22 Ekim 2020 tarihinde The New York Review of Book’ta, “The Meticulous One” başlığıyla yayımlanan bu yazı, Türkçe’ye Görkem Mercan tarafından çevrilmiştir.
Romanları ataerki ve faşizm arasındaki ilişkiyi acımasız bir netlikle açığa çıkaran Ingeborg Bachmann, 1926 yılında doğdu ve sigara içerken uyuyakalınca 1973’te kendi çıkardığı yangında öldü. O sırada Todesarten [Ölme Biçimleri] adında bir roman serisi üzerinde çalışıyordu. Bir opera sahnesini andıran üzücü ölme biçimi, yazdıklarını da öncesinde kimsenin tahmin edemeyeceği bir şiddet ve aşırılıkla hayata geçirmişti. Bachmann’ın hem romanları Das Buch Franza [Franza Kayıtları] ve Requiem für Fanny Goldmann [Fanny Goldman’a Ağıt] hem de “hayal ürünü otobiyografim” dediği gerçeküstü ve çarpıcı Malina bir kadının şüpheli ölümüyle sona erer; düşme, ortadan kaybolma ve ani gelen bir hastalıkla. Her birinde kadının ölümü bir ihanetin ardından gerçekleşir. Her birinde, ona zalimce ve adaletsiz davranmış ya da esenliğine kayıtsız kalmış bir erkek perde arkasında yer alır.
Bachmann, ölümünden kısa süre önce yapılan bir röportajda, “Bir kadın ve bir erkek arasındaki ilişkide ilk konu faşizmdir,” demişti. Bu açıklamayı ilk anlamına odaklanarak okumak yanlış olur, fakat mecazi konuştuğu da söylenemez. Hayatının büyük bölümünü Nazi terbiyesiyle yetiştirilmiş olmasının etkileriyle mücadele ederek geçirmiş Bachmann’ın, faşizmi yalnızca dramatik bir metafor olarak seçtiğini düşünmek çok zor —babasının ağır ayakkabılarını çocuksu bir mutlulukla siyaha boyayan Sylvia Plath’e benzediği söylenemez. Bachmann’ın romanları, erkeklerin gerçekleştirdiği, görünmez, “mahrem” sayılan haksızlıkları görünür kılmak ve bu haksızlıkların adını faşizm suçlamalarına eşlik eden kati dehşet hissiyle koymak için büyük bir mücadele verdiklerinden bugün hâlâ okurlarında bir gerilim yaratır. Romanlarında kimse bir kadını hedef alıp tetiği çekmese, bıçağı batırmasa, hatta ona el kaldırmasa da Bachmann bu karakterleri “kurban” olarak anar, ölümlerinden önce yaşanmış ihanetleri ise “suç” olarak nitelendirir. Malina’nın son cümlesi, “Bu bir cinayetti,” der —kimsenin sorumlu tutulmadığı bir cinayet, çünkü kimse yanlış bir şey yapmış gibi görünmez.
Bachmann’a göre, bir kadının bir erkek tarafından ihanete uğraması, nadiren fiziksel şiddet gibi aleni ya da kanıtlanabilir bir olayla gerçekleşir. Franza Kayıtları ve Fanny Goldmann’a Ağıt romanlarında ihanet edebî temellük üzerinden gerçekleşir: Ölmekte olan kadın, kendi bilgisi ya da rızası dahilinde olmaksızın bir erkeğin hakkında yazı yazdığını öğrenir. Nazilerin kadın tutsaklar üzerinde yaptığı deneylerle ilgili bir kitap yazmış gizli bir sadist ve psikiyatr olan kocası Leo Jordan’ın kendisinin ruh hali ve cinsel arzuları üzerine ayrıntılı bir günlük tuttuğunu anlar Franza. Jordan’ın yazdıkları soğuk ve ürkütücüdür: “F’nin kendine güveni… sarsılması gereken bir şey hâlâ. Kendiyle ilgili farkındalığı, arzusu, canlılığı…” Viyana’nın en güzel kadını Fanny Goldmann ise sadakatsiz sevgilisi Marek’in ilk romanını yayımlatmasına yardımcı olur ve ardından, sevgilisine çocukluğuyla ilgili anlattığı hikâyelerin ezbere tekrarlandığı, hayatının acınası, içerikten yoksun hâle sokulduğu sayfaları okurken bulur kendini: “Fanny soyulduğunu, kendi cümlelerinden ve yargılarından arındırıldığını hissetti; pijamaları içinde, bisiklet sürerken ya da bir konserde ortaya döktüğü ‘kendisi’ çalınmıştı. Hayatı neredeydi? Hepsi işte buradaydı.”
Franza ve Fanny’ye karşı işlemiş bu suçlar, temsilde meydana gelen adaletsizliklerdir; acımasız düşüncelere ve sözlere, dedikoduya, gaslighting’e ve biyografik içeriği asalakça yazılmış romanlara eşlik ettikleri söylenebilir. Erkek romancılar bir kadının onlarla gizlilik ve kırılganlık içinde paylaştığı deneyimleri fırsat bilip bunları kadının hayatını bir hikâyeye, bir gösteriye dönüştürmekte kullandığında neden bu durumu hafife alırız? Kadının hayatıyla ilgili anlattıklarının yalnızca gerçek değil, bir de güzel olduğu konusunda ısrarcı olduğunda… Bachmann kadınların bu türden adaletsizliklere karşı duracak bir dilden, etik dışı olanı —anlayışın ortadan kalkması, mahremiyetin ihlali, karikatürize etmenin yüceltilmesi— bir suç, cezalandırılabilir bir şey olarak görünür hale getirecek bir biçimden yoksun olduklarını biliyordu. Erkeklerin kötü niyetleri ve daha da kötü olan yazım stilleriyle ilgili delil toplayan Bachmann romanları, bu erkeklerin önce denekleri, sonra da kurbanları olarak gördükleri kadınlar için tazminat arayışındaydı.
Bu nedenle, Bachmann’ın insanları kendine tutkun eden, delişmen ve hayal gücünü harekete geçirecek kadar uhrevî biri, bir “ilham perisi” olarak ün kazanması ironik. Ona âşık olan erkekler ünlüydü. Evanjelistlerin tanrılarının adını anar veya şeytanı lanetlerken duydukları korku ve büyülenme hissini andırıyordu hakkında yazdıkları. Bachmann, Thomas Bernhard’ın romanı Yok Etme’de [Auslöschung] Maria olarak yer alır; “İlk kadın şairim, o zamanlar en çok değer verdiğim şair.” Kırmızı bir robdöşambr ve dizlerinin hemen altında beyaz fiyonkları olan siyah, kadife bir pantolonla Viyana sokaklarında çıplak ayak koşar, önemli bulduğu ve saygı duyduğu erkekleri öper, aptal ve iki yüzlü olduğunu düşündükleriyle ise alay eder Maria. Paul Celan’ın ıstırap dolu şiirlerinde “yabancı kadın,” Henry Kissinger’ın beceriksizce yazılmış, coşkulu mektuplarında ise (Kissinger’ın 1955 yılında Harvard Üniversitesi’nde düzenlediği bir konferansta tanışıyorlar) “tuhaf bir şâire” olarak geçer. Kendineyse en çok Max Frisch’in anı yazısı Montauk’ta benzer; ışık saçan, bağımsız, gururlu, ketum fakat asla yalan söylemeyen bir kadındır. Bachmann ve Frisch 1958’den 1962’ye kadar, dört yıl boyunca birlikte yaşamışlardı. Bachmann, Frisch’in kendisi hakkında sözünü sakınmadan yaptığı gözlemlerinin de içinde yer aldığı günlüğü bulduğunda onu ateşe verdi, Frisch’in ondan çaldığı Bachmann’ı yok etti ve onunla bir daha asla konuşmadı. Bachmann’ın hayatını sanatıyla ilişkilendirmek, onun, aşkın nasıl bir anda küle dönüşebileceğinden bahsedişini, erkeklerin çirkin ve sahtekâr sözlerinde yanan, çaresine bakılmazsa dokunduğu her şeyi ve herkesi yakacak bir ateşi anlatmasını dinlemek anlamına geliyor.
***
Adaletsizlik her yerde ama Bachmann’ın romanlarını savaş sonrası Avusturya’sı dışında bir bağlamda ortaya çıkarken hayal etmek zor. Nazilerin ilk kurbanı olma durumunu geçmişteki popülist faşizmin üstünü örtmekte kullanan liderlerinin, halkı ve topraklarını Hitler’in ordusuna ne kadar uysalca teslim ettiklerini işlerine öyle geldiği için unuttuğu bir ülkeden bahsediyoruz. Bachmann, Slovenya sınırının hemen üstündeki Carintiha eyaletinin Klagenfurt şehrinde büyüdü. Bir ev hanımı ile lise öğretmeninin en büyük kızıydı. Babası Nazi Partisi’ne 1932’de, Weimar Cumhuriyeti’ndeki en büyük parlamenter parti hâline geldiği yıl katıldı. Bund Deutscher Mädel’e (BDM) —Nazi Partisi’nin kadın gençlik kolları— üye olmak, o ve küçük kız kardeşi Isolde gibi “ari ırk”a mensup çocuklardan beklenen bir şeydi. Bachmann —Hitler’in doğum gününe denk gelen— yıllık yemin törenine gitmedi ve toplantılara da hiçbir zaman katılmadı. Yıllar sonra çocukluğunun sona erdiği tarih olarak Nisan 1938’i not düşecekti, Nazilerin “bağrışarak, şarkılar söyleyerek, uygun adımla,” Klagenfurt’u işgal ettiği, nefret dolu bir cümbüşle “sessiz, sakin Carinthia’sı üstüne çöktükleri günü…
Babası orduya katılıp İttifak Kuvvetleri tarafından esir alınınca, annesi ve kardeşleriyle onun hakkında konuşmayı kesti. Fakat 1945 yılının ilkbahar ve yaz ayları sırasında tuttuğu notlardan oluşan Savaş Günlüğü [Kriegstagebuch], babası gibi erkeklere karşı içinde yer eden öfkeyi açığa vurur: “Bu yetişkinler, küçük dağları yaratmış ‘eğitimci’ler, hepimizin ölmesine seyirci kalacak bu insanlar…” (Hayatında ve konuşmalarında pek bir yeri olmayan Nazi baba figürü romanlarında sıkça karşımıza çıkar.) Klagenfurtlu çocuklar Nazileri hava saldırılarından korumak için hendek kazdıkları sırada etraflarına bombalar düşerken Hitler Gençliği de toz içindeki tatsız ve ağır işi tepeden izliyordu. Bachmann, kazma işi bittiğinde tavan arasına sakladığı yasaklı kitapları —Baudelarie ve Rilke’nin şiirleri, Mann ve Zweig’ın romanları, Marx’ın denemeleri— çıkarır, ardından da ormanlık alanın kenarında, güneşin altında uzanıp bir şeyler okumaya başlardı, başınıysa yalnızca düşük irtifada seyreden uçakların gürültüsünü dinlemek için kaldırırdı. “Bombalar yağarken de okumak konusunda çok kararlıyım,” yazmıştı günlüğüne. “Das Stundenbuch’un [1] köşeleri çoktan buruştu ve karardı. Tek avuntum o. Ve Baudelaire!”
Çok geçmeden takvimler 1945 yılının Nisan ayını göstermişti ve Ingeborg Bachmann hâlâ hayattaydı. Sovyetler Birliği, Avusturya’nın Nazilerden bağımsızlığını ilan etmişti. Babası salıverilmiş, eve dönmüştü. İngilizler Mayıs ayında teslim olan birlikleri götürüp Carinthia’da sivil hayatı yeniden inşa etmek üzere geldiler. Bachmann yerel emniyet müdürlüğüne yeni bir kimlik kartı almak için gittiğinde bir İngiliz askeri olan Jack Hamesh ile tanıştı: Yahudi, gözlüklü, “kısa boylu” ve “çirkin,” diye yazdı günlüğüne pek de üzerine düşünmeden. Jack Almancayı akıcı bir Viyana aksanıyla konuşuyordu; çok geçmeden Bachmann’ı evinde ziyaret etmiş, birlikte bahçedeki elma ağacının altında oturmuşlardı. (Jack eve vardığında komşular çitlerin arkasında “Yahudi,” diye fısıldaşıyorlardı. Annesi de aynı gece “Yahudi,” diyecekti.) Bachmann, Jack’e okuduğu kitaplardan bahsetmişti, Jack de Nazi terbiyesiyle yetiştirilmiş bir kızın bu kadar çok şey okumuş olmasına duyduğu hayranlığı dile getirmişti. Bachmann’a güvenerek ona çektiği acıyı anlatmıştı: Avusturya’da doğduğunda babasının kim olduğu bilinmiyordu, annesi zatürreden ölmüştü, yetimhanede büyümüş ve Kindertransport [2] harekatıyla süratle İngiltere’ye doğru yola koyulmuştu. Jack bahçeden ayrılmadan önce Bachmann’ın elini öpmüştü. Bachmann bahçe kapılarını kapattıktan sonra elma ağacına tırmanıp ağlamıştı. “Daha önce elimi kimse öpmemişti,” diye yazmıştı günlüğüne. “Hava zaten karanlıktı, gözlerim şişene kadar ağladım ve elimi bir daha asla yıkamak istemediğimi düşündüm.”
Bachmann’ın bazı arkadaşları Avusturya’dan uzaklaşmak için İngiliz askerleriyle kaçmaya heves etse de, onun ne evlilik ne de İngiltere konusunda yanılsamaya kapılma gibi bir düşüncesi vardı. Hamesh’in Savaş Günlüğü’nde kendi yazılarının yanı sıra yer verdiği mektupları çiftin birbirlerine karşı ergenlik yıllarında gelişen romantik ilişkilerin çoğunda görülenden daha “asil ruhlu,” daha felsefi bir ilgi geliştirdiğini ortaya koyuyor. İşte, ilişkilerine hak ettiğini düşündükleri edebî ağırlığı ve politik önemi bahşetmeye hevesli, zeki ve yalnız iki genç insan. Geçmişin acılarını hem Avusturyalıların hem de Yahudilerin üstüne çöktüğünü düşündükleri “mistisizme sığınma” eğiliminden kaçınarak, şefkat ve açıklıkla anlatmaya hevesliler. “Başka kimsenin iki halkın birbirine beslediği karşılıklı nefretten kendini kurtaramadığı bir dönemde anladık birbirimizi,” diyor Hamesh mektubunda. “Bu benim için yalnızca bir karşılaşmadan ibaret değildi, halklarımızı ele geçirmiş olan her şeye rağmen hâlâ bir çıkar yol olduğunun kanıtıydı; sevgi ve anlayışın yolu.”
Bachmann’ın Hamesh’le ilişkisi, romanlarında hem insanı hayata bağlayan neşenin hem de onu mahveden hayal kırıklıklarının iletişimle ortaya çıkmasına temel hazırlar. Hem Bachmann hem de Hamesh, sıradan bir edim olan dilin sıra dışı şeyleri meydana getirmeye kadir olduğuna inanıyorlardı. Dilin dikkatli kullanıldığında savaş sonrası ortaya çıkan entelektüel dünyanın çorak iklimini tazeleyebileceğini düşünüyorlardı. Hamesh bu değişimin mümkün olan en küçük ölçekte başlayıp —Yahudi bir oğlanla Alman bir kızın bir elma ağacı altında oturup edebiyat hakkında konuşması— dalga dalga, hem Hamesh’in kalıcı olarak yerleşeceği Kudüs’e hem de Bachmann’ın felsefe alanında bir lisansüstü programına kaydolacağı Viyana’ya yayılacağını hayal ediyordu. Kudüs’e varır varmaz Bachmann’a “Yeni bir Viyana doğmalı küllerinden, özgür ve ilerici bir Viyana… Tabii bu, her şeyden önce yeni bir yaklaşım demek,” yazmıştı. “Sana düşen sorumluluk büyük.”
Yaşları gençti ve artık birbirlerinden yüzlerce kilometre uzakta yaşıyorlardı, birkaç ay içinde ellerinde kalan yalnızca, dünyayı baştan kurmak hakkındaki büyük ve dokunaklı hayallerini muhafaza eden birkaç mektup oldu. Oysa bu tasavvur geleceğe kalacaktı. Yirmi yıl sonra, Franza Kayıtları’nda, Bachmann, anısı Franza’yı kocasının zulmünden azade kılan İngiliz bir kaptanı hayal etti. Kaptan savaşın ardından Franza’ya doğduğu şehir olan Klagenfurt’u özgür bir yer hâline getirmeye yardımcı oluyordu; “ona hiç gülmemiş, onu her daim gözetip kollamıştı.” Kaptan Avusturya’yı terk etmeden önce on kez öpüşmüşlerdi: “Teşekkürler” ve “Bir şey değil,” demeye on teşebbüs… Franza bu öpücükleri “gerçek öpücükler” olarak değil, “İngiliz öpücükleri,” diye hatırlayacaktı: Vahşi, ağzı sıkı, iki insanın birbiri için istedikleri şeylerin eksik bir ifadesi…
* * *
Bachmann, 1946’da bir sınıf arkadaşının daha sonra “utangaç, çok çekingen, dudakları kırmızı ve çok çekici biri” sözleriyle anımsayacağı bir genç kadın olarak Viyana Üniversitesi’ndeki eğitimine başladığında Hamesh’in mistisizm konusundaki uyarısını aklında tuttu. Yirmi yaşında bir felsefe öğrencisi olarak Bachmann’ın üstlendiği tek bir görev vardı: Kısa bir süre için Nazi Partisi’ne üye olmuş, Varlık ve Zaman’ın yazarı Martin Heidegger’i yerle bir etmek: “Alaşağı etmeli şu adamı!”
Bachmann’ın, Existenz felsefesine [3] pek tahammülü yoktu: Heidegger’e göre, arkadaşı ve hayranı Hannah Arendt’in ifade ettiği şekliyle, kişi kendini “açıklanmış hâliyle dünyayla sürekli bir zıtlık içinde” bulurdu ve sahih olarak kendisi olabilmesi için “boş konuşma”dan uzaklaşıp inzivaya çekilmesi gerekirdi. Heidegger’in bireyi radikal şekilde tecrit etmesi, Bachmann’a hem insanlığın paylaşılan tecrübesini anlama açısından, hem de tezinde yazdığı üzere “hayata dair herhangi bir hissi” söze dökme yönünden yetersiz geliyordu. Bu düşüncenin ortaya koyduğu tek şey korkuydu —Bachmann’ın Nazizm’i üretip harekete geçirdiğini düşündüğü korkunun ta kendisi. Ona göre hem Nazizm hem de Heidegger felsefesi, “tehdit altında hisseden küçük burjuvanın isyanını ve bu çaresizlik hissi nedeniyle modern hayatın müşterekleşme eğilimlerine karşı çıkan tüm öznel değerleri ön plana çıkarmalarını ve tarihin önlenemez akışına ket vurmalarını” temsil ediyordu.
Bachmann, Heidegger’in Angst [kaygı] düşüncesine sırtını dönüp Ludwig Wittgenstein’ın son dönem yazılarında gördüğü radikal iletişim ruhuna yöneldi. Wittgenstein’ın dilin yaşayan bir şey olduğu yönündeki düşüncesi onu büyülemişti —ideal ve erişilemez bir anlam alanını imlemek yerine, günlük olarak yapılan bir eylemi ifade eden, diğer insanların eşliğinde, üzerinde özenle ve ciddiyetle çalışılması gereken bir şey olarak dil. Bachmann, Wittgenstein’ın Felsefi Soruşturmalar [Philosophical Investigations] adlı eseri üzerine yazdığı, 1951’de yayımlanan bir radyo denemesinde kendimizi dünya için anlaşılır kılma problemi “eğer kullandığımız dil düzgün şekilde işlevini yerine getirir, kullanımda can bulur ve nefes alırsa,” ortadan kalkar diyordu. Dile can vermek sıradan kullanımların “pürüzlü yüzeyi”ni katetmeye gönüllü olmak demekti, anlamın her hâlükârda insanın ayağının altından kayacağını ve bu kayma sırasında ortaya çıkan belirsizlik titreşimlerini, çok zor ifade bulan sözleri ve korku dolu sessizliği kabul etmek… Yaşayan bir dil bu türden rahatsızlıkları göze almakla mümkündü. Bu dilde konuşanlar kafa karışıklığı ve yanlış anlamaya dürüstlük, şefkat ve sorumlulukla yaklaşırdı; Bachmann bu özellikleri, “unheimlicher präzision,” yani, “tekinsiz titizlik” dediği bir kavramla karşıladı.
Eğitim hayatındaki en pürüzlü yüzey okulda değil, Yahudi şair Paul Celan’la ilişkisi sırasında karşısına çıktı. Celan o sırada yirmi yedi yaşındaydı, Romanya’da bir çalışma kampında iki yıl geçirdikten sonra Viyana’ya taşınmıştı. Ailesi ise bir toplama kampında can vermişti. 1948 yılında, ilkbaharın sonlarına doğru bir akşamüstü sürrealist ressam Edgar Jené’nin evinde tanıştılar. Bachmann ailesine birkaç gün sonra, “Büyüleyici sürrealist şair Paul Celan… Bana âşık olması yeterince muhteşem, kasvetli çalışmalarıma bir nebze olsun heyecan katıyor,” diye yazdı. Birlikte bir ay geçirdiler. Bu sürede, Celan Paris’e gitmek üzere Viyana’dan ayrılmadan önce Bachmann ona Heidegger’in eserleri üzerine yazdığı kasvetli çalışmasını okuttu. Celan’ın Viyana’dan ayrılmasından önceki gün Bachmann’ın doğum günüydü. Celan o gün, Bachmann’ın dairesini gelinciklerle donattı. Akşam, yemek yiyip biraz şarap içmeye çıktılar. Celan ona Fransız ressamların eserlerinden oluşan iki cilt, ve G. K. Chesterton’ın şiir kitabıyla birlikte birkaç paket sigara, daha da fazla çiçek —“odam gelincik tarlasına döndü,” diye yazmıştı Bachmann—, kendisini okurken gösteren bir fotoğraf ve onun hakkında yazdığı ilk şiiri, “Mısır’da”yı armağan etmişti. Şiirin ithaf kısmında şu yazıyordu, “Titiz olmayandan [unmeticulous], ince eleyip sık dokuyana [meticulous]… Doğumundan 22 yıl sonra.”
Bachmann ve Celan’ın çoğu 1948-1961 arası gönderilmiş Mektuplar’ını İngilizceye çeviren Wieland Hoban, “ince eleyip sık dokumak,” (peinlich genau) ifadesinin Almanca’da “sıkıntı (ya da utanç) verecek kadar titiz olmak,” anlamına geldiğini not düşmüş. Bachmann Celan’a 1948 yılının Noel yortusunda şunu yazmıştı:
Birlikte geçirdiğimiz bahar ne anlama geliyor, hâlâ bilmiyorum. Beni tanıyorsun, her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilmek isterim. Geçirdiğimiz zaman güzeldi, şiirler de öyle, birlikte yazdığımız o şiir de…
Bu mektuptan üç ay önce, bir arkadaşı Bachmann’a ikisinin birlikte geçirdikleri süreyi anıştıran birkaç şiirin de içinde bulunduğu, Celan’ın yeni şiir kitabı Küplerden Alınan Kum’u hediye etmişti (“Yayımlandığını bilmiyordum,” diye itiraf etmişti Bachmann). Celan’la “Paris’te bir yerde…” buluşmalı mı diye düşündü; fakat ifadenin müphemliği bir bilet alıp trene binerek Celan’ı yeniden görmesinin önüne geçti. Bu müphemlik Bachmann’ın mektubu göndermesinin dahi önüne geçmişti üstelik. “Bu ne anlama geliyor ki zaten,” diye soruyordu; “‘Paris’te bir yerde?’”
* * *
Bachmann’ın Celan’a yazdığı mektuplar birer titizlik alıştırması olarak nitelendirilebilir; yalnızca dile değil, geliştirdiği dil felsefesine de can veren tashihlerle, zıtlıklarla, açıklamalarla doludur yazdıkları. Cümlelerin üstünü çizer, doğru sözcüğü seçip seçmediği üzerine düşünür, sessizliğin daha çok şey ifade edeceğine inanarak gönderemediği mektuplar yazar. Bu titizliğin sancılı yanı kendini mutlak bir berraklıkla ifade etme isteğinden geliyorsa insanı mahcup eden yanı da kusursuz bir kavrayışın imkânsızlığından ileri gelir: Bir başkasının metni ne şekilde okuyacağını kestirememekten, bir zihnin sınırlarının başkalarının düşünceleri tarafından ihlal edildiğini fark etmenin getirdiği savunmasızlıktan, bir şeyi tam tamına ifade etmeyi hem daha acil hem de ulaşması zor bir amaca dönüştüren, duyguların getirdiği kafa karışıklığından. Hem Bachmann hem de Celan birbirlerinin kararına dair sorumluluk almak istemediklerinden görüşmeliler mi karar veremezler. Celan, 1949 yılının Ağustos ayında, Bachmann ona okumaya Paris’te mi devam etmeliyim, diye sorduğunda “Belki de buluşmayı çok istediğimiz o yerde kaçınıyoruz birbirimizden,” diye yazar. “Biliyorsun, insan büyük kararları hep kendi başına almak zorundadır.” Bachmann aynı fikirde değildir, başarısız olsa bile iletişimin kesinliğe çıkan yol olduğunu düşünür: “Çok şey anlatıyorum, bana fazla gelecek kadar açık oluyorum; istediğim sözcükleri bulmanın benim için hâlâ ne kadar zor olduğunu bilmelisin,” diye yazar bir mektubunda. Celan’dan da aynısını yapmasını ister: “Dene, yaz bana, sorular sor; omuzlarına yük olan neyse anlat ve kurtul!”
Malina’da ismi bilinmeyen, tedirgin ve çok zeki bir yazar olan anlatıcı, postacılara duyduğu tuhaf ilgiyi detaylıca anlatır. “Yanlarında en değerli neşeyi de katlanılmaz musibetleri de taşıyan bu keseli adamlara ilgim neden kaynaklanıyor bilinmez,” diye düşünür. Bachmann’ın hayatındaki postacılar ise Paris’te birlikte geçirdikleri 1950 sonbaharının ardından, ona Celan’dan gittikçe daha keskin bir tonla yazılan, birbirini suçladıkları mektuplar getirmişti. Heidegger felsefesine kabul ettiğinden daha yakın olan Celan’ın sadakati, hakkında konuşulamayan, sessiz ve saklı şeylereydi. Bachmann’ın berrak bir dille konuşmak için harcadığı sonu gelmez çabaya pek sabrı yoktur.
Bu durumda yaşamın mektuplardaki ideali yakalayamamış olması insanı şaşırtmıyor. Viyana’ya dönen Bachmann, gelecekleri hakkında “fazla belirsizce” yazmamasını istiyor Celan’dan. Celan ise onu ilişkilerinin Wittgenstein felsefesine “emsal” teşkil etmesine çabalamakla suçluyor; edebiyatın Bachmann’ın ailesinin suçları ile kendi ailesinin acılarını aşabilecek aşkın kapasitesinin bir örneği hâline getirmeyi amaçladığını iddia ediyor ilişkilerini:
Kendimizi aşmaya çalıştığımız anları, ne olursa olsun kanımızdan beslenmiş olan gerçekliklerimizin ayrılamayacak kadar birbirine benzeştiği diyