Yunan mitolojisi, Batı felsefesi için toplumsal sistemle hemhal iktidar ilişkilerinin söylemsel zemininde durur. Medeniyetin sırtını dayadığı sosyo-sembolik yapılar olarak bu mitler, “insanlık” denilen şeyin de anlam çukurlarıdır. Birçok feminist düşünürün tespit ettiği üzere, maskülenliği kayıran ve bu şekilde devamlı olarak inşa edilegelen sembolik sistem tam da bu nedenle aynı devamlılıkta bir yapısöküme muhtaçtır. Toplumsal düzen içerisinde yardımcı oyuncu muamelesi gören kadınları ve deneyimlerini görünür kılmak için elzemdir bu.
Feminist kuramcı Adriana Cavarero, Plato’ya Rağmen isimli kitabında Yunan mitolojisinde ana kahramanları erkek olan ve erkekler (Plato gibi) tarafından aktarılan bazı hikâyelerdeki kadın figürlerin bir feminist okumasını yapar. Penelope, ismi bilinmeyen Trakyalı genç köle kız, bereket Tanrıçası Demeter ve Diotima karakterlerinin büyük adamların büyük hikâyelerinde üstlendikleri rollerin derin okumalarıdır bunlar: Penelope artık kahraman kocası Odyssey’in savaştan dönmesini bekleyen karalar bağlamış bir eş değil, şifreli bir metotla patriyarkal sembolik düzene çelme takan bir kadındır. Kocasının dönüşüne dair umutlar yok olurken başka bir adamla evlendirilmek istenen Penelope, evlenme taleplerine işlediği elbisesi biter bitmez cevap vereceğini söyler, ancak gündüzleri ördüğü elbisesini geceleri söker ve bu şekilde bitmeyen bir döngü yaratır. Penelope’nin bu bir ters bir düz işleyerek durdurduğu ilerlemeyen zamanı, normatif, lineer akan sembolik zamanda bir kesintiye sebep olur.
Bir diğer mitte, Batı felsefesinin başlangıcını imleyen filozof Thales’in hikâyesindeki isimsiz bir köle kadın Thales’in suratına patlattığı kahkaha ile anlatıyı/sistemi paralize eder. Hem bir köle hem de bir kadın olarak iki kere değersiz kılınmış bu figür, erkeklerin sembolik dünyasında kendine anlamlı bir yer/ünvan edinememiştir belki ama o kısacık kahkahasıyla Thales’in ve temsil ettiği erkek düzenin egosunu çatırdatmayı başarır. Bu kahkaha bir paniğe yol açar, zira hiçbir şekilde insan yerine konmayan genç kızın neden güldüğü bir türlü idrak edilemez. Sembolik sistemde erkekler için asla giderilemeyecek bir anksiyete yırtığı açılmış olur böylece. İsimsiz ve dilsiz genç kızdem panoptikon sistemin dışındadır, en fazla cezalandırılabilir ama izi sürülemez, anlaşılması da mümkün değildir.
Cavarero bu hikâyelerdeki kadınların üzerlerine erkekler tarafından mıhlanan anlamın ve onlara biçilen edilgen rollerin altını oyar ve onlara özen ve şefkatle yaklaşarak yaptığı okumalarla bu hikâyeler vasıtasıyla yorumlanmış halihazırdaki dünyanın da ne kadar cinsiyetçi olduğunu gözler önüne serer. Erkeklerin ötekisi olarak kurgulanan bu kadınlar, Cavarero’nun okumasıyla içine hapsedildikleri zaman ve mekânda delikler açarak sistemin zeminini eşeleyen muzipler olarak belirir. Biricikliklerini mimleyen eylemleriyle, sinsice ve becerikli bir şekilde kendilerine rol ve işlevlerin dışına çıkarlar. Bu bir nevi feminist ecinnilik, meta anlatılardaki büyük resmini görmeye odaklanmışların anlamlandırıcı ve şiddet dolu bakışlarından kaçmayı da mümkün kılar.
Ben de ne zaman Cocteau Twins dinlesem, grubun vokalisti Elizabeth Fraser’ı da Cavarero’nun anlattığı mitik kadınlar gibi, erkek sembolik düzende kendisine gizli çıkış yolları kazan bir kadının hikâyesini dinliyormuş hissine kapılıyorum. Üç kişilik ekibin tek kadın üyesi Fraser, 1984’te yayınlanan üçüncü Cocteau Twins albümü Treasure’da bildiğimiz kelimeleri bırakıp kendi uydurduğu bir dilde şarkılarını söylemeye karar veriyor. Bazen farklı dillerden anlamını bilmediği kelimeleri bir araya getiriyor bazen bazı kelimeleri beklenmedik yerlerde kesip başkalarıyla yapıştırarak sözcük kolajları oluşturuyor. Bu şekilde de, etkileyici sesi özelinde kendisine yapıştırılmaya çalışılan “meleksi, dünya dışı, ulvi, kutsal” gibi mitik “güzellemeleri,” kimsenin bilmediği, olmayan bir dille boşa düşürüyor. Fraser bu albümde aslında sesine yakıştırıldığı gibi göksel mucizelerden, yürek parçalayan görkemli aşklardan, göz kamaştıran bilinmez diyarlardan bahsetmez. Pek bir şey ifade etmeyecek şekilde beklenmedik yerlerde kesip yeniden yapıştırarak oluşturduğu kelimelerle, bu dünyanın anlam rezervine sığmayan hikâyeler mırıldanır. Ona atfedilen Tanrı’nın sesi yakıştırmalarının altında kafeslenmektense sözcükler arasına gizlenmeyi tercih eder. Onu belirli bir şekilde görmeye/duymaya kararlı olanları, kurallarını sadece kendisinin bildiği bir bulmaca-dil vasıtasıyla troller.
Gerçekten de, her ne kadar şarkıların süresi, kullanılan enstrümanlar, melodik izlenceler hatta dinleyicinin tahayyülü kol kola girerek onu bir mertebeye yerleştirmek için seferber edilse de, Fraser bu çerçeveye sığmamanın bir yolunu bulmuştur. Gotik kapak çalışması ve mitolojik kadın kahramanları akla getiren şarkı isimleriyle Treasure albümünde Fraser sadece dili değil, şarkı isimlerinin çağrıştırdığı mitolojik hikâyeleri de uydurur. Bazı şarkıların isimleri gerçek mitik kahramanların isimleriyle aynı iken bazıları mitikmiş gibi duran atmasyon isimlerdir. Bu şekilde dünyanın ayaklarının sıkı sıkıya yapışık olduğu fallosentrik sembolik zemine de kafa tutar. Düzeni maddi anlamda yıkamıyor oluşu onun cesaretini kırmaz, küçük mucizevi stratejilerle görünmezlik pelerinleri donanır. Kelimeler erkeklerin kelimeleri ise, Fraser bu cezalandırıcı dilin radarından kaçmayı başarır, hatta neredeyse onunla dalgasını geçer.
Elizabeth Fraser tıpkı Cavarero’nun mitolojik kadınları gibi kendisine ayrılan rolü ve zamanı büker bu manada. Üzerine şakıdığı melodiler erkek elemanların kurduğu sembolik dünyaya dairse eğer, Fraser durmadan söküp yeniden ören Penelope gibi zamanı kuyruğundan yakalar, döngüsel çığlıkları ve uydurma sözleriyle bu sisteme kısa devre yaptırır. Meleksi ses, hayranlık uyandıran doğurgan kadın figürü karmaşık, çözülmez bir labirente dönüşür. Ancak kendilerine verilen spesifik rollerle var olmaya hak kazanan kadınlar, bu rolleri bir şekilde altüst ederler, ne yapıp edip kendilerine ait ve tahmin edilemez kılarlar. Etraflarına çizilen kaba saba sınırlar içinde hazineler yeşertirler. Kaçırılan kızı Kore uğruna Dünya’yı kısır bırakmayı göze alan bereket Tanrıçası Demeter, bilinen en eski düşünür Thales’e “bilinmeyen” bir sebepten kahkahalarla gülen Trakyalı köle kız, zamanı sadece bir iğne ve iplik vasıtasıyla durduran Penelope gibi, bu koca mitlerin içine sığar ama kalıplara sığmazlar. Liz Fraser kadınlara biçilen şarkıcı rolünü en ulvi sıfatlarla mükemmel şekilde yerine getiriyor gözükür; ancak bu rolün sabitliğini paramparça eder, kendisine şarkı sözü yazarken ilham versin diye sözlük hediye eden grup elemanlarının karşısına tamamen uydurma bir dille çıkar. Dil erkeklerin diliyse eğer, Fraser o dili konuşmayı reddeder. Büyük resme bakanlar gözden kaçırabilir ama aslında böyle böyle oyulmuştur hikâye, görünmez tünellerle delik deşiktir. Belki de bu yüzden, bu fallosentrik sembolik düzen ve adamları sonu gelmez bir paranoya içindedirler; zira inşa ettikleri bu devasa panoptikondan kaçmayı beceren cadılar bir yerlerde şarkılarını söylemeyi sürdürürler –kimsenin bilmediği, anlaşılmaz dillerde.
Kapak görseli: Elizabeth Fraser. Fotoğraf: Nick Hider (1984).