Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.
Bizi tüfeklerden ve babaların intiharından koru.
John Berrryman
4 bölümlük bir mini dizi, Olive Kitteridge (Lisa Cholodenko, 2014).
Olive’in hayatına koyacağı nokta ile başlıyor. Veda mektupları ve piknik örtüsü ile ormana gelir, örtüyü serer, radyosunu açar, silahını çıkarır, gökyüzüne bakar. İntihar edecektir.
25 sene öncesine gideriz. Kocası ve oğluyla beraber bir evde yaşayan Olive’e kocası Henry, sevgililer günü hediyesi olarak bir kart verir, Olive okur ve çöpe atar. Kocasının ne yapsa olduramadığı o an, Olive’in mutsuzlukla herhangi bir sabaha uyandığını anladığımız an, Olive’den nefret ettiğimiz, kocasına acıdığımız an. Bu anlardan ibaretse evlilik, neden sürer o zaman? Olive bu evlilik yüzünden mi intihar edecekti? “Babam mutfakta ağzına silahı dayayıp vurdu kendini,” der Olive, annesi intihar etmiş öğrencisine. Dümdüz söyler, “babam marangozdu,” der gibi sakin. “Olive burada kırıldı hayata” diye düşünür insan. Burada kırıldı ve nasıl katlandı bu acıya? Niçin uyandı her sabah? Neyle devam etti yaşamaya?
Film sürer. Hayat sürer. İnsan sandığından daha fazla.
Herkes kırıklarıyla bir yol bulup baş eder. Olive de bulmuştur, görürüz onu, iş-güçle, görev ve sorumluluklarla, öyle başeder acısıyla. Disiplinli bir öğretmen, çocuğuna sebze yedirmeyi ihmal etmeyen anne, bahçesindeki çiçeklere emektar bir bahçıvan, kocasına sofra kuran bir eş. İnsan çok çalışkan olarak da kaçar bazen, hatta kahraman olur kusuru öyle kaybolur.
Sabahları uyanmaya devam eder Olive, hayatı hizaya getirmek için duvarlarını yükseltir, ne kırıkları ne de yarası duvarlarının ardından görünür. Olive’in duvarlarından sızan tek gülümseme, cebinde şiir kitabı taşıyan O’Casey’dir. Okul koridorunda duvara yaslanır ikisi, elma soyar O’Casey, Olive yandan tevazuyla gülümser. Yeryüzünde yalnız onlar varmış gibi bir tamlıkla şiir okur adam: “Sararmış bir ormanda ayrıldı yol ikiye, hem ikisine birden gidemediğim, hem de tek yolcuları olamadığım için üzüldüm. Durdum da baktım öyle uzun uzun yollardan birine çalıların arasında kıvrıldığı yere dek.”* Şiir yarım kalır, elma kabuğu yere düşer. Olive sınıfa geçer. O evlilikte olmadığına göre Olive, burada mıdır aslında? Bir yerde olamayan insanın, böldüğü diğer tarafının da varlığından söz edilebilir mi? Yoksa tam da bir yerde olamamak için seçtiği güvenli su, olmayacak bir ilişki içinde, bir görünüp bir kaybolacak hülyalı bir gezinme midir? Rüyada gibi.
Hayata bir yerinden bir kez kırılan insan, arafta asılı kalır sanki, burada olsa da burada değildir. Burada değilse nerededir? Bunu en çok yakınındakiler bilir. Ördüğün duvarlarına çarpanlar, duvarından yakınırlar, çarpıp çarpıp geri dönmelerinden, yokluğundan, aslında orada olmayışından, yani aslında sevilmediklerinden.
Zaman geçer, koca felç olur. Olive şimdi yakınlaşabilir kocayla, sevmeyi aczi olana acımak mı sanır acaba? Bundan anlarız sanki hiçbir zaman sevilmemiştir, ya da sevilmiştir de artık eski bir anı gibidir bu sevgi.
Çocuk büyür, çocuk doktor olur, çocuk terapiye gider, “mutlu ve iyi geçen çocukluğunu terapiste anlatmasını” ister çocuktan Olive. Ona göre “zeytinyağı gibi üste çıkmak için anneyi suçlar çocuklar”, çocuğun terapisti her anneyi ürpertir. Böylece Olive’in tek çatışması başlar, ama iş işten geçmiş midir? İş işten geçince yüzleşmek bir işe yarar mı?
Bir cepte intihar dolaşır, diğer cepte sabah uyanmak için bir sebep arayışı. İntiharın etrafa ceza olduğunu söyleyen ezbere inat, hayatta kalmak bir tercih olur, Olive kendisiyle yüzleşir: “Bu dünya beni şaşkına çeviriyor, henüz ondan ayrılmak istemiyorum.” der, tercihini yapar, piknik örtüsü üstündeki denemesi nokta değil, virgül olur.
Olive’in köşelerine çarpa çarpa kendi köşelerimize varırız. Bekler Olive orada bizi. Başlarda nefret ettiğimiz kadını, çıkardığı külotlu çorabını elbisesinin altına saklayışı, durup durup geğirmeleri, gömleğini alttan çekip kendine çekidüzen verişi, yürürkenki tokluğu, arada ağzının hemen kenarından teveccüh ettiği gülücükleri ile usul usul severiz, bir sürü şey öğretir bize; nezaket ile maskenin birbirine eş olduğunu sezdirir mesela, sarmayacağı yarayı deşmez asla, aslında şefkat böyle olmalı deriz, ah yasını tutabilseydi önceden gecikmeseydi hayata bu kadar…
Bu kez Olive’i çok severiz.
İşten güçten görevden azade, sadece dünyanın içine uyanacağımız sabahlar için, “birkaç kıytırık çiçek için”,
bizi sapasaran o şaşkınlığa fırsat vermek için,
geç kalmadan kendimizle karşılaşmalar
Olive sen çok yaşa
e mi…
* Robert Frost / Gidilmeyen Yol. Çeviri:nazo82