Sordukları sorularla, yaptıkları yorumlarla öğrencilerin yaşam enerjisini ve bir şeyleri dönüştürebilme kudretlerini azımsadığımı fark edip utandım ve bu utanç duygusunu çok sevdim.

KÜLTÜR

Kim(ler)in Zamanı?

Bu dönem Özyeğin Üniversitesi’nde Eleştiri Kuramları dersimiz kapsamında 1.sınıf öğrencilerimiz ile birlikte Sinem Sal’ın Bizim Zamanımız romanını değerlendirdik ve tüm hocalarımızın ve öğrencilerimizin katılımıyla Sinem Sal ile bir söyleşi gerçekleştirdik. [1]

 

Söyleşiden önce, öğrencilerimizden romanla ilgili soru hazırlamalarını istemiştik. Bu yazıyı, öğrencilerimizin sorularından, yorumlarından ve söyleşimizde öne çıkan meselelerden ilhamla yazıyorum. Dolayısıyla yazının seyri, bir kitap tanıtım yazısının veya bir edebi incelemenin seyrinden farklı olacak. Temel motivasyonum, öğrencilerin akıllarına takılanları ve bana hissettirdiklerini paylaşmak. Onların metne dair yorumlarının ve sorularının en az akademik bir eleştiri yazısı kadar kıymetli olduğuna inanıyorum. 

 

 

Her dönem öğrencilerimiz için güncel bir roman seçmeye çalışıyoruz. Ancak özellikle bu dönem, seçeceğimiz roman için güncel olması dışında gözettiğimiz çok daha önemli bir kriter, ellerine alacaklarının öğrencilerimizi karamsarlığa düşürmeyecek, ruh hallerine iyi gelecek türden bir metin olmasıydı. 

 

Bizim Zamanımız, rutin roman arayışımız sırasında karşıma çıkan bir metindi ve tanıtım bülteninde yazılanlar romanı daha okumadan benim “büyük ihtimalle bu metni seçeriz” dememe yetti: “Bizim Zamanımız doğduğu sokaktan çıkamayanların, sadece gülerek acıyla baş edebilenlerin, milenyuma girmeyi dört gözle bekleyenlerin, şarkılardan ve büyülerden medet umanların, televizyondakiler dışında ‘Bugün nasılsınız?’ diyeni olmayanların, âşık olunca geçer sananların, kendi enkazına sahip çıkanların, küçük bir tuhafiye dükkânını ayakta tutmaya çalışırken ayağa kalkan bir anne kızın ve tanıdık bir mahallenin kadınlarının hikâyesi.” Farklı bir açıdan, bir süredir tam da bu alıntıda bahsedildiği gibi şeyler deneyimlemiyor muyduk? Öğrencilerimiz eleştiri kuramlarını öğrenmenin yanı sıra, belki bu sıkıntılı dönemi atlatmaya çalışırken tavsiye niteliğinde birkaç örnekle karşılabilirlerdi.  

 

Roman belirleme kriterlerimizden bir diğeri de, ders kapsamında öğrettiğimiz kuramlarla [2] ilgili yeterince örnek barındırması olduğu için, öğrencilerimizden romana dair söyleşi öncesi gelen soruların sınırları öncelikli olarak bu kuramlar tarafından çizilmişti elbette, ancak bu sorular tamamen kuramlara ilişkin teknik meselelere odaklanmıyordu; öğrencilerimizin romanla karşılaşma deneyimlerine ve duygusal tepkilerine ilişkin ipuçları da içeriyordu. 

 

Kimi Mihrap’ın hayallerine ulaşamadığı, tatmin olmadığı bir hayat yaşamasına rağmen neşeli, esprili bir karakter oluşuna şaşırıyor ve bu motivasyonu nereden bulduğunu soruyordu. Kimi Mihrap’ın roman boyunca çoğunlukla renkli kıyafetlerle tasvir edilmesine rağmen, kitabın sonunda Dalyan’dan intikam almak için karakola giderken babasının ceketini ve o zamana kadar bir kere bile giymediğini söylediği siyah botlarını giymeyi tercih etmesine isyan ediyordu. 

 

Bir öğrenci, Mihrap’ın ne kadar zeki ve iletişimi kuvvetli bir kadın olduğunu roman boyunca yaptığı gözlemlerden, ezberlediği şarkılardan, planlarından ve pratik çözümlerinden anlayabildiğini ama nasıl olup da yaşadığı hayattan memnun olmadığı halde hayatını değiştirmek için çabalamadığını merak ediyor; bunun nedenini sadece toplumsal cinsiyet baskısına mı, yoksa Mihrap’ın 30 yaşına gelmiş olmasına rağmen hala annesiyle yaşayıp ondan çok çekiniyor olmasına mı bağlamalıyız diye soruyordu. Başka bir öğrenci bu soruya paralel bir biçimde, Mihrap’ın yaşadığı sorunların temel nedenini merak ediyor; “Kadın olduğu için mi? Ailesi, özellikle de babasıyla olan yetersiz ilişkisi mi? Evliliği mi? Toplumsal sınıfı mı? Cevap hepsi ise Mihrap, sizden yardım isterse ilk hangi problemini çözmeye odaklanırdınız? Nasıl?” diye soruyordu. (Bu soruyu okuduğumdan beri ben hangisinden, nasıl başlarım diye kendime soruyorum. Peki, siz hangisinden başlarsınız?)

 

Kitap üzerine farklı mecralarda yazılanlara baktığımızda, romanın 90’lı yıllarda geçmesi ve mahalle atmosferi çoğunlukla tatlı, nostaljik bir unsur olarak değerlendirilirken bir öğrencinin sorusu beni şaşırtıyor:  “Mahalle kültürünü yaşatmak uğruna insanlarla bu kadar yakın olmak ve yaptığımız hareketlere bir şey söylenmesine olanak tanımak bu sorunun oluşmasında etkili midir?” Bir diğer can alıcı soru ise şuydu: “Romanda Mihrap karakteri Milenyum kavramını yenilik, eşitlik ve adalet gibi unsurlarla bağdaştırıyor olmasına rağmen, hayalindeki gelecekte her ne kadar sınıf atlamış olsalar da, kendilerini milenyumun orta sınıfında, zenginleri ise olağanüstü bir konumda düşünüyor (zenginler uçan arabalara bineceği için araba fiyatlarının düşeceği ve böylece alt sınıftaki herkesin de araba sahibi olabileceği düşüncesi gibi). Milenyum ile yenilik ve modernizmin geleceğine inanmasına karşılık, adalet ve eşitliğin gerçekleşemeyeceğine olan inancının sebebi nedir? Hangi şartta olursa olsun insanlar arasında sınıfsal farklılıklar olması değiştirilemez bir gerçek midir?”

 

Buraya kadar yer verdiğim sorular, gelen yüzlerce sorudan yalnızca bir kaçıydı. Tüm bu soruları birbirine bağlayan ortak duygu ise, öğrencilerin bir şeylerin değişmesi gerektiğine ve daha da önemlisi değişebileceğine olan inançları gibi geliyor bana. Benim pandemi sürecini en az hasarla atlatmamı sağlayan da işte öğrencilerden bana geçen bu inanç, inat ve enerji oldu. Yukarıda, bu romanı seçme nedenimizden bahsederken “öğrencilerimiz eleştiri kuramlarını öğrenmenin yanı sıra, belki bu sıkıntılı dönemi atlatmaya çalışırken tavsiye niteliğinde birkaç örnek ile karşılabilirlerdi” demiştim. Sordukları sorularla, yaptıkları yorumlarla onların yaşam enerjisini ve bir şeyleri dönüştürebilme kudretlerini azımsadığımı fark edip utandım ve bu utanç duygusunu çok sevdim… Temel olarak bir ders müfredatının parçası olarak ilişkilenilmesi beklenen bir metni, belki genellikle “naif okur” olarak değerlendirdiğimiz öğrencilerin bizim akademik beklentilerimizi aşıp farklı karşılaşmalarla çoğalttığını görmek, mevcut akademik koşullar tarafından mütemadiyen umutsuzluğa kapılan genç bir akademisyen adayı olarak benim akademiyle olan ilişkimi iyileştiren deneyimlerden biri oldu. 

 

 

Sinem Sal, bir röportajında, ana hikâyeyi oluşturduktan sonra romandaki kadınların tek tek günlüklerini yazmaya başladığını, bu yöntemin okuyucuyla paylaştığının ötesinde bir gerçeklik ve hakiki bir tanışıklık yaratmanın en iyi yolu olduğunu söylüyor. Söyleşimiz biterken şu soruyu sormuştum: “Anlatıcı ve baş karakter olarak Mihrap’ı yazarken aklınızın kaldığı başka bir karakter oldu mu? Belki bu soruyu katılımcılarımız da düşünür. Romanda okuduğunuz hangi karakterin hikâyesini daha derinlemesine okumak isterdiniz? Sizin aklınızın kaldığı, yeterince ses verilmediğini düşündüğünüz bir karakter oldu mu?” 

 

Bu yazıyı, benim aklımın kaldığı bir karakter ve hikâye ile bitireceğim ama siz de sizin aklınızın kaldığı başka bir karakter üzerine düşünün isterim.

 

Romanda Şahin isimli bir aslandan bahsediliyor. Mihrap’ın ölen komşusu Asım’ın aslanı. Ben romanda Şahin’in anlatıldığı ilk kısımda onun bir aslan değil, otomobil olduğunu düşünmüş, Asım’ın modifiye araç kültürüne meraklı bir genç olduğu fikrine uzun bir süre inanmıştım. Bu inancımda muhtemelen yakın zamanda modifiye araç kültürü üzerine yaptığım okumaların da etkisi vardı ama hem Mihrap Şahin’in uzun süredir Asım’ın evinin önünde durduğunu ve Asım’ın onu hiç çalıştırmadığını söylediği hem de modifiye araçlarda en çok tercih edilenler Tofaş’ın Şahin, Doğan, Serçe gibi modelleri olduğu için Şahin’in böyle bir referansı olduğuna hemen kendimi ikna ettim. Daha sonra Şahin’in bir aslan olduğunu öğrendiğimde Asım karakterine dair gizli gizli zihnime ekilen hikâye yarım kalmış oldu. Sevgili Sinem Sal’dan Asım’ın ve Şahin’in hikâyesini de yazmasını rica ediyorum. Bunu bizzat kendisine de söylemiştim. O da belki yazarım demişti. 

 

Herkes aklının kaldığı bir karakteri Sinem Sal’a iletse, belki aşka gelip hepsinin ayrı ayrı hikâyelerini de yazar. Neden olmasın? :)

 

[1] Aynı dersi veren ve söyleşiyi birlikte yürüttüğümüz hocalarımız: Çimen Günay Erkol, Fatma Damak, Senem Timuroğlu, Ali Serdar, Egem Atik, Şima İmşir, Güneş Sezen ve İbrahim Öztürk.

[2] Marksist, Psikanalitik, Feminist, Postmodernist, Oryantalizm, Yeni Tarihselci ve Ekoeleştiri.

 

Ana görsel: Gözde İlkin, Yetersiz Derz Boşluğu, 2017.

 

Bir de bunlar var

Yarım Kalmış Bir Tablo: Çocuk Olmak Hiç Kolay Değil
Annem ve Anneannemle “Sarmaşık”
Daha Medeni Yollar Var

Pin It on Pinterest