1 yıldır süregiden pandemi, sosyal hayatı, kültür-sanat alanını daraltmaya, psikolojik olarak bizi zorlamaya devam ediyor. Uzun bir süredir toplantılar, sosyalleşmeler, filmler, tiyatrolar, hatta sergiler ve konserler bilgisayar ekranının dar çerçevesinden bize ulaşıyor. Tiyatromuz Yaşasın İnisiyatifi, Tiyatro Kooperatifi’nin düzenlediği Bizde Yerin Ayrı gibi türlü kampanyalar tiyatro alanındaki, Sonki3Dört, Gazete Duvar’ın yaptığı Askıda Sanat gibi video serileri müzik alanındaki belirsizliğin, ödeneksizliğin etkilerini kamuoyuna duyurmaya çalışıyor. Bu arada müzisyenler, bar/müzikli mekan çalışanları hükümetin sembolik yardımlarını eleştiren sokak eylemleri yapmaya devam ediyor. Süreçte belki de görece daha az sekteye uğrayan ve setlerin kalabalık, uzun saatler çalışması riskini alarak, türlü çevrim içi platformlar üzerinden çalışmaya devam edebilen film ve dizi sektörleri oldu. Keza, sergiler de az kapasiteyle, daha kısa mesai yaparak açılmaya devam ediyor. Pandemi örgütlenemeyen, devlet ödeneğinden pay alamayan, darmaduman haldeki kültür sanat sektörünün kendi içinde süregiden “gönüllü” emek sömürüsünü ve güvencesizliği bir anda ortadan kaldırmadı tabii. Bu yazı, sanat çevrelerinde prekarya, kısa süreli, sözleşmeli ya da sözleşmesiz çalışmak ve uzun vadede buna yaratılabilecek alternatifler üzerine.
Bu yazıyı yazmaya karar vermemin birkaç tetikleyici sebebi oldu: bir tanesi yılların birikimi. 2010’da başlayan üniversite yıllarımdan beri sanat üreten, satan, sanatla yanak yanağa takılan insanlarlaydım. Bienal’de ilk ekmek enstalasyonunu gördüğümde yıl 2011’di ve ben o zamanlar güncel sanattan ve bilmediğim her şeyden etkilenebilecek yaştaydım. İkinci sebep çeşitli sanat alanlarında fazlasıyla çalışıp asla hak ettiğim, başta anlaşılan ücreti alamamış olmamdı. Film setleriyle başladığım bu yolculuk, muhtelif yabancı sanatçıya asistanlık ve mihmandarlık, 4 sene kadar süren bir sanatçı asistanlığı, 2 sene Bienal’de çalışmak, ve en sonunda bir belgesel filmin sosyal medyasını yapmak şeklinde ilerledi.
Özetle 8 senedir sürekli aynı kazığı yiyormuş gibi hissetmekten çok ama çok sıkılmıştım. Freelance çalışmak, yıllarca aynı kazığı türlü yüzler, türlü işlerde dönüp dönüp tekrar yemek demek. Bir film işi, bir sanatçının asistanlığı…bir noktadan sonra fark etmiyor. Birine işini bitirmesi, organize etmesi için yardımcı oluyorum. Bunun karşılığında bir miktar (umuyorum ki sözleşilen miktar) para almayı bekliyorum. Dünyanın en normal şeyi gibi değil mi?
