Salgının dünya çapında ifşa ettiği ve tetiklediği şiddet üzerine kapsamlı bir araştırma.

MEYDAN

Korona Şoku ve Patriyarka – 1. Bölüm

Tricontinental’da yayınlanan 5 Kasım 2020 tarihli “CoronaShock and Patriarchy” başlıklı çalışmanın çevirisidir. Salgının çeşitli topluluklar üzerindeki etkisini 4 ana başlıkta inceleyen bu kapsamlı araştırmayı 4 bölümde yayınlayacağız. Önsözü Arjantin’in Kadın, Toplumsal Cinsiyet ve Çeşitlilik Bakanı Eli Gómez Alcorta yazdı. 

 

 

Önsöz

 

Ülkemizde zorunlu koruyucu sosyal izolasyon kararı alındığında 8 Mart’ın üzerinden sadece birkaç hafta geçmişti. Kadın ve LGBTQIA+ hareketleri, politik gündemlerini ve taleplerini bu tarihte bir kez daha dile getirmişti. Bu talepler, hayatın her alanında karşımıza çıkan toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve eşitsizliği ortadan kaldırmaya yönelikti.

 

COVID-19 salgını, feminist ve sosyalist hareketlerin bir süredir dile getirdiği birçok şeye görünürlük ve açıklık getirdi. Bunlardan ilki eşitsizlik, dışlanma, nefret ve ayrımcılığın eşi benzeri görülmeyen korkunç bir seviyeye ulaştığı bir sistemde sanki bunlar “normalmiş” ya da “doğalmış” gibi yaşıyor olmamız. Eğer bu “normalliğe” bir son vermezsek dünyanın ve insanlığın sonuna doğru yokuş aşağı yuvarlanacağımızı söylemek abartılı olmaz. İkinci olarak, COVID-19, devlet müdahalelerinin, özellikle insanları ve sağlığı önemseyen, hayatı koruyan devlet müdahalelerinin ne kadar önemli olduğunu küresel çapta bir kez daha göstererek devletlerin önemini ortaya koydu. Salgın, tarih boyunca kadın işi olarak görülen, toplumsal ve ekonomik açıdan değersizleştirilen ve gün geçtikçe güvencesiz hale gelen işlere ışık tutarak bakım emeğinin önemini daha önce hiç görmediğimiz bir şekilde bize gösterdi.

 

Halihazırda var olan eşitsizlikler görünür hale gelmeye devam ediyor. Evi olanlar ile gecekondularda yaşayanlar karantinayı aynı şekilde deneyimlemiyor. Çalışmak zorunda olanlar ve olmayanlar için; yol, internet, toplu taşıma gibi yeterli altyapıya ulaşımı olanlar ve olmayanlar için; su tesisatı olanlar ve olmayanlar için; kadınlar ve erkekler için; natrans kadınlar ve trans kadınlar için karantina aynı şey değil. Toplumun farklı kesimlerinin bugünkü sağlık krizinden farklı şiddette etkilenmesinin nedeni, sanki politik bir sorun değilmiş de doğal bir şeymiş gibi normalleştirilen bu eşitsizlikler oluyor.

 

Bu”‘normalliğin” parçası olan eşitsizlik ve baskılar, kadınlar ve LGBTQIA+’lar için toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin, yoksulluğun artması ve bakım emeğinin artmasıyla omuzlarına aşırı miktarda bakım emeği yüklenmesi olarak tezahür ediyor.

 

Bugün mücadelesini verdiğimiz büyük sorunlar, şu anki krizi dikkate alarak üstesinden gelecek bir strateji oluşturmak ve salgının bizi daha da yoksullaştırmasının, daha çok şiddete, daha çok sömürüye maruz bırakmasının önüne geçebilmek. Bunun yanında, şiddeti ve eşitsizliği yeniden üreten güç ilişkilerini bozacak yapısal dönüşümler için de çalışmamız gerek.

 

Popüler feminizmin savunucuları olarak oynadığımız rol, bizi bekleyen görevlerin merkezinde yer alıyor. Ülkemizde kadın hareketi ve feminist harekete dair politik gündemi tartışmak, birbirimizle bir şeyler paylaşmak ve ülkenin dört bir yanında organize olmak için 34 yıldır binlerce kişi bir araya geliyoruz[1]. Tarihimizde işçi örgütlenmeleri, haklarımız ve yaptığımız işlerin tanınması için verdiğimiz mücadeleler var. Ülkemizde verilen insan hakları mücadelesinde, hareketimizin tarihinde yer alan madre’lerde ve abuela’larda[2] kendi yansımamızı görüyoruz.

 

Kadın hareketi son birkaç yılda büyük güç kazandı. Ni Una Menos [Bir Kişi Daha Eksilmeyeceğiz] hareketi 5 yıl boyunca Arjantin sokaklarında devam etti. Toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin önüne geçmek ve bu şiddete maruz kalanlara destek olmak için acilen uygulanması gereken kamu politikalarını gündeme getiren hareket, “no nos maten más,” yani “bizi öldürmeye son verin” nidalarıyla sesini duyurdu. Dönemin hükümeti Cambiemos [Değişelim] partisinin[3] ve neoliberalizmin etkisini arttırmasıyla harekete ilişkin tartışmalar yeni gündemi takip etti. Ekonomik kriz zamanlarında yoksulluk ve neoliberal politikalar feminist bir mesele haline geliyor, kadınları ve LGBTQIA+’ları daha çok etkiliyor, eşitsizliklerin daha da artmasına neden oluyor. Ancak hareket örgütlenerek tepkisini gösterdi. 2016 yılında gerçekleşen ilk kadın grevinin ve 2018’de kürtaj tartışmaları sırasında gerçekleştirilen “yeşil dalga” hareketinin önderliğini yapan kadın hareketi, kadın ve LGBTQIA+ hareketinin zamanın en dinamik aktörlerinden biri olduğunu gösterdi.

 

Bizden önce gelenlerin, Patria Grande’mizdeki[4] [Yüce Vatan] ve dünyadaki kız kardeşlerimizin verdiği mücadelelerin açtığı yoldan giden bizler, bu krizden şimdi olduğumuzdan daha iyi bir şekilde çıkabilmek, her şeyi tartışmaya açmak ve bu tartışmaların popüler, yenilikçi ve feminist bir uzlaşıya dayandığından emin olmak için çaba göstermeliyiz.

 

Giriş

 

Korona Şoku serimizde dünyayı hızla etkisi altına alan bir virüsün günümüz toplumsal, politik ve ekonomik sorunlarını nasıl gözler önüne serdiğini tartışmıştık. COVID-19, burjuvazi toplumsal düzenin çöküşünü açığa çıkarırken, dünyanın sosyalist bölgelerinde ortaya çıkan direnişlere de tanık olmamıza vesile oldu.

 

Bu küresel sağlık, politik, ekonomik ve toplumsal krizin ortasında, günlük hayatta meydana gelen yıkıcı değişimlerin ceremesini en çok çeken taraf çoğunlukla kadınlar. Çocuk, yaşlı ve hasta bakım işleri arttı, kadınlar ve LGBTQIA+ bireyler istismarcılarıyla beraber karantinaya girmek zorunda kaldıkları için toplumsal cinsiyete dayalı şiddet vakaları çok yüksek rakamlara ulaştı. Dünyanın her yerinde ülkeler salgının farklı evrelerini yaşarken 2020 yılı bu yeni gerçekliğe uyum sağlamaya ve hayatta kalmaya çalışarak geçecek gibi görünüyor.

 

Dünyanın dört bir yanındaki pek çok ülke, aylardır farklı fiziksel mesafe ve karantina yöntemleri ve kademeleri deniyor. Bazı ülkeler karantina önlemlerini hafifletip ekonomiyi yeniden canlandırmaya çalışırken diğerleri yeni enfeksiyon eğrisini düzleştirmeye çalışıyor. Küresel çapta toplumların karşısına yeni zorluklar çıkmaya devam ettikçe bu büyük toplumsal ve ekonomik kayıpları telafi etmek ne kadar zaman alacak belli değil.

 

Bu çalışmada, mevcut sağlık krizini daha kapsamlı bir şekilde anlamaya çalışıyoruz, bu da onu toplumsal ve ekonomik bir kriz olarak da anlamamız gerektiği anlamına geliyor. İlk olarak krizin toplum ve işgücü üzerindeki etkilerini ele alacak ve salgının ön saflarında yer alan sağlık çalışanları, temel hizmet çalışanları, kayıt dışı çalışanlar ve toplumun en savunmasız üyelerinin ne gibi sonuçlarla karşı karşıya kaldığını inceleyeceğiz. İkinci olarak bakım emeğinden bahsederken alınan karantina ve fiziksel mesafe önlemlerinin bakım emeği verenler üzerindeki etkilerini ele alacağız. Üçüncü olarak, karantina döneminde artan ataerkil şiddeti tarihsel açıdan analiz ederek ve özellikle Küresel Güney’de yaşanan son politik olaylarla şiddet olaylarında yaşanan bu artış arasındaki bağlantıyı kurarak ele alacağız. Bu küresel krizle yüzleşirken daha adil, daha insancıl ve daha eşit bir toplum inşa etme amacıyla dünyanın her yerinden kadınlar ve feminist örgütler tarafından öne sürülen taleplerin listesini bu çalışmanın sonunda sunacağız.

 

Korona Şoku’nun Topluma ve İşgücüne Etkisi

 

Kapitalizm tarihinde görülen en kötü krizi yaşıyoruz. Bu krizi tetikleyen minik, gözle görülemeyen virüs, Tricontinental Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün direktörü Vijay Prashad’ın sözleriyle, bütün dünyayı karantinaya girmeye zorlayarak “modern tarihin en büyük istemsiz genel grevine” sebep oldu. Küresel işgücünün yarısından fazlası işsiz kaldı ve/veya evden çıkmıyor. Bu da dünyanın ekonomik büyüme oranlarını fazlasıyla etkiliyor. İşgücü değer üretir ve işçiler karantinaya girmek zorunda kaldığında hiçbir ekonomi bunun sonuçlarından kaçamaz. Küreselleşen dünyada tedarik zincirleri ve endüstriyel tesisler faaliyetlerinin bir kısmını ya da tamamını durdurmak zorunda kaldığında, bunun yol açtığı ekonomik etkiler dünyadaki her ülke için, özellikle Küresel Güney ülkeleri için yıkıcı oluyor.

 

Neoliberal modelin uygulanması bugün karşı karşıya olduğumuz zorlukların üstesinden gelmeyi daha da karmaşık bir hale getirdi. Bu model vergi indirimlerini, özelleştirmeyi ve dış kaynak kullanımını teşvik ettikçe devletler gittikçe güçsüzleşiyor, bütçelerinde kesinti yapıyor ve sosyal yatırımları azaltıyor. Kemer sıkma politikaları, minimal devlet, işçi sendikaları ve —ister sağlık hizmetleri ister sosyal hizmetler ya da toplumun en savunmasız kesimlerine yardıma adanmış hizmetler alanında olsun— sosyal kuruluşların zayıflaması, salgınla mücadele edebilmek için gerekli olan sosyal ve kamusal kaynakları tehlikeye attı. Bu şartlar altında, sağlık sistemi ve sosyal hizmet sistemleri çöktü ve bu durum temel insani yardıma ulaşımın azalmasına sebep oldu.

 

Kruttika Susarla / İlerici Politikalar için Sanatçılar (Hindistan), 1 Mayıs 2020.

Bu 1 Mayıs’ta mitingler düzenleyemiyoruz belki ama Hindistan tarihinde kırmızı bayrağın gölgesinde yapılmış en önemli ve etkili mitinglerin bazılarını anıyoruz.

 

Neoliberal Kamusallaşmanın Sonuçları

 

Sağlık sadece bireylerle ilgili değildir; karmaşık, toplumsal olarak belirlenmiş bir süreçtir. Sağlık sorunları, önleme stratejileri ve tedavi süreçlerini bireysel seviyeye indirgeyen biyomedikal görüşler üzerine yoğunlaşan halk sağlığı tartışmalarında bu noktaya değinilmiyor. Bu neoliberal proje, evrensel ve toplumsal bir hak olan sağlığa büyük ölçüde ciddi bir tehdit oluşturuyor. Neoliberal ideoloji insan hakları, evrensellik, eşitlik, sigorta kapsamı, temel sağlık hizmetleri ve diğer meselelere al attı ve bunları dönüştürdü.

 

Washington Konsensüsü‘nün ardından 1990’larda Latin Amerika’da egemenliğini arttıran neoliberal ideoloji, Latin Amerika’nın karşı karşıya olduğu sorunların sözde aşırı büyük kamu sektörü yüzünden meydana geldiğini ve bu sorunları çözebilmek için devlet tarafından sağlanan hizmetlerin özelleştirilmesi ve yapısal mali düzenlemelerden geçmesi gerektiği fikrini başarılı bir şekilde destekledi. Yeni teknolojilerin hayata geçirilmesi, ortak kaynakların ve malların kamulaştırılmasının damgasını vurduğu on yıllar süren neoliberal dönüşümler ve yapısal uyum politikalarından sonra, nihayetinde piyasa köktenciliği galip geldi. Bunun sonucunda verimli, sürdürülebilir ve uzun vadeli kamu politikaları yerine kısa vadeli kısmi müdahalelerde bulunuldu. Dünya Bankası, böyle bir politik ve ekonomik ortamda ve “Investing in Health”(1993) başlıklı belgeye dayanarak sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi ve metalaştırılmasını amaçlayan reformları gündeme getirerek ve bir model oluşturarak halk sağlığı alanına müdahalede bulundu.

 

Bugün karşı karşıya olduğumuz gibi sağlık krizleriyle mücadele, halk sağlığı sisteminin tahrip edilmesi, parçalanması, mülksüzleştirilmesi ve satılması sebebiyle sert bir biçimde engellendi. Dünyanın dört bir yanında yerel sistemlerin çökmesinin ardından Guayaquil, Ekvador’da olduğu gibi sokaklarda bırakılan cesetlerin ya da birçok Latin Amerika ülkesinde kazılan toplu mezarların gözler önüne serdiği acı tablo, bölgedeki neoliberal mülksüzleştirmenin boyutlarını de ifşa etti. Dünyada en çok COVID-19 vakasının görüldüğü Amerika’yı, Hindistan gibi Küresel Güney ülkeleri izliyor.

 

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, dünyada COVID-19 vakalarının  %10 kadarını sağlık çalışanları oluşturuyor. Açıkça görüldüğü üzere, salgınla mücadelede ön saflarda yer almak ve aşırı strese maruz kalmakla birlikte belirsizlik duygularıyla da mücadele etmek durumunda olmak COVID-19’a yakalanma riskini arttırıyor. Bu riskleri salgından önce de biliyorduk, ancak, salgının beraberinde getirdiği kişisel koruyucu ekipman eksikliği, uzun çalışma saatleri, işsizlik ya da kayıt dışı işlerde çalışmak zorunda kalma gibi riskler nedeniyle bu gerçeklik daha vahim bir hal aldı. Kadın sağlık çalışanları meslek hayatlarında yaşadıkları bu stresin yanında özel hayatlarında da ev işi, çocuk ve(ya) yaşlı bakımı gibi bakım işlerini sürdürmeye devam ediyorlar.

 

Temizlik personelinden, kayıt dışı bakım çalışanlarına kadar sağlık hizmetlerinde görev alan kimi çalışanları daha da yaralanabilir kılan, sağlık sektöründeki ve genel olarak da toplum genelindeki görünmezlikleri. Sınıf, cinsiyet ve ırkı kesiştiren tarihsel ve toplumsal faktörlere dayanan bir gerçek bu. Bu demek oluyor ki, sözü edilen emekçiler çalışma koşulları üzerinde daha az söz hakkına sahip, yapılan düzenlemelerden ve devlet korumasından diğer emekçiler gibi faydalanamıyorlar, dolayısıyla da sağlıkları ve güvenlikleri daha büyük bir risk altında. Güvencesizlik ve gelir kaybı korkusu giderek artarken, çalışanların örgütlenme ve sendikalaşma olasılıkları azalıyor. Bu da daha fazla aşırı sömürüye, kötü çalışma koşullarına maruz kalmalarına ve iş güvencesinden mahrum bırakılmalarına neden oluyor.

 

Salgın, sağlık sistemine ve insanlara ücretsiz, kamusal, kaliteli bir hizmet verebilmek için verilen uğraşlara yönelik uzun süredir devam eden saldırıyı ve yaralanabilirliği en fazla olan sağlık emekçileri arasında var olan cinsiyet eşitsizliğini ortaya çıkardı. Emekçilerin dikkate alındığı ve cinsiyet ayrımının son bulduğu bir dünya için mücadele etmekten başka bir seçeneğimiz yok. Bunu da sadece pencerelerimizden tezahürat yaparak değil, işçi sınıfı için elle tutulur zaferler kazanarak yapabiliriz.

 

Ön Saflarda Yer Alan Kadın Sağlık Çalışanları

 

Sağlık çalışanlarının, özellikle hemşirelerin çoğunluğunu kadınlar oluşturuyor. Birleşmiş Devletler’e göre, dünya genelinde sağlık hizmetleri alanında görev yapan işgücünün yaklaşık %67’si kadınlardan oluşuyor. Temizlik endüstrisi çalışanlarının da, sosyal hizmet çalışanlarının da çoğunu (%90) kadınlar oluşturuyor. Örneğin Brezilya’da, sağlık sisteminde (Birleştirilmiş Sağlık Sistemi, SUS) görev alan 2.7 milyon çalışanın 2 milyonu, ya da %75.4’ü kadın. Irklara göre bakacak olursak, SUS iş gücünün %8’i siyah erkeklerken, %26’sı siyah kadınlardan olmak üzere toplam %34’ü siyahlardan oluşuyor.

 

İşgücünün çoğu kadınlardan oluşmasına rağmen küresel sağlık sistemi endüstrisi çoğunlukla erkekler tarafından yönetiliyor. Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) göre, küresel sağlık kuruluşlarının %69’unun başında erkekler bulunuyor. Bunlardan yönetim kurulunda cinsiyet dengesini sağlayanlar sadece %20’yi oluştururken üst düzey yönetim pozisyonlarında cinsiyet dengesine ulaşanların oranı ise %25. DSÖ’nün verilerine göre, sektörde kadınlar daha uzun saatler çalışırken erkeklere göre %11 daha düşük ücret alıyor.

 

Arjantin’de sağlık hizmetleri sektörü,tarih boyunca, kadınların daha çok teknik, operasyonel ve temizlik görevlerinde, erkeklerin ise daha çok profesyonel ve yönetici pozisyonlarda yer aldığı bir sektör olmuştur. Ulaştığımız verilere göre, hemşirelik öğrencilerinin, hemşire teknisyenlerinin ve hemşirelik asistanlarının %82’si kadın. Tarih boyunca erkeklerin çoğunlukta olduğu tıp alanında son 20-30 yıldır bir değişim yaşanıyor ve kadınları bu alandaki mesleklerde artık daha çok görüyoruz. Günümüzde sağlık profesyonellerinin %70’i kadınken, tıp öğrencilerinin ve mezunlarının çoğunluğu da kadın. Buna rağmen yönetici pozisyonlarının sadece %40’ını kadınlar oluşturuyor. Özel sektörde cinsiyet eşitsizliği daha fazla görülüyor. Yönetici pozisyonlarının sadece %13’ünde kadın çalışanlar yer alıyor.

 

Zaman içinde kadınların bu mesleklere katılımının artmasına rağmen hastaneler, belediyelerdeki sağlık birimleri ve merkezi hükümetlerin sağlık bakanlıklarında, profesyonel dernekler, bilimsel kuruluşlar ya da işçi sendikaları gibi sağlık kuruluşlarında kadınların liderlik ve yönetici pozisyonlarındaki payı artış göstermedi. Bu durumun ücret eşitsizliğinde de payı büyük. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (Arjantin) 2018 tarihli raporuna göre sağlık sektöründe çalışan kadınlar, erkeklere göre %10-20 oranında daha az ücret alıyor.

 

Ücretler, Irk, Cinsiyet ve Sağlık İşinin Görünmeyen Tarafları

 

Diğer meslek kollarında olduğu gibi sağlık çalışanlarının yönetiminde de ayrımcılık büyük bir rol oynuyor. Bu durum, sağlık sektörünü şekillendiren ataerkil ve yeni sömürgeci köklerden kaynaklanıyor. Bunun etkileri, kadınlar ve erkekler, ırksal sınırlar arasında, alınan ücrette, eğitim düzeyinde ve liderlik pozisyonlarında yer alma oranındaki eşitsizliklerde kendini gösteriyor. Bu durum  cinsiyet ve ırk eşitliğini sağlayacak aktif politikaların hayata geçirilmesi gerektiğinin altını çiziyor.

 

Hâlâ dünyanın her yerinde ve her sektörde kadınlar, onlarla aynı işi yapan erkeklerden %20 daha az ücret alıyor ve düşük ücretli işlerde çalışan kadınların oranı erkeklerden çok daha fazla. İş yerinde kadınlar hâlâ daha beceriksiz görülüyor, daha az prestije sahibiler, terfi alma olasılıkları daha düşük ve sendikalaşma, güvenlik, güvence ve yeterli ücret gibi temel işçi haklarına erişimleri daha kısıtlı. Örneğin Brezilya’da, halk sağlığı hizmetleri sisteminde en düşük ve en yüksek ücretli işler arasında 7 kat fark var. Genel olarak kadınlara erkeklere ödenen ücretin %75’i ödeniyor, siyah kadınlar beyaz erkeklere ödenen ücretin yalnızca %60’ını alabiliyor.

 

Kadınlar ve erkeklere ödenen ücretler arasındaki eşitsizliğin yanı sıra sağlık sektöründeki resmi iş olanaklarına erişimde de eşitsizlik görülüyor. Küresel Sağlıkta Kadınlar (Women in Global Health) isimli organizasyona göre, kadın sağlık çalışanları küresel GSYİH’ye 3 trilyon dolar katkı sağlarken, yaptıkları işin yarısı tanınmıyor ya da ücretlendirilmiyor. Ücretlendirilmeyen sağlık işlerinin çoğu kadınlar tarafından yapılıyor. Arjantin’de sağlık çalışanlarının %77.1’i resmi işlerde çalışıp emeklilik planları için ödeme yaparken, erkek çalışanlar arasında bu oran %81.3 ile daha yüksek. Doktorlar gibi tıp profesyoneli olarak ve hemşire, sosyal hizmet uzmanı ve bakıcı gibi diğer sağlık çalışanları olarak kayıtlı  kadın ve erkekler arasında %5.5’lik bir fark görülüyor. Bu da, sağlık sektöründeki erkekler ve kadınlar arasındaki ücret farklılıklarını etkiliyor.

 

Salgın sürecinde kadın çalışanların popüler ekonomilerdeki[5] rolü, özellikle işçi sınıfı bölgelerinde ön plana çıktı. İnsanların su, elektrik ve hijyen gibi temel ihtiyaçlarını karşılayamadığı kentsel yerleşimler ve çevresinde sağlık krizi iyice belirgin hale geldi ve bu kötü yaşam koşullarında virüsün yayılması için bir üreme alanı yarattı. Salgın döneminde temel sağlık hizmetlerine, bilgiye ve diğer hizmetlere acilen erişim ihtiyacı olanlar, işte bu bölgelerde yaşayan kişiler.

 

Arjantin’deki kadın işçiler, işçi sınıfı mahallelerinde toplum sağlığını teşvik ederek, anketler yaparak, yaşlılara, yalnız yaşayanlara ve daha çok risk altında olanlara destek olarak ön saflarda yer alıyor. Sağlık merkezleri, hastaneler ve sağlık programlarıyla birlikte çalışan bu kadınlar kapı kapı gezerek ev sakinlerine test yapıyor, kendilerini karantinaya almak zorunda olan kişilere ve ailelere rehberlik ediyorlar. Sadece sağlık krizini yönetmekle kalmayıp aynı zamanda topluluklarına gıda sağlıyor, temel ihtiyaç maddelerini ve genel bakımlarını karşılıyorlar. Temel sağlık hizmeti veren ama sağlık sistemine kayıtlı olmayan bu toplum sağlığı çalışanları genellikle tanınmıyor ve ücret almıyor.

 

Güney Afrika’da, salgının ön saflarında önemli rol oynayan ancak genellikle geçici sözleşmelerle çalışan Toplum Sağlığı Çalışanları (TSÇ), Temmuz 2020’de bir protesto düzenleyerek tam zamanlı istihdam ve halk sağlığı kurumlarına yaptıkları katkıların tanınmasını talep ettiler. KwaZulu-Natal’da TSÇ olan Noluthando Mhlongo, “Toplulukları COVID-19 için taramamız ve test etmemiz için bize güvenilirken neden sağlık forumlarının ön saflarında kendi görüşlerimizi paylaşmamıza izin verilmiyor?” diyor.

 

Bu gerçeklerin ve yapılan önemli işlerin fark edilmesini sağlamak için verilen emekler, özellikle TSÇ’lerin mesleki eğitimden geçmesi ve yaptıkları işin karşılığında ücret almalarının savunulması politika tartışmalarına yön vermeye başladı. Bu çalışanların ücret alma, yaptıkları iş için takdir ve eşit muamele görme taleplerini dikkate almalıyız.

 

Kayıt Dışı Çalışanlar ve İşsizlik

 

Salgının başından itibaren gittikçe küçülen ekonomi ile birlikte çoğu insan kendisini ve ailesini nasıl geçindireceği gerçeğiyle karşı karşıya kaldı. Bu acı gerçek kayıt dışı çalışanlar, işsizler ve kadınlar için daha da ciddi. Salgından önce kayıt dışı ekonominin büyük çoğunluğunda kadınlar yer alıyordu. Şimdiyse bir sürü kadın salgının ortasında işlerini ve gelirlerini kaybediyor.

 

Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) göre, krizden en çok etkilenen sektörlerde çalışanların büyük çoğunluğu kadınlardan oluşuyor. Dünya çapında çalışan tüm kadınların yaklaşık 510 milyonu (%40’ı) salgından en çok etkilenen dört sektörde çalışıyor: oteller, restoranlar, perakende ve imalat. Ev işlerinde ve sosyal hizmetlerde çalışanların da çoğu kadın. Bu da onları COVID-19’a yakalanmaları ve enfekte olmaları halinde gelir kaynaklarını kaybetme riskiyle karşı karşıya getiriyor. Ayrıca bu kadınların sosyal güvenceye erişme olasılıkları da daha düşük.

 

ILO, krizin Latin Amerika ve Karayipler’de, bilhassa kayıt dışı çalışan işçiler arasında göreli yoksulluk oranlarında artışa sebep olabileceğini belirtiyor. Kayıt dışı işçiler genellikle istikrarsız işlerde çalışıyor, düşük ücret alıyor ve acil sağlık durumlarında ya da işsiz kalmaları halinde onlara destek olacak sosyal güvenceleri olmuyor ve işçi haklarından mahrum bırakılıyorlar.

 

Resmi sektör kadınlara kapılarını kapattığında, kadınların zaten tarih boyunca zorunda bırakıldıkları gibi gayri resmi sektörde çalışmaktan başka bir alternatifi kalmıyor. Bu sektörde güvencesiz çalışma koşullarına maruz kalıyor, düşük ücret alıyorlar. Şehir yetkililerinin, geçimlerini sürdürebilmek için kamusal alanlara erişim sağlamak zorunda olan sokak satıcıları ve diğer kayıt dışı çalışanlar üzerinde kurduğu baskı kadınları daha çok etkiliyor. Elimizdeki verilere göre, Güney Afrika Kalkınma Topluluğu (SADC) içindeki toplam ticaretin yaklaşık %30-40’ını kayıt dışı sınır ötesi tüccarların yaptığı tahmin ediliyor. Güney Afrika’da kayıt dışı ve sınır ötesi ticaret ülke çapında durma noktasına geldi. Ülkedeki 35 kara sınır karakolu ile birlikte Mozambik ve Zimbabve gibi komşu ülkelerdeki diğer sınır karakolları da kapatıldı. Güney Afrika’daki sınır kasabası Komatipoort gibi yerlerde kadınların meyve tezgahlarını topladığı manzaralar sık görülür hale geldi. Çoğunluğu kadın olan bu işçiler gelir kaynaklarını kaybediyor. Ne zaman çalışmaya devam edebileceklerine dair belirsizlikle baş başa kalıyorlar.

 

Salgından önce 1.6 milyonu aşan sayıda insan, yani küresel işgücünün yarısı, gayri resmi sektörde çalışıyor ve sürekli olarak geçim kaynaklarını kaybetme riskiyle yaşıyorlardı. Birleşmiş Milletler’in tahminlerine göre, dünya genelinde kayıt dışı çalışan kişiler salgının ilk ayında gelirlerinin %60’ını kaybetti. ILO’ya göre, Latin Amerika ve Karayipler gibi işçilerin aynı zaman dilimi içinde %80 gelir kaybına uğradığı yerlerde rakamlar daha vahim seyrediyor. Bölgedeki kayıt dışı çalışanların %59’u serbest çalışırken %31’i mikro ve küçük işletmelerde çalışıyor. Salgının başından beri sadece Brezilya’da 600.000’den fazla mikro ve küçük işletme kapanmak zorunda kaldı. İşsizlik rakamlarının da yıl sonuna kadar ikiye hatta dörde katlanması bekleniyor.

 

ILO Gözlem’e göre, Hindistan’da işgücünün yaklaşık %90’ı gayri resmi sektörde istihdam ediliyor. Bu da gayri resmi sektörü ülkedeki en büyük ekonomi yapıyor. Aynı rapora göre, Hindistan’da kriz etkisini arttırdıkça gayri resmi sektörde çalışan yaklaşık 400 milyon insan aşırı yoksulluk yaşayacak. Sektörün güvencesizliği kadınları çok daha fazla etkiliyor. Hindistan’da iş gücünün bir parçası sayılan kadınların %94’ü hala gayri resmi sektörde çalışıyor. Hindistan’da gayri resmi sektörde çalışan ve ülkenin gayrisafi yurtiçi hasılasına önemli katkı sağlayan çok sayıda işçiye rağmen bu çalışanların refahları ihmal ediliyor. Bharatiya Janata Partisi (BJP) hükümetinin, sekiz saatlik iş gününe yaptığı saldırı da dahil olmak üzere iş yasalarını zayıflatmasıyla Hindistan’daki işçiler daha fazla sorunla karşı karşıya kalıyor.

 

Yine ILO Gözlem’e göre, ‘dünyada çalışanların %94’ü iş yerlerine kapatmalar uygulayan ülkelerde yaşıyor’ ve bu insanların çoğu salgın döneminde işlerini kaybetti. Bunun yanında salgın gittikçe artan anksiyete ve depresyonu da beraberinde getirdi. Gayri resmi sektör çalışanlarının karşı karşıya kaldığı güvencesiz durum da her geçen gün kötüye gidiyor. Dünya genelinde, ‘Ankete katılan gençlerin yarısından fazlası, Covid-19 salgını başladığından beri anksiyete ve depresyona karşı daha savunmasız hale geldi. Ankete katılan her 6 gençten 1’i çalışmayı bıraktı ve anketteki kadınların %60’ı, erkeklerin ise %53’ü kariyerlerinin geleceğine belirsizlik hisleri ve korkuyla bakıyor. En yüksek anksiyete ve depresyon riski taşıyan grup çalışmayı bırakan gençler’.

 

Yeni bir tür esnek ekonominin ortaya çıkması güvencesizliği ve kayıt dışılığı daha da kurumsallaştırıyor. İşin “überleşmesi” olarak da anılan bu yeni olgu, çalışma şartlarında ve iş güvenliğinde on yıllarca süren değişimlerin ve bozulmanın bir sonucu. Bu süreç, ‘tam zamanında’ işgücü yaratarak aşırı sömürünün artmasına yol açtı. Bu sistem, çalışanların her an iş verene hesap vermeye hazır olmasını gerektirirken çalışanların ancak talep olduğu zaman işe çağrıldığı bir sistem. Çalışanlar, iş teslim vaktine kadar ya da verdikleri geçici hizmet bitene kadar saat başı hatta dakika başı ücret alıyor. Bunun sonucunda da iş gelmediği zaman şirketlerin yerine çalışanlar zararlı çıkıyor. Genç çalışanlar ve yoksul kadınlar (çoğunlukla beyaz olmayan ve/veya göçmen kadınlar) bu durumdan çok daha fazla etkileniyor. Bu ekonomi, iş bulmanın ve gelir elde etmenin zorlaştığı bu dönemde çok sayıda insanın alternatif olarak tercih ettiği güvensiz bir istihdam kaynağı haline geldi.

 

Rakamlar artmaya devam ettikçe dünya genelinde giderek daha çok insan yoksul düşecek, bundan en kötü etkilenenler ise kadınlar olacak. Kadınlar kayıt dışı işlerde çalışarak, kamusal alanlarda sokak satıcılığı, çöp toplayıcılığı, geri dönüşüm, küçük ölçekli çiftçilik gibi işler yaparak bir şekilde idare ediyorlar. Fiziksel mesafe ve karantina önlemleri, genellikle evin geçimini sağlayan kişi olan bu kadınların günlük geçimlerini tehdit ediyor. Çünkü işlek caddelerde, pazaryerlerinde ve küçük işletmelerde geçimini sağlayan bu kadınlar evden, uzaktan ya da çevrimiçi çalışamazlar.

 

Küresel Güney’de Ücretli Ev İşleri

 

Dünya genelinde 67 milyon ev işçisi, gayri resmi işgücünün önemli bir sektörünü oluşturuyor. Yüzde sekseni kadınlardan oluşan bu sektör, dünyanın büyük bir kısmında da gayri resmi sektörün büyük çoğunluğunu oluşturuyor. İş güvencesinin olmaması ve güvencesiz koşullar gibi diğer kayıt dışı çalışanların da muzdarip olduğu sorunların yanında ev işçileri diğer güvencesiz işçilere sağlanan sınırlı korumalardan da mahrum bırakılıyor.

 

Hindistan’da ev işçilerinin çoğu ne pazarlık gücüne ne de iş garantisine sahip olan kadınlar ve kızlar. Asgari ücret veya ödenek gibi gayri resmi sektördeki işçilere bile sağlanan sosyal güvenlik yardımları ya da hukuki korumalardan yararlanamıyorlar. Okuma yazma oranlarının ve eğitim seviyelerinin düşük olması nedeniyle korkunç çalışma koşullarına, iş güvensizliğine ve düşük ücretlere karşı daha savunmasız oluyorlar. Salgın nedeniyle pek çoğu işini kaybettiği ya da verdiği hizmetin ücretini alamadığı için savunmasızlıkları daha da kötüleşti. Ulusal Numune Araştırma Ofisi’nin (NSSO) resmi rakamlarına göre, Hindistan’da 4.2 milyon ev işçisi bulunuyor. Ancak bazı araştırmalara göre, ev işçilerinin gerçek sayısı 50-90 milyon arasında. Yani resmi rakamın on katından fazla.

 

Latin Amerika’da kayıt dışı çalışanların üçte biri ev işçilerinden oluşuyor. Brezilya’da ev işçilerinin %97’sini kadınlar oluşturuyor. Ev dışında çalışan tüm erkeklerin sadece %1’ini erkek ev işçileri oluşturmasına rağmen, kadın ev işçileri aynı işi yapan erkeklerin aldığı ücretin %78.44’ünü alıyor. Ülkedeki yaklaşık 7 milyon kadın ev işçisinden neredeyse 5 milyonu herhangi bir iş güvencesine sahip değil (dolayısıyla kayıt dışı istihdam ediliyor) ve günlük işçi olarak çalıştırılıyorlar. Bu işçiler diğer ev işçilerine göre daha az ücret alıyor, resmi çalışan ev işçilerinden %60 daha az kazanıyorlar.

 

Güney Afrika’da çoğu kadınlardan oluşan 1 milyondan fazla ev işçisi ülkedeki toplam işgücünün %8’ini oluşturuyor. Ev işçilerinin bazıları iş verenlerin evinde yaşarken, büyük şehirlerin dışında ya da çevre şehirlerde yaşayan diğer işçiler her gün işe gidip gelirken uzun saatlerini yolda geçiriyor. Salgın döneminde bu işçilerden bazıları ücretli izine ayrılabilmiş ve aileleriyle evde kalabiliyor ancak fiziksel mesafe uygularlarsa kayıt dışı çalışan günlük işçilerin çoğu geçimini sürdüremez. Bu durumda onlara iki seçenek kalıyor: ya güvenlik önlemlerine uymak, COVID-19 riskine karşı evde kalmak ve muhtemelen aç kalmak ya da evden çıkarılmak ya da önlemlere uymayıp enfekte olma riskini artırmak ve gelir kaynağını garanti altına almak.

 

Ekonomik kriz derinleştikçe, ev işçileri karantina önlemleri kalktıktan sonra işlerine devam edip edemeyeceklerine dair korkularla baş başa kalıyor. Güney Afrikalı ev işçileri sendikalarına göre, iş veren orta sınıf ailelerin kriz döneminde geçim sıkıntısı yaşaması nedeniyle ücret kesintisi yaşama riski en çok olan sektörlerden biri ev işçiliği. Belgesiz göçmen kadınlar böyle bir durumda daha savunmasız kalıyor.

 

Birçok ülke ekonomik yardım planlarını açıklasa da gayri resmi sektöre yönelik bu tür tedbirler almada geciktiler, uygulamaları ertelediler ve sağlanacak yardımlarda kesintiye gittiler. Bütün bunlar olurken zenginler salgın döneminde daha da zenginleşti. Yakın tarihli bir Oxfam raporuna göre, örneğin Latin Amerika ve Karayipler’de bu yıl Mart (salgının başlangıcı) ile Haziran ayları arasında en zengin grupların kazandığı servet bölgede uygulanan ekonomik teşvik paketleri için ayrılan fonların üçte birine tekabül ediyor. Latin Amerika’da çok sayıda insan işini ve gelir kaynağını kaybederken ülkedeki 73 milyarder bu süreçte servetini 48.2 milyon dolar arttırdı. Mart ile Temmuz sonu arasında bölgede 8 kişi milyarder oldu, yani iki haftada bir kişi. Bu sırada, Latin Amerika ve Karayipler’de 2020 yılında 40 milyon insanın işsiz kalması ve 52 milyon insanın yoksul düşmesi bekleniyor.

 

Neoliberal devletler insanlığa hizmet etmiyor. Kapitalist düşünce yapısı ev işçilerini, kayıt dışı işçileri ve işsizleri görmezden geliyor. Onlara başarı vadederken daha çok sömürüye, daha düşük ücretlere ve daha güvencesiz hayatlara maruz bırakıyor. Kapitalizm açlık ve sefalette onlara destek olmuyor. Eduardo Galeano’nun güzel dizeleri gibi, burası bütün “hiç kimselerin” öldüğü bir dünya:

Hiç kimseler: hiç kimselerin çocukları, hiçlerin sahipleri. (…)

Dünya tarihinin sayfalarına değil de yerel gazetelerin zabıta sayfasına geçenler.

Canlarını alacak kurşuna bile değmeyen hiç kimseler.[1]

 

Artan Toplumsal Savunmasızlık: Yoksulluk, Tahliyeler ve Zorunlu Göç

 

COVID-19 döneminde kapitalist sistemin ve devletlerin zalimliği, insanlığı sınırına dayandırdı. 2019-2021 yılları arasında kadınların yoksulluk oranının %2.7 azalacağı umut edilirken salgın nedeniyle bu oranın %9.1 artması bekleniyor. Bu, 2021’e kadar 47 milyonu kadınlar ve kız çocukları olmak üzere toplam 96 milyon insan aşırı yoksulluk yaşayacak demek oluyor. Bu da aşırı yoksulluk içinde yaşayan kadın ve kızların sayısını 435 milyona yükseltecek.

 

Bu durum, salgın sürecinde kapitalist devletlerin insanlık yerine kar etmeyi düşündüğü için uyguladığı politikaların bir sonucudur. Tricontinental: Toplumsal Araştırma Enstitüsü’nün yaptığı yeni bir araştırmaya göre, Kerala’dan (Hindistan) Venezuela’ya ve Vietnam’a sosyalist hükümetlerin olduğu yerlerde izlenen politikalar ise bunun tam tersi oldu.

 

Uygulanan acımasız politikalardan bazıları salgının ortasında bireyleri, aileleri ve toplulukları tahliye etmekti. Kadınlar ve çocuklar evsiz kaldı ve bunun sonucunda geçimlerini kaybetti. Brezilya’da bu yılın Ağustos ayında Topraksız Kır İşçileri Hareketi (MST) kampından tahliye edilen aileler de aynı şeyi yaşadı. Güney Afrika’da tahliyeler hala devam ederken, karantina uygulanacağı halka kısa bir süre önce haber verilen ve yeterli devlet desteği sağlanmayan Hindistan’da insanlar göçe zorlandı. Bu iki örnek, kapitalist devletlerde yaşayan çoğu insanın salgının ortasında karşı karşıya kaldığı gerçeklerdi.

 

Hindistan’da karantinanın 23 Mart 2020’de uygulanmaya başlayan ilk fazı sadece dört saat önce halka duyuruldu ve 21 gün sürdü. Daha sonra uzatılan karantina önlemleri için yeterli bir uygulama haritası çizilmemişti. İnsanların karantina önlemlerine nasıl uyacağı, ortada kalırlarsa nereye gidecekleri, aniden geçim kaynaklarını kaybedenlerin karınlarını nasıl doyuracağı ve temel yaşamsal ihtiyaçlarını nasıl gidereceğine dair sorular havada asılı kaldı. Bunun sonucunda Hindistan, Hint yarımadasının 1947’de Hindistan ve Pakistan’a ayrıldığı Büyük Bölünme’den bu yana görülen en büyük yaya göçüne tanıklık etti. Fırsat eksikliğinden kaynaklanan göçler yeni bir şey olmasa da salgın ve beraberinde gelen karantina uygulamaları bu sorunu gün ışığına çıkardı. Ekonomi Araştırması’na (2017) göre, Hindistan’a mevsimsel ve dönemsel göçmen olarak gelen 139 milyona yakın insan, fabrikalardan ofis binalarına ekonominin devamını sağlayan önemli işlerde çalışıyorlar.

 

Buna rağmen göçmenler, hükümet programlarına dahil edilmiyor. Kırsal bölgelerde yaşayan ve iş bulmak için kentlere taşınan göçmenler kiralık odalarda kalıyor, para biriktiremiyor ve düzenli gelir elde edemiyorlar. Kalacak yeri, yiyeceği, geliri ve eve gidebilmek için birikimi olmadığı için büyük metropolitan şehirlerde mahsur kalan göçmen işçilerin çektiği zorlukları anlatan bir sürü rapor karantinadan sonra ortaya çıktı. Bu işçilerin on binlercesi, karantinanın ilk döneminde köylerine ve memleketlerine dönmek için herhangi bir ulaşım imkanı ya da araç olmadan yüzlerce kilometre yürümek zorunda kaldılar.

 

Göçmen işçilerin bu durumuna karşı hükümetin harekete geçmekte başarısız olduğunu gören Hindistan Yüksek Mahkemesi tarafından duruma müdahale edildi ve 26 Mayıs’ta ilk karar, 28 Mayıs’ta onu izleyen geçici karar ve 5 Haziran’da ise tam karar verildi. Hükümetin mahsur kalan göçmen işçilere yeterli imkanları sağlayamaması ve karantina sürecinde onlara ulaşım imkanı tanınmaması alınan kararlarda vurgulandı. PRS Legislative Research’un raporuna göre Yüksek Mahkeme, merkezi hükümetin ve eyaletlerin göçmen krizine yönelik uygulamalar devreye sokarak sorumluluk almasını emretti. Mahsur kalan göçmenlere ücretsiz gıda dağıtımı yapmak, göçmenleri alacak eyaletin kararın çıktığı 9 Haziran tarihinden itibaren 15 gün içinde ve en kısa zamanda ulaşım masraflarını üstlenmesini şart koşmak ve işçilerin tren ya da otobüse binerken ücret ödememesinin sağlamak bu uygulamalardan bazılarıydı.

 

Alınan kararlara rağmen, işçi sınıfından milyonlarca insanın hayatlarını sürdürebilmek için her gün acı çekerken ve mücadele ederken Hindistan’ın durumu hala vahametini koruyor. “Emekçi Hayatlar: Salgınla Gelen Açlık, Güvencesizlik ve Umutsuzluk” raporu, çok sayıda göçmen işçinin tepkisini belgeliyor ve karşı karşıya oldukları sorunlara ışık tutuyor. Mahsur kalan göçmenlerden biri şöyle diyor:

 

“Kendi başımızın çaresine bakmak zorundayız çünkü hükümetin bir şey yapacağını sanmıyoruz. Sadece ani duyurular yapıyorlar ama bunun bedelini yoksullar ödüyor.”

 

Salgın döneminde Güney Afrika’da da benzer şeyler yaşandı. Ülke genelinde birçok insan tahliye edildi. Büyük şehirlerin hepsinde belediyeler, mahkeme kararı olmadan tahliye yapılamayacağını söyleyen ülke kanunlarına ve tahliyelerin ertelenmesini öngören karantina kurallarına karşı gelerek gecekondularda yaşayan insanları tahliye etti. Durban’da gecekondularda yaşayan insanların başlattığı Abahlali baseMjondolo hareketi apartheid’in sona ermesinden bu yana ülkede ortaya çıkan en büyük halk hareketi oldu. Her gün insanlar yaşadıkları yerden çıkarıldı ve devlet şiddetine maruz kaldı. Sakinlere gerçek mermilerle ateş edildiği bile oldu. Bu yıl itibariyle, hareketin Durban’da 75.000’den fazla aktif üyesi var. Çoğunluğu kadınlardan oluşan hareketin üyeleri çoğu zaman evlerini korumak için mücadele eden anneler.

 

Abahlali kadın örgütü, tahliyelerin cinsiyete dayalı etkilerini ayrıntılı bir şekilde işleyen iki bildiri yayınladı: “Neden Bu Acı?” ve “Sekwanele! Yeter artık!”. İlk bildiride kadınlar şöyle diyor:

 

Bizler koronavirüsten korkuyoruz ancak insanın kalacak yeri olmamasından daha kötü bir virüs olamaz. Silahlı adamların evinize saldırıp onu yok etmesinden daha kötü bir virüs olamaz. Ailenize, çocuklara ve yaşlılara bile ateş açan silahlı adamlardan daha kötü bir virüs olamaz. Her an tecavüze uğramaktan korkarken dışarıda uyumak zorunda kalmaktan daha kötü bir virüs olamaz. Çocuklarınızın gece ağlayarak ve korkudan çığlık atarak uyanmasından daha kötü bir virüs olamaz.

 

Bu bildiriler, tahliye edildikten sonra dışarıda uyumak zorunda kalan kadınların cinsel saldırıya uğrama riskiyle karşı karşıya kaldığını belirtiyor. Tahliyeler çocuklarda aşırı strese ve anksiyeteye neden oluyor. Bu etkilerle başa çıkmak zorunda olan kadınlar oluyor. Bazı kadınlar devlet şiddeti yüzünden erkek partnerini kaybediyor.

 

Toplantılar, sokak protestoları vb. gibi sıradan örgütlenme biçimleri karantina döneminde imkansız hale geldi. Yasal desteğe erişmek veya mahkemeye hazırlanmak birçok nedenden ötürü inanılmaz derecede zorlaştı: seyahat etmek zorlaştı, polis merkezleri belgeleri onaylamayı ve beyannameleri imzalamayı reddediyor vs. Karantinanın uygulanmaya başlamasıyla birlikte gelir kaynağını kaybeden kadınlar için çevrimiçi örgütlenmek de imkansız. Orta sınıf cinsiyet aktivistlerinin görev aldığı örgütlerin, kriz döneminde gelir kaynağını kaybeden kadınlar için karantina sırasında örgütlenmenin ne kadar zor olduğunun farkında olmaları çok önemli.

 

Tabandaki kadın hakları aktivistlerinin geçmişteki zor zamanlarda elde ettiği kırılgan kazanımlardan taviz vermemek için odaklanmak ve cesur olmak gerekiyor. Önümüzdeki aylarda hükümet ve devlet tarafından atılacak her adıma cinsiyet merceğinden dikkatlice bakmak da gerekecek.

 

[1] Çev. Nihal Yeğinobalı

 

Ana görsel: Ezrena Marwan (Malezya), Pisang Topeng, 2020

 

Korona Şoku’nun LGBTQIA+ Üzerindeki Etkisi

 

Daha önce tartıştığımız gibi, COVID-19’un etkileri, dünyanın dört bir yanındaki topluluklarda farkılık gösteriyor. Virüsün etkilerini en kötü şekilde hissedenler sınıf, ırk, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet ve bilhassa cinsiyet kimliği üzerinden ötekileştirilen gruplar oluyor. Transfobi nedeniyle halihazırda var olan, sınıf ve ırkla da bağları bulunan sorunlar transları COVID-19’un hedefi haline getiriyor. Bu bölümde, COVID-19 salgını sırasında, dünya çapında LGBTQIA+ ve özellikle trans topluluğunun karşı karşıya geldiği ciddi sorunların bazılarından kısaca bahsedeceğiz.

 

COVID-19’un trans bireyler üzerindeki etkisini incelerken karşımıza çıkan ilk engel ortada yeterli veri olmaması. Bu bir tesadüf değil: Yaşadıkları ayrımcılık, ataerkil şiddet ve ötekileştirilmenin bariz etkilerine rağmen, translar hâlâ görmezden geliniyor. ABD’deki Kaliforniya eyaleti, Haziran ayında salgının translar üzerindeki etkileriyle ilgili veri toplayan birkaç eyaletten biriydi. Brezilya’da 12.9 milyon kişinin işsiz olduğunu gösteren resmi verilerde translardan söz edilmiyor. São Paulo şehrinde, evsiz nüfusun son dört yıl içinde %53 oranında arttığını (2015’te 15.9 bin kişiyken 2019’da 42.3 bin kişi) gösteren devlet raporlarında da aynı durum görülüyor. Salgının translar üzerindeki etkilerini tam anlamıyla ölçmek imkânsız olsa da trans topluluğundaki destek ağları bu gerçeğe kendi hayatlarında ve sokaklarda tanık oluyor, işsiz ve evsiz kalan insanlar içinde en çok transların olduğunu belirtiyorlar.

 

LGBTQIA+ ve özellikle trans çocuklar için bu eşitsizlik hayatlarının erken döneminde başlıyor. Onları desteklemeyen aileleri tarafından evden atılan LGBTQIA+ çocuklar, resmi sektörün gerektirdiği seviyede eğitim düzeyine ve mesleki beceriye sahip olamıyor, bunların yanı sıra bir de ayrımcılığa uğruyorlar. Translar işlerini kaybetme riskine karşı kimliklerini gizlemek zorunda kalıyorlar. Bu da yüksek düzeyde depresyon, anksiyete ve intihara neden oluyor. Toplam 498 trans bireyle (452 trans kadın ve 46 trans erkek) yapılan bir ankete göre, Arjantin’de trans erkeklerin %40’ı, trans kadınların ise üçte biri hayatlarının bir döneminde intihara kalkışırken intihar teşebbüs yaşı trans erkeklerde en erken ortalama olarak 13, trans kadınlarda ise 16 yaşlarında başlıyor. ABD’de 27.715 trans bireyle yapılan başka bir araştırmaya göre, katılımcıların %40’ı hayatlarının bir döneminde intihara teşebbüs etmiş. Bu oran bütün nüfustaki oranın 8 katı. Okulların çoğunun kapatılması ve çevrimiçi eğitime geçmesiyle trans çocuklar destek görmedikleri bir ev ortamında istismarcılarıyla kapana kısılmış bir durumda kalıyorlar.

 

Bu da salgın döneminde COVID-19’a maruz kalma riskinin evsiz çocuklar ve yetişkinler için daha yüksek olduğu ve virüsle temas etmeleri durumunda bakım hizmetlerine erişme olanaklarının daha az olduğu anlamına geliyor. Bazı kaynaklara göre, onca sıkıntının arasında ve yeterli maddi imkan olmadan evlerine dönebilmek için uğraşan çok sayıdaki göçmenin aksine, trans çocukların ve yetişkinlerin dönebilecekleri bir evi ya da ailesi olmuyor. Zaten transların çoğu göçmen. ABD-Meksika sınırı krizinde şahit olduğumuz gibi zorlu yolculuğu tamamlamayı başaran göçmenler, bakımsız ve aşırı kalabalık ıslahevlerinde tutuluyorlar.

 

COVID-19, Güney Afrika’da cinsel yönelimi ve cinsiyeti bakımından azınlıkta olan mültecilerin hâlâ karşı karşıya olduğu karmaşık sorunları gün ışığına çıkardı. Acı, Baskı ve Yoksulluğa Karşı İnsanlar (PASSOP) isimli kâr amacı gütmeyen yardım kuruluşunun toplumsal cinsiyet ve LGBTQIA+ mülteciler projesi koordinatörü Victor Chikalogwe, kuir mültecilerin kendi ülkesinde yaşadığı ağır ve uzun süreli travmaların bu insanlar Güney Afrika’ya yerleşmeye çalışırken daha da arttığını belirtiyor. New Frame’de yayınlanan makalede Chikalogwe şöyle diyor: “İçinde bulunduğu topluluğun ya da yurttaşlarının desteğine güvenen mültecilerin aksine cinsel yönelimi ve cinsiyeti bakımından azınlıkta olan mültecilerin bunu yapması mümkün değil. Bu tür bir destek olmadan yaşamak onlar için çok daha zor.”

 

Bu bilgilerin ışığında, trans bireylerin çoğunun evsiz olduğuna şaşırmamak gerek. Buenos Aires’te (Arjantin) yapılan bir araştırmaya göre, transların %65’i devletin kira verecek durumu olmayan kişilere sağladığı güvencesiz otel odalarında, %22.5’i kirada ve %6.6’sı barınaklarda ya da sokakta yaşarken yalnızca %5.9’u kendi evinde yaşıyor. Bu durumda da ayrımcılık büyük rol oynuyor. İstikrarlı ikamet olanakları translara sunulmuyor ya da kötü niyetli ev sahipleri ve fahiş ücretlerle karşı karşıya kalıyorlar. Trans kadın Florencia, “Gelirimiz olduğunu kanıtlayamıyoruz. Trans kadınların evi kiraladıktan sonra orayı geneleve çevireceğini zannediyorlar. Bu yüzden bizden normalin 2-3 katı kira istiyorlar,” diyor.

 

Haydarabad’da (Hindistan) translarla konuşmanın COVID-19’a yakalanma riski taşıdığını söyleyen afişler asıldı. Transfobi ve korkudan başka bir şeye dayanmayan bu tür söylentilerin yine de somut etkileri oldu. Bunun sonucunda The Hindu’ya göre, “sitelerde oturan translardan kiraladıkları evleri boşaltmalarını istendi.”

 

Translar sistematik olarak resmi işgücü piyasasından da dışlanıyorlar ve çoğu zaman seks işçiliği yapmak ya da dilenmekten başka seçenekleri kalmıyor. Örneğin, Güney Afrika’da 2020 Mart’ında ülke çapında karantina uygulaması başladıktan kısa bir süre sonra, 6 Mayıs’ta Seks İşçileri Eğitim ve Savunma Gücü (SWEAT), çoğu trans olan seks işçilerinin “Güney Afrika’daki en ötekileştirilen işçiler olduğunu çünkü yaptıkları işin meslekten sayılmadığını” belirtti. Pretoria Üniversitesi İnsan Hakları Merkezi’nde öğretim üyesi olan Larissa Heüer’e göre, seks işçilerinin yaptığı işin yasadışı olması onları polis, sağlık çalışanları ve müşterilerin istismarına karşı daha savunmasız hale getiriyor. Heüer, seks işçilerinin yasal hizmetlere erişimi olmamasının onları kötü ve tehlikeli çalışma koşullarına mecbur bırakırken Güney Afrika toplumu tarafından daha çok damgalanmalarına neden olduğunu vurguluyor. Barınak kaybı ve gıda, ilaç ve diğer temel ihtiyaçlara erişimin olmaması gibi halihazırda kötüye giden koşullar ve krizler, salgının neden olduğu gelir kaybı ile birlikte daha da vahim bir hal aldı.

 

Arjantin’de trans kadınların %90’ı seks işçisi olarak çalışmış ya da çalışıyor ve yalnızca her 10 transtan biri emeklilik maaşı elde edebiliyor. Ailesi ve iki kız kardeşini geçindiren Panamalı seks işçisi Monica’nın sözleriyle, “Şehirde birçok trans seks işçisi olarak çalışıyor. Bu bizim ilk seçeneğimiz mi? Hayır. Ama düzenli bir iş ve bu sayede aileme bakabiliyorum.” Fiziksel mesafe ve karantina önlemleri, sokak satıcılarına olduğu gibi seks işçileri ve dilencilerin de gelir kaynağını elinden aldı.

 

Bununla birlikte birçok trans birey temel kimlik belgeleri olmadığı için, Frontline’dan Divya Trivedi’nin Hindistan’daki transların durumu hakkında yazdığı gibi, “Haliyle gıda karnesi ve emekli maaşı gibi devlet desteklerinden yararlanamıyorlar. Bu da böylesine zor geçen karantina döneminde hayatta kalmalarını imkânsız kılıyor.” Bu belge eksikliği transları, devlet tarafından sağlanan kısıtlı maddi yardım ve gıda yardımı gibi temel yardım programlarının yanı sıra emekli maaşı gibi sosyal güvenlik programlarından da mahrum bırakıyor.

 

Brezilya’da LGBTQIA+ bireylerin, özellikle transların çoğu, devletin sağladığı kısıtlı yardımlara erişmek için gerekli kimlik belgelerine sahip değil. Brezilya’da siyah nüfusun %40’ını internete erişimi olmayan ve bu nedenle yardım almak için sisteme kayıt olamayan translar oluşturuyor.

 

Resmi iş piyasasından dışlanan, aile destek ağlarından atılan ve devlet yardımı alamayan transların halihazırda var olan rahatsızlıkları nedeniyle acı çekme riski daha yüksekken hastalandıklarında tıbbi yardım alma olasılıkları ise daha düşük. Trans Bireyler Ulusal Örgütü’ne (Associação Nacional de Travestis e Transexuais) göre, Brezilya’da genel nüfusun ortalama yaşam süresi 76.3 yılken trans bireylerde bu süre sadece 35 yıl.

 

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, dünyada HIV’le yaşayan üreme çağındaki natrans yetişkinlerin oranı %19 iken HIV’le yaşayan trans kadınların oranı yaklaşık 49 kat daha fazla. Bu uçurum, trans kadınlarda HIV yaygınlığının genel yetişkin nüfusun 80 katı olduğu bazı ülkelerde daha da fazla. HIV/AIDS pozitif kişilerin bağışıklık sistemi zayıflayabilir. Bir rapora göre, bu nedenle HIV/AIDS pozitif bireylerin COVID-19 nedeniyle ölme riski daha yüksek.

 

Brezilya’da HIV/AIDS nedeniyle hayatını kaybedenlerin %60’ı siyah gay erkeklerden oluşuyor. Diğer araştırmalardaki veri yetersizliğine benzer şekilde DSÖ, trans erkekler arasındaki HIV oranına dair çok az verinin bulunduğunu belirtiyor. HIV pozitif kişiler ayrımcılığa uğramaktan korktukları için HIV statülerini paylaşmıyorlar. Bu da resmi verilerin gerçekte olduğundan daha az olabileceğini gösteriyor. Düzenli iş olanaklarına ve sağlık hizmetlerine erişimin olmaması bu tür enfeksiyonların tedavi edilmemesine, eksik tedavi uygulanmasına ve COVID-19 tedavilerine öncelik verilirken geri plana atılmasına neden olabiliyor.

 

Bunların yanı sıra, trans bireylerin tarih boyunca karşılaştıkları ayrımcılık gibi engeller onları tedavi almaktan alıkoyuyor. Arjantin’de yapılan bir araştırmaya göre, Cinsiyet Kimliği Yasası (2012) yürürlüğe girmeden önce her 10 transtan 7’si halk sağlığı sisteminden faydalanırken her 10 transtan 8’i cinsiyet kimlikleri nedeniyle ayrımcılığa uğruyordu (yasanın kabul edilmesinden sonra bu oran 3/10’a düştü). Tedavi için hastaneye başvurmak genelde translar için tacize uğramak, küçümseyici bakışlara maruz kalmak, tedavinin reddedilmesi, hatta fiziksel ve cinsel istismara maruz kalmak da demek oluyor.

 

Devlet ve kamu politikalarıyla önü açılan “transkırımı” nedeniyle transların sağlık hizmetlerinden dışlanması daha da artıyor. Bunun bir örneği yakın zamanda ABD’de yaşandı. Geçtiğimiz Haziran ayında Trump hükümeti sağlık hizmetlerinden yararlanan transları ayrımcılığa karşı koruyan kararın kaldırılması için bir teşebbüste bulundu. Bu teşebbüs, zaten salgının başından beri yapılan aramalarda %40 artış görülen trans kriz hatlarına açılan rekor sayıda telefonu da beraberinde getirdi. Ağustos ayında bir yargıç Trump’ın bu çabalarını durdursa da hükümet, transları koruyan diğer kararları iptal etmeyi başardı. Transların karşı karşıya olduğu güvencesizlik tehdidi her geçen gün artmaya devam ediyor.

 

Öte yandan bazı ülkeler, salgın sırasında LGBTQIA+ bireyleri korumak ve özellikle transların karşı karşıya kaldığı güvencesiz durumu çözmek için kamu politikaları yürürlüğe soktu. Arjantin’de Kadın, Toplumsal Cinsiyet ve Çeşitlilik Bakanlığı, sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yaparak karantina sırasında LGBTQIA+’lara yiyecek ulaştırarak gıda yardımı yaptı. Benzer şekilde translar hükümetin salgın sırasında uyguladığı sosyal yardım programlarına dahil edildi. Federal hükümet 4 Eylül’de, federal kamu idaresi çalışanlarının en az %1’inin translardan oluşmasını şart koyan Trans Çalışan Kontenjanı Yasası’nı (Cupo Laboral Travesti Trans) yürürlüğe soktu.

 

Brezilya’da yakın zamanda yürürlüğe giren ve ölüm belgesi olmadan cesedin yakılmasına izin veren, sahipsiz cesetlerin yakılması ve ortadan kaldırılması için devlete tam yetki veren yasa devletin yoksullara, işçi sınıfına, beyaz olmayanlara, LGBTQIA+ topluluğuna ve diğer ötekileştirilen gruplara karşı olan duyarsızlığını gösterdi. Elimizde veri olmasa bile, evlerinden atılan, aileleri tarafından reddedilen, iş piyasasından dışlanan, salgının ortasında seks işçiliği gibi güvencesiz sektörlerde çalışmaya ya da aç kalmaya zorlanan transların bu cesetler arasında olacağını biliyoruz. Brezilya COVID-19 enfeksiyonlarının ve ölümlerinin küresel merkezi haline gelirken bazı vatandaşlar Jair Bolsonaro’nun başında olduğu hükümeti soykırım yapmakla suçladı.

 

Bu bölüm, COVID-19’un LGBTQIA+ topluluğu üzerindeki, çoğu hâlâ görmezden gelinen ve yok sayılan etkilerini anlatmada yetersiz kalıyor. Bu sorunlara karşı aktivistler, taban örgütleri ve sivil toplum kuruluşları, hükümeti seks işçiliğini suç olmaktan çıkarmaya, ihtiyacı olanlara destek ve gıda yardımı, evsiz kalan translara ve kuirlere de acil barınma imkanı sağlamaya, hayatta kalabilmek için temel hizmetlere erişmeye çalışan, ülke vatandaşı olmayan belgesiz göçmenlere de destek olmaya çağırıyor. Hükümetin bu çağrıları dikkate alıp almayacağını ilerleyen günlerde göreceğiz.

 

***

 

[1] Encuentro Nacional de Mujeres (Ulusal Kadınlar Toplantısı) 1986’dan beri her yıl bir araya geliyor.

[2] Askeri diktatörlük döneminde kaybolan kişilerin madre’leri (anneleri) ve abuela’ları (büyükanneleri) 1977 yılında Plaza de Mayo’da (Buenos Aires) protestolarına başladılar. 1976-1983 yılları arasında diktatörlük döneminde 30.000 insan ortadan kayboldu. Bu kişilerin çoğu politik eylemlerde bulunduğu için ya da sadece yoksul olduğu için hedef alındı. Madre’ler ve abuela’lar protestolarına hâlâ devam ediyorlar. O zamanlar kaybolan ve çoğu hâlâ kayıp olan sevdiklerinin nerede olduğunu bilmek istiyorlar.

[3] Eski başkan Mauricio Macri’nin (2015-2019) başında olduğu Cambiemos Partisi, Sağlık ve Çalışma Bakanlığı bütçesinde yaptığı kesintiler ve işçi haklarına karşı saldırılarıyla pek çok neoliberal reform gerçekleştirdi, ülkedeki ekonomik krizin daha da derinleşmesine yol açtı ve IMF’den (Uluslararası Para Fonu) büyük miktarlarda borç aldı.

[4] Burada Patria Grande hem “Yüce Vatan” söylemine hem de Arjantin’deki taban örgütleri ve halk hareketlerinden oluşan Frente Patria Grande koalisyonuna bir gönderme olarak kullanılmıştır.

[5] ‘Popüler ekonomi’ terimi, resmi işgücü piyasasının dışında bırakılan yoksul işçilerin geçimlerini sürdürebilmek için sokakta satıcılık yapmak, geri dönüşüm malzemeleri ve çöp toplamak, kentsel tarım yapmak gibi izlediği stratejileri ifade etmektedir.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YErmeni ve Azerbaycanlı feministlerden ortak 8 Mart açıklaması: Ataerkil “barışınız” batsın!
Ermeni ve Azerbaycanlı feministlerden ortak 8 Mart açıklaması: Ataerkil “barışınız” batsın!

Gerçek kurtuluştan geçen yol, Azerbaycan ve Ermenistan halkı arasında feminist ilkelere dayanan ve kökten gelen bir örgütlenmeyle mümkün olacak. Bu süreçte birbirimizden uzaklaşmayacak, birbirimize daha çok kenetleneceğiz. Bu baskıcı koşullara ve güç dinamiklerine cevabımız feminist devrimle olacak.

MEYDAN

YKrize Işık Tutuyoruz: Koronavirüs Zamanında Bakım Emeği 4
Krize Işık Tutuyoruz: Koronavirüs Zamanında Bakım Emeği 4

Bir tarafta bakım emeğinin artması ve bunların kadın işi olarak görülmesi, diğer tarafta kolektif bilinç sayesinde koşullara ve vaziyetlere yeni bir anlam kazandıran günlük direnişler.

MEYDAN

YKrize Işık Tutuyoruz: Koronavirüs Zamanında Bakım Emeği 3
Krize Işık Tutuyoruz: Koronavirüs Zamanında Bakım Emeği 3

Kadın işçiler bakım emeğinin ön saflarında yer alıyorlar ve bu savunmasızlık, şiddet ve sömürü zincirinin “en zayıf halkası” onlar.

MEYDAN

YKrize Işık Tutuyoruz: Koronavirüs Zamanında Bakım Emeği 2
Krize Işık Tutuyoruz: Koronavirüs Zamanında Bakım Emeği 2

Hayatın devamlılığını sağlayan sosyal ve duygusal ilişkileri, iş gücü piyasasının  ya da belli bir zümrenin kar ihtiyaçlarından bağımsız şekilde kurabilmek...

Bir de bunlar var

“Bu Adamı Tanımıyorum, Ne Hissedeyim?”
“Evliler artık, o tecavüz sayılmaz ki”
Krize Işık Tutuyoruz: Koronavirüs Zamanında Bakım Emeği

Pin It on Pinterest