da Tuhafiye ya da Kadıköy Boa Sahne gibi daha bağımsız mekânlarla da işbirliklerimiz mevcut. Kendi deneyimimizden hareketle Türkiye’de şu an çok katı ve yeni gelenlere imkân tanımayan bir anaakım kültür sanat sahnesi olduğunu düşünmüyorum. Tam tersine, anaakım ile fringe olanlar arasındaki geçişliliğin yüksek olduğu bir alan bence, ki bu da bizi Avrupa modellerinden biraz farklılaştırıyor. Bu yüzden Avrupa modelleriyle düşünmemizin bizi yanlış yerlere götürebileceğini düşünüyorum. 

 

Fonlar ne rol oynuyor sence bu fringe tanımında? Festivalin istediği görünürlüğe ulaştığı ve fon bulmakta zorlanmadığı noktada bir akım belirlemesi de daha kolay oluyor, o halde fringe kalmak ya da kalabilmek mümkün mü sence?

 

Bu epeydir süregelen bir tartışmanın konusu aslında. Bazen şöyle bir örnek üzerinden de konuşulabiliyor bu konu: Mesela Edinburgh Fringe’in çok özgür bir festival olduğu, isteyen herkesin gösterisini sergileyebildiği söyleniyor. Bizim ise bir danışma kurulumuz var, birçok farklı kritere göre bir seçki yapıyoruz. Bu karar, “neden herkesi almıyorsunuz, fringe herkese sahne vermek demektir” şeklinde itirazlara mahal verebiliyor. Oysa Edinburgh’ta böyle bir “özgürlüğün” sağlanabilmesinin önemli bir sebebi, maddi olarak masrafı karşılayabilen toplulukların mekânı kiralayıp oynayabilmesi, yani bunun bir regülasyonu olmaması ile alakalı aslında. Çok büyük bir serbest piyasa ekonomisi mantığı söz konusu. Ya da biraz fuar gibi, sanatçıların görücüye çıktığı, işlerini prodüktörlere satmak istedikleri bir alan olarak da işliyor. Bunu özellikle kötülemek için söylemiyorum bu arada, yalnızca nasıl bir mantıkla çalıştığını anlatıyorum. Fakat “özgür” diye tanımlamak, biraz romantikleştirmekle eşdeğer oluyor. Mutlaka bu sistemin özgür bir tarafı var, ama ekonomik boyutunu da es geçemeyiz. Türkiye’de bizim her gelene, “sen de gel oyna” diyebileceğimiz bir ortam yoktu zaten. Ayrıca şunu da düşünüyorum, “İstanbul Fringe bir oyun getiriyorsa buna bakayım” gibi bir kalite beklentisi yaratabilmemizi tercih ederim. Hiçbir filtre olmadan, tamamen herkese açmak her zaman beklediğiniz sonuçları vermeyebiliyor.

 

Ekonomik kaynakların alternatif/anaakım olmak ile ilişkisi çok tartışılan bir konu. Keren Zaiontz diye bir araştırmacı var Queen’s Üniversitesi’nde, hatta 23 Eylül’de İstanbul Fringe’in bir panelinde de konuşmacı olarak yer alacak. Özellikle tiyatro festivalleri üzerine çalışan bir akademisyen ve International Theatre and Performing Arts Festival Guide (Uluslararası Tiyatro ve Performans Sanatları Festivali Rehberi) üzerinden şöyle bir sınıflandırma yapıyor: İlk dalga festivaller var, Edinburgh Uluslararası Festivali gibi büyük organizasyonlar. İkinci dalga, fringe yani alternatif olarak ortaya çıkanlar, Avignon Festivali de burada sayılıyor. Bu tip festivallerin biraz piyasa ekonomisine hizmet eden bir yere gittiğinden ve o fringe yapısını kaybedebileceğinden bahsediyor Zaiontz. Üçüncü dalga festivallere ise Tunus’taki Carthage Festivali ve benzerlerini örnek veriyor mesela, yani fuar gibi olmayan, başlarında organizatör ya da yönetici kimliğinden çok sanatçı kişilerin bulunduğu ve farklı yerlerden gelen insanlar arasındaki etkileşimi artırmayı amaçlayan festivalleri. Biz üçüncü dalgaya daha yakınız sanırım. 

 

Peki siz seçkiyi neye göre belirliyorsunuz, bir seçim yapılıyorsa danışma kurulu bunu nasıl belirliyor?

 

Beklediğimizden çok yüksek sayıda başvuru alıyoruz. Temel kaygılarımızdan ilki estetik olarak göstermeyi isteyebileceğimiz bir şey olması. Mutlaka bir video kayıt talep ediyoruz, zaten dünyadaki birçok festival de böyle yapıyor. Kağıt üzerinde afili kelimeler havada uçuşurken sahnede gördüğünüz çok alakasız bir şey olabiliyor.

 

Bunun dışında biraz daha kapsayıcı, katılımcı ve şeffaf bir seçim süreci sağlayabilmek adına her sene değişen ve dönüşen bir danışma kurulu oluşturuyoruz. Kendi kendimize bir şey yapıyor gibi olmaktan ziyade ulaşabildiğimiz kadar çok insana bu projeyi açmak ve onların da karar alma süreçlerinde bir rol oynamasını sağlamak istiyoruz. Bu yüzden de ilk seneden beri yurtdışından ve Türkiye’den sanatçılar, oyuncular, yönetmenler, koreograflar, akademisyenler ve benzerleri bu kurulun bir parçası oluyorlar. Herkes bütün başvurulardan favori 10 listesini çıkarıyor, zaten onlar da üç aşağı beş yukarı herkesin üzerinde uzlaştığı gösteriler oluyor.

 

Bir de disiplinlerarası dağılıma da özen göstermeye ve dans, tiyatro ve performans arasında bir denge tutturmaya çalışıyoruz. Aynı şekilde çok büyük ekiplerle tek ya da iki kişilik gösteriler arasında da benzer bir denge arıyoruz. Tabii son olarak en büyük kriterimiz mekâna uygunluk. Çok beğenebiliriz bir gösteriyi ama İstanbul’un o gösteriyi ağırlayacak altyapıda bir sahnesi olmadığı için seçemeyebiliriz, mekânlarla gösterinin uyuşmadığı da olabiliyor yani.

 

“İstanbul’daki seyirci bunu nasıl karşılar” diye düşünerek otosansür riskiyle karşılaştığınız oluyor mu?

 

Beğenip seçkiye dahil etmek istediğimiz ancak “bu Türkiye’ye uymaz” dediğimiz bir şey olmadı. Zaten bu şekilde de düşünmemeye çalışıyoruz, çünkü bu “coğrafya kaderdir” bakışı insanı çok güdükleştirici ve sınırlayıcı bir şey. Bir de zaten başkaları adına karar verme hakkını kendinde görmek oluyor “bu seyirci bunu kaldıramaz” demek. Üstelik biz o alanı biraz genişletmeyeceksek, o sınırları biraz olsun zorlamayacaksak, alışılmadık bir şeyler göstermeyeceksek Fringe nerede kaldı?

 

Mutante

 

Bu noktada belki bir değişimden de söz edebiliriz; Fringe’in ortaya çıktığı ilk yıllarda örneğin toplumsal cinsiyet, beden veya cinsellik konulu bir performansı gerçekleştirmek epey yankı uyandırabiliyorken günümüzde birçok festivalin bu konuda (en azından görünüşte) çok daha duyarlı olduğunu veya özel seçkiler/temalar düzenlendiklerini görüyoruz. Bu çerçevede Fringe’i nasıl değerlendirebiliriz?

 

Biz, bize gelen başvurular üzerinden hareket ediyoruz. Bu baştan düşünüp kararlaştırdığımız bir konuydu. İleride tabii ki değişebilir ama şu an için tematik bir program yapma fikrinin biraz sınırlayıcı olabileceğini düşünüyoruz. Toplumsal cinsiyete ve çeşitli cinsiyet kimliklerine ilişkin görünürlüğün sağlanması elbette önemli, bu konuda işbirliğine çok açık bir ekibiz. Ama festivali yaparken “bu sene şöyle bir tema olsun” gibi bir tercihimiz olmadı. 

 

Bütün dünyadaki kültür sanat sektörü için geçerli bir şey bu ama Türkiye’de fon bulmak biraz daha sıkıntılı olduğundan genelde Avrupa Birliği fonları ile bu projeler yapılıyor. Bu fonların da önem verdiği belli başlı konular oluyor, birkaç sene önce göç teması ağırlıktaydı, şimdi ise biraz daha ekolojiye kayıyor mesela. 

 

Öte yandan bunlar organik bir şekilde gelişiyor bence. Biz bu sene toplumsal cinsiyet temasına öncelik verelim ve bu doğrultuda kadın, LGBTİ+ ve queer ekiplerle çalışalım şeklinde bir ilanda bulunmadık ama gelen başvuruları incelediğimizde bu konular üzerine düşünen çok güzel ve çok fazla iş olduğunu görmek bizi epey mutlu etti.

 

Toplumsal cinsiyet üzerine kadın ekiplerin işlerini ayrı bir seçki yapma fikri de konuşulmuştu fakat ben emin olamadım. Sonuç olarak bu fikri hayata geçirmedik, çünkü şu var: Programa dahil ettiğimiz gösteriler sahiden çok iyiler ve “bakın, elimizdeki en iyi işler bunlar” demek ayrı bir seçki oluşturmaktan daha kuvvetli geliyor bana. Kendi hayatımda kadın olarak duruşumu da böyle bir yerden kurmaya çalıştığımdan belki bu şekilde düşünüyorum. Bir ara “en iyi kadın yönetmen”, “en iyi kadın oyuncu” gibi ödüllerin verilmesinin anlamı da çok konuşulmuştu. Bu ihtiyacın çıkış noktasını elbette anlıyorum, ancak bu ayrımda “en iyi yönetmen ödülünü zaten bir erkek alacaktı” gibi bir alt metin de var gibi geliyor. Bu da kaçınmak istediğimiz bir algı. 

 

Unorthodox

 

Aldığınız başvurular ve yaptığınız program düşünüldüğünde Fringe’in bir değişime hem tanıklık ettiği, hem de önayak olduğu söylenebilir sanırım. Neyse ki öyle, yoksa sanatın birçok alanı gibi tiyatro ve performans sanatlarında da eril yaratının, düşüncenin ve varlığın ne kadar baskın olduğunu biliyoruz…

 

Evet, çok eril bir alan ancak değişen, dönüşen bir yapı da mevcut. Kuşaklar gençleştikçe daha eşitlikçi bir noktaya geliniyor ama bunun için tabii ki mücadele vermek gerekiyor. Tiyatro erkek yönetmenin krallığını ilan ettiği bir alan. Zaten hepimiz gördük, tartıştık #metoo’nun son dalgasındaki bütün bu taciz ifşaları ve benzerleriyle. Tiyatro, bu şiddetin özellikle çok olduğu bir yer, bunu ben de çok iyi biliyorum. 

 

Fakat düşününce, Türkiye’nin şu anda yurtdışında da en çok tanınan, kendine has bir tarzı olan yönetmeni Şahika Tekand, bir kadın. İKSV Tiyatro Festivali’nin direktörü Leman Yılmaz, daha önce Dikmen Gürün’dü, yine bir kadın. Yeşim Özsoy, Emre Koyuncuoğlu, Özlem Daltaban, Gülhan Kadim, Ebru Nihan Celkan, Ceren Ercan… Burada maalesef bütün isimleri sayamam ama alanda çok aktif ve üretken, alanı ileriye taşıyan pek çok kadın var. Tiyatroda erkek yönetmen tahakkümü diye bir gerçeklik var evet; ama bu alanda görünen, bu alanı açan ve dönüştüren kadınlar var. Biraz gözümüzü nereye çevirdiğimiz, nereye kıymet verip büyütmek istediğimizle de alakalı bence alana bakışımız. 

 

Peki bu yılın programından bahseder misin biraz da? Önceki yıllara kıyasla nasıl ilerlediniz?

Biz neyse ki pandemiden önce başlamışız festivali yapmaya, 2019’da fiziksel olarak ilk kez gerçekleşti festival. 2020’de çok düşündük bu dijitalleşme meselesi ile birlikte; sonuçta ertelemek istemediğimize karar verip online yaptık festivali. Bu konuda da bizi sevindiren bir gelişme oldu, European Festivals Association’ın (Avrupa Festivaller Birliği) pandemi döneminde yaratıcı çözümler bularak daha çok insanla buluşabilen festivalleri onurlandırmak adına icat ettikleri bir ödüle layık görüldük, mutlu olduk çok.

 

Bu yıl hâlâ pandemiden çıktık mı çıkmadık mı belli olmadığı için hibrit olarak tasarladık festivali. O yüzden bu senenin adı hibrit (İstanbul Fringe 2021 Hybrid) zaten. Fiziksel işler var, dijital olarak kaydı yayınlanacak bazı işler olacak. Diğer yandan da pandemi döneminde artık uzun bir zamanı devirdiğimiz için bu sürede direkt online platformlar için yapılmış bazı işler çıktı. Ayrıca her zamanki gibi workshop programımız var. Onların da fiziksel ve online olanları mevcut. Panellerimiz online gerçekleşecek, bu şekilde hem farklı ülkelerden insanları dahil edebiliyoruz, hem de buradaki işlerim nedeniyle Paris’te olmam gerektiği için İstanbul’a gidemeyen ben panelleri bu şekilde gerçekleştirmeye devam edebiliyorum.  “Kültür ve Sanatı Normların Dışında Düşünmek” başlıklı bir panel yapacağız 23 Eylül saat 10.00’da. Daha önce bahsettiğim Keren Zaiontz Kanada’dan; Antwerp Üniversitesi’nde ders veren ve çok önemli bir kültür sosyoloğu olan Pascal Gielen Belçika’dan katılacak. “Melez Formlar: Yeni Teknolojiler ve Gösteri Sanatları Paneli” de Danimarka’dan XR, VR ve AR üzerine çalışan bir stüdyo olan XR Blackbox’un kurucusu Jakob de Cour’u ve ABD’de yaşayan tiyatro teorisyeni Burcu Yasemin Şeyben’i bir araya getiriyor. Bu insanların İstanbul’da buluşması epey zorken çevrimiçi platformlar bu imkanı sağlıyor, onu da kullanmak lazım diye düşünüyorum. 

 

Programdaki gösteriler de çok heyecan verici. Mesela açılış oyunumuz Cinderella’s, Yunanistan’dan gelecek bir ekibe ait. Alexandros Stavropoulos’un yönettiği bir oyun, sahnede sekiz kadından oluşan bir ensemble göreceğiz. Cinderella’nın hikayesini toplumsal cinsiyet perspektifinden yeniden yorumlanmış ve seyir keyfi epey yüksek bir iş. 17 Eylül’de kentin yeni kültür sanat mekânı Müze Gazhane’de, 18 Eylül’de yenilenen Atlas Sahnesi’nde, hem biraz Atlas Sineması’nda nostalji yaşamak hem de görsel ve müzikal olarak kuvvetli bir koreografi izlemek isteyenler için tavsiye ederiz.

 

Cinderella’s

 

Hollandalı ekip Zwermers’ın Pan~//Catwalk işi Hollanda Başkonsolosluğu’nun fonladığı özel bir projeyle 21 Eylül’de Müze Gazhane’de, 23 Eylül’de Mehmet Ayvalıtaş Parkı’nda, yani kamusal alanda, halka açık bir performans olarak sergilenecek. Kıyafetler üzerinden kimliklenmeyi sorgulayan bir iş. Belçika’dan t.r.a.n.s.i.t.s.c.a.p.e’in Mutante adlı işi ise Vietnam’daki örtünme geleneğinden yola çıkan bir performans. 22 Eylül’de 18.30’da Sakıp Sabancı Müzesi Fıstıklı Teras’ta sahnelenecek. 23 Eylül’de 18.00’de Müze Gazhane’de sahnelenecek.

 

Geçen sene her şeyi online olarak gösterdiğimiz ve başvuruların kalitesi de her yıl yükseldiği için, elimizde çok güzel oyunlar oldu ama pandemi koşullarının nasıl olacağı belli olmadığından oyuncuların az bir kısmını çağırabildik. Hal böyle olunca da şuna karar verdik: İstanbul Fringe Extended diye bir programımız olacak, Kasım’dan Haziran’a kadar ayda bir kere bu ekipler gelecek ve mini bir festival gibi Fringe’i yeniden yaşatacağız. Yani, online seçkide yer alan bazı işleri sene içinde de İstanbul’da izleme fırsatı olacak insanların. Online işlerden I Come to You River: Ophelia Fractured isimli bir performans var örneğin bu program kapsamında gelecek. Heiner Müller’in Hamlet Makinesi’ndeki ve Shakespeare’in Hamlet’indeki Ophelia figüründen esinlenerek yapılmış, üç aktris sahneliyor. Sadece Ophelia’nın klasik tasvirinde değil, her kadının hayatında mevcut olan ilişkiler, kadınlık gibi temalara değiniyor.  

 

Fringe de kimi platformlar gibi belli bir yılı devirdikten sonra kayıtlarını arşivleştirip erişime açmayı düşünüyor mu? 

 

Pandeminin başında bir içerik enflasyonu oldu, artık online herhangi bir şey izlemeye insanların pek tahammülü kalmamıştı. Orada duruyor bazı şeyler ve açıp izlemiyoruz hakikaten. Festivali belli bir süre ile sınırlı tutmamızın bir sebebi de bu aslında. Festival, uzaktan da olsa, yoğun bir deneyim yaşatan, gündelik hayatın dışına çıkaran ve yeni insanlarla tanışma fırsatı sağlayan bir etkinlik. Online bile olsa bunu nasıl yapabiliriz sorusuna cevaplar aradık uzun zaman boyunca. Geçen sene mesela bütün arşivler açık erişimdi, ama bu şöyle bir fikir doğuruyor insanlarda sonradan: “Nasıl yani, şimdi bir de para mı verip alacağız bunu?” Oysa bu tarz bir sanatsal yaratım için çalışan, emek veren herkes için bunun bir maliyeti var. Sahnenin kiralanmasından kaydın çekilmesine değin her aşamada bir maliyet söz konusu. Pandemiyle birlikte bu maliyetler katlanarak arttı. Fakat aynı zamanda insanlar da alıştı online bir şeyler izlemek için para verme fikrine. Bu, o işle kurulan ilişkiyi de değiştiriyor aslında. Bedava bir oyuna adını yazdırıp gitmezsin ama önceden bilet alırsan gidersin gibi bir durum var. Daha farklı bir aidiyet hissi yaratıyor sanırım. 

 

İstanbul’un Gazhane gibi yeni kültür sanat mekânlarında da olacaksınız bu yıl, fiziksel bir karşılaşma yaşanacak. Nasıl hissediyorsunuz? 

 

Kesinlikle çok heyecanlıyız. Gazhane özellikle çok heyecan verici bir mekân. Şehirde, özellikle de Anadolu yakasında az örneği bulunan, birçok farklı yapıyı bir ara getiren ve herkesin kullanımına açık kamusal bir alan olmaya aday bir alan. Çok mutluyuz orada yer almaktan. Bizim hep gitmek istediğimiz bir noktaydı, çünkü sadece tiyatroda veya zaten performans izlemeye gidilen yerlerde bir şey yapmak değil de kente, sokaklara yayılmak ve kamusal alana özgü işler yapmak istiyorduk. İBB’nin şehir sponsorumuz olması da bu anlamda farklı bir kapı açtı bize. İlk kez Mehmet Ayvalıtaş Parkı’nda tamamen sokakta bir performansımız olacak.

 

DOTormanda projesi var, Kemerburgaz ormanında. O da güzel bir ortaklık oldu festival için. Ormanın ortasında, açık alanda, sahne kurulmaksızın oynanan bir yer. Orada da Boş Sahne’nin Çalgıcı Gül Ali Masalı oynayacak 25 Eylül’de. Aslında yetişkinler için ama çocuklara da hitap eden, güzel bir anlatı dili olan bir oyun.

 

Akademi ve saha arasındaki ilişkiyi nasıl kurduğuna ilişkin son bir sorum olacak. Doktora tezin ve Fringe dahilinde yaptığın işler birbirini nasıl besliyor ya da besliyor mu?

 

Aslında Kültür Politikası Direktörü benim duymaya pek alışkın olmadığım bir titr, çünkü çoğunlukla bu konu üzerine düşünmekle mesul biri olmuyor festivallerde. Bizde ise benim özellikle tiyatro ve kamusal alanın dönüşümü üzerine bir doktora tezi yazıyor olmam etkili oldu bu tanımı belirlememizde. 

 

Fringe’e şöyle bir katkısı olmuş olabilir akademik çalışmalarımın: Ben 2015’de başladım doktoraya. Yoğun bir saha çalışmam oldu, bu konu üzerine okuyorum, gelişmeleri takip ediyorum, makaleler yazıyorum ve tezimin son aşamalarındayım. Bu yüzden de İstanbul’un tiyatro alanının geçirdiği dönüşüme, gittiği gidebileceği yerlere dair bir tür içgörü geliştirdim sanırım. Aynı zamanda festivalin kamusal alanla kurmasını hedeflediğimiz ilişkiyi daha çok sorgulama fırsatımız oldu. “Biz çeşitliliğe ve kapsayıcılığa önem veriyoruz” demek, bunun reklamını yapmak çok kolay ama bunun gerçekten ne demek olduğunu, nasıl yapılabileceğini anlayabilmek için kafa yormak gerekiyor.

 

Araştırmacı olarak Fringe’in kendi çalışmama katkısı ise öncelikle en iyi arkadaşlarımla somut bir şey gerçekleştirebiliyor olmak oldu sanırım, bunun keyfi ve heyecanı bambaşka. Bir de şu var: Ben tezimin bir bölümünde bir vaka incelemesi olarak ele alıyorum Fringe’i. Zaten artık akademide daha çok kabul gören bir metodoloji bu, araştırmacının bir dış gözlemci olarak sahaya girmesi ve gözlemini yapıp çıkması değil de action research denilen teorinin de bahsettiği gibi, araştırmacının üzerine çalıştığı sahanın aktif bir aktörü olması ve bunu kendi deneyimi üzerinden de düşünsel bir şekilde çalışması. Evet, ben zaten sahaya çıkmıştım, görüşmeler ve gözlemler yapmıştım ama Fringe aracılığıyla daha fazla bilgi edinme ve söz söyleme fırsatım oldu. Mesela 2020’de UNESCO’nun Genç Araştırmacılar Konferansı’nda Fringe’i vaka incelemesi olarak tanıtmıştım, şimdi de Bilgi Üniversitesi Yayınları’nda yayına hazırlanıyor.

 

Benim hipotezlerimden biri, bütün dünyada kendi içine kapanmanın, kendi gibi olanla bir arada olma isteğinin yükseldiği bir dönemde sanatsal ifadenin yapısı gereği buna biraz meydan okuduğu, sınırları zorladığı ile ilgiliydi. Buna biraz uluslararası bir boyut da eklemek gerekiyordu, ancak farklı yerlerden gelen insanlarla bir arada olma halini gözlemleyebileceğim bir saha hep tek taraflı kalıyordu. Yani çoğunlukla Türk ekipler yurtdışına gidiyordu. Uluslararası ortaklıkları güçlendirecek kimi inisiyatifler oldu İstanbul’da, İdans önemli bir festivaldi mesela. A Corner in the World var, devam ediyorlar aslında hâlâ ama aynı mekânda değiller ve aynı şekilde işlemiyorlar. Son gelinen noktada, gösteri sanatlarıyla ilgileniyorsanız, İstanbul’da yaşıyorsanız ve yurtdışından bir gösteri izlemek istiyorsanız, İKSV Tiyatro Festivali’ni buluyorsunuz. Onlar da büyük prodüksiyonları ve dünya çapında bilinen yönetmenlerin işlerini getiriyorlar. Daha farklı bir çalışma yapısı var doğal olarak. Nitekim İstanbul’da ne sanatçılarının kendileri gibi yükselmekte olan sanatçıların çalışmalarını izleyebilme fırsatları vardı çok ne de gençlerin, ileride sanatçı olacak kişilerin yenilikçi ve deneysel işleri takip edebilecekleri bir alan. Fringe böyle bir boşluğa denk geliyor bence. Gösteri sanatlarını kadife koltuklarda izlenen ağır bir aktiviteden ziyade farklı bir çerçevede düşündürebilmeyi umuyoruz. 

 

Ana görsel: I Come to You River: Ophelia Fractured

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YHatay’ın Kadın Kooperatifleri (III): Üretim Yapmak
Hatay’ın Kadın Kooperatifleri (III): Üretim Yapmak

Hataylı kadınların söylediği gibi, Hatay’a bir kez giden, bir kez daha gidermiş. Ben de dönmekte çok gecikmem umarım! 

MEYDAN

YHatay’ın Kadın Kooperatifleri (II): Finansal Kaynak Bulmak
Hatay’ın Kadın Kooperatifleri (II): Finansal Kaynak Bulmak

Hangi kooperatifin ne zaman hangi destekten faydalandığının, bunun bir ayrıcalık mı yoksa bir hak mı olduğunun ya da “bağımsız” kooperatif titrini düşürüp düşürmediğinin çetelesini tutmak hiç de kolay değil.

MEYDAN

YHatay’ın Kadın Kooperatifleri (I): Ortak Olmak
Hatay’ın Kadın Kooperatifleri (I): Ortak Olmak

Hatay’daki kadın kooperatiflerinin gündeminde neler var? Bu kooperatifler neler söylüyor, neler biliyorlar? Ne tür üretim ve ortaklık stratejileri geliştiriyorlar? 

MEYDAN

Y“Aşk Bir Rüyaymış, Uyandık”
“Aşk Bir Rüyaymış, Uyandık”

“aşk bir rüyaymış, uyandık” ama karında kelebekler de yok değil...

Bir de bunlar var

Kendimden Kaçak, Dostum Keskin Bıçak: Colette’ten Moreno’ya
Mememi Çaldın ve Bedelini Ödeyeceksin
Kendine Ait bir “Ev” 1972

Pin It on Pinterest