4-5 yıl süren asistanlık maceram, uzun ve yorucu bir aşk hikayesi gibiydi. Başta her şey güzeldi. Güzel yemekler, davetler açılışlar, birtakım kalburüstü tanışmalar…Neyin işin bir parçası, neyin keyif olduğunu tam bilemediğim güzel anlar yaşanıyordu. Cindrella’nın ilk bölümü. Sonrası ekonomik kriz, kişisel ilişkilerde kriz ve en sonunda 2017’de kurulan ve aylarımı alan sergi için anlaştığımız paranın sadece yarısını alabilmem… İlk yarısını taksitlerle ve bol bol tacizle alabildiğimi söylememe gerek yok herhalde. Gerekçe iş satamamak, ekonomik kriz. Bu arada boş durmadım, maillerle taciz ettim, arkasından konuştum, “ortamlarda” kendisini kötüledim. Ama geçmedi. Uğradığım haksızlığın ağırlığı hafiflemedi. “Param yok, ne yapabilirim?” cümlesinin ikna edici olduğu bir an bile olmadı bu süreçte. Elimde hiçbir belge olmayan bu halimle, ilamsız ödeme emri çıkarmaya bile çalıştım. Legal olarak hiçbir yere varamamanın siniriyle, avukat arkadaşımla Çağlayan Adliyesi’nden çıktık. Bana işlerinin arasında kıyak yapan arkadaşıma bir yemek ısmarladım. Çünkü bazı kıyakların başka kıyaklarla dengelenmesi gerekiyor. Doğrusu bu.
Şimdi 2 yıl sonrasına zıplıyoruz ve sosyal medya işini devraldığım bir başka film işine gidiyoruz. Yine cicim aylarıyla başlayan süreç hüsranla bitti. Ama bu sefer dersimi almıştım. Para konusunu baştan netleştirdim, herkesin ne zaman ne miktarda ödeme yapılacağı konusunda net olduğundan emin oldum. Oldum da başım göğe mi erdi? Alamadığım bütün ödemeler, yağmur olup üstüme mi yağdı? Organize olamayıp işe başlanamadığı ve kasada para olmadığı fark edildiği için bana anlaştığımız paranın sadece yarısını vermeyi uygun gördüler.
Her nasılsa, birilerini çalıştırmaya başladıktan sonra, sihirli bir şekilde paralar suyunu çekiyor ve bu insanlar paraları olmadığını fark ediyor. Nedense başta değil, hep sonda… “Ama böyle konuşmamıştık” diyecekken, “biliyorsun bizim işlerde de para yok” diyebilecek kadar da kaypaklaşabiliyorlar. İnsan, diyalogu bütünüyle tıkayan bu argüman karşısında ne diyebilir ki?
Bunların üzerine şöyle de düşünebilirsiniz: “Acaba bende bir sıkıntı, iletişimsizlik mi var? Çok mu para odaklıyım? Ya da acaba sanat dünyasının süregiden ve hiç bitmeyen derdi bu mu? Kimsenin yeterince parası yok mu? Madem öyle herkes kendi işini kendi görebilir öyle değil mi?” İnsan kendi sınırlarını bilip, “param yoksa bu işleri ben yapmalıyım” demelidir. Yok öyle olmuyor. Çünkü sanat sepet dünyasındaki insanların egoları boylarını çoktan aşıp gittiği için, istedikleri işlerin para verdikleri, verecekleri ya da vermeyi taahhüt ettikleri birileri tarafından yapılıyor olması oldukça cazip ve normal geliyor. Üzerine 40 kere konuşup teyit alsan da verilen sözler bir köşede öylece eskimeye, çürümeye bırakılıyor. Çünkü hiçbir hakkımız, sözleşmemiz yok. “Sana bu kadar verebiliyoruz, çünkü hmm biliyorsun” diyerek kaşlar gözler kaldırılarak, ağız bükülerek verilen paraları kabul etmek zorunda kalıyoruz. 1 değil, 10 kere. Çünkü bu sistem böyle. Çünkü herkes kadar güvencesizlikle harman bir sistemde, herkesten belki biraz daha fazla güvencesiz çalışıyoruz. Bunun olabileceğini biliyorduk. Çünkü kimse için borçları öncelikli değil bu “herkesin kendisiyle meşgul olmaktan bitap düştüğü” sanat dünyasında. Herkes için en önemli şey kendi işlerinin bitmesi, beğenilmesi.
Kendi belirsiz geleceğimin, işlerin ve ödenecek paraların belirsizliğiyle ya da sembolikliğiyle kesiştiği anda birilerine bağıralım istiyorum artık: “Harcadığım zamanı paraya dönüştürmek sizin işiniz, benim değil. Bana paramı vermek zorundasınız!” En sık unutulan ve belki de sürekli birilerinin kafasına kakılması gereken nokta; sanatçılar için çalışan insanların sanatçıların kendilerinden çok daha prekarya oldukları gerçeği. Çünkü sosyo-ekonomik konumlar, -çoğunlukla kültürel seviyeler denk olsa da- bambaşka. Bir şekilde tanıdıklar ya da açık ilanlar üzerinden gelen işlerde, dönemlik (çoğunlukla sözleşmesiz) ve güvencesiz çalışıyoruz. Tüm bunların yanında asla sağı solu belli olmayan ekonomik dalgalanmaları, sanat yapmaya, bundan para kazanmaya dair belirsizlikleri de anlamaya çabalıyorum. Ama bu etik olarak beni ilgilendirmiyor ve iş için harcadığım emeği, zamanı yok etmiyor.
2019’da Amerika’da sanat camiasında çalışan insanların maaşlarını gösteren spreadsheet’ler ortaya dökülmüş ve aslında pek çok pozisyonun/işin gönüllülükle, para almadan yürütüldüğü anlaşılmıştı. Bu ilk birkaç hareketlenmeden biri olmuştu o zaman. Tabii oradaki sendikalaşmanın buradan çok daha etkili ve işlevsel olduğunu hatırlatmakta da yarar var. Başarılı sendika hikayelerinden bir başkası yine Kuzey Amerika’daki Tenement Museum örneği. Kuzey Amerika’daki göç hikayeleri ve multi kültürel yapıyı, ziyaretçilerine interaktif hikaye anlatımlarıyla tecrübe ettirmeye çalışan bu müze, pandemi başladıktan sonraki süreçte toplam 89 sergi çalışanını birden açıklamasız, tazminatsız işten çıkardı. Aralık 2020’de sendikanın da baskısıyla yazın işten çıkarılan insanların tazminatlarının geri ödenmesi ve part-time çalışanların bile kıdem tazminatı alabilmesi konularında toplu sözleşme yapılabildi. Yine bu yazı yazılırken, Kuzey Amerika’daki MET müzesi, 2021 baharı itibariyle, bazı yüklü bağışların da etkisiyle, ödenekli stajyer sistemine geçeceğini duyurdu. Bunun pandemi sürecinde belirli saatlerde açılan müzelerde ve kültür sanat alanları için oldukça kârlı olacağına ve çalışanları adaletsizlik hissinden kurtaracağına şüphe yok.
Sonuç olarak, sanatın da bir para kazanma yolu, aracı olduğunun farkına varıp bunu olabildiğince sömürüsüz, hakkaniyetli ve başkalarına zarar vermeden icra edebilmek öğrenilmesi gereken şeylerden biri. Sanat dahil her şeyin kocaman bir endüstrinin bir parçası olduğunun farkına varabilmek de politik bir tavır almayı gerektiriyor. Görünen o ki örgütlenmek, tüm bu yapısızlıkların, kapitalizmin hızlı gözden çıkarmalarının önünde kurulabilecek tek bariyer. Belki pandemi dönemi, tüm bu gönüllü olarak katlandığımız sömürü biçimleri üzerine düşünmemize de yarar, kim bilir?
İşverenlere not: Burada!
*Peki bu arada iyi şeyler de olmadı mı? Freelance, güvencesiz ya da kısa dönemli çalıştırılan insanların imdadına Ofissizler Dayanışma Ağı yetişti. İlk zamanlar Hazzopulo’daki mekanlarında haftalık toplantılarını yapıyor, güvencesiz freelance çalışma alanlarındaki dayanışmayı kurmaya çalışıyorlardı. Pandemide onlar da Zoom buluşmalarıyla gittikçe belirsizleşen, zaman-mekan sınırı tanımayan iş saatlerine deva olmaya devam ettiler.
Görsel: Adad Hannah, Unwrapping Rodin (Blue) 4, 2010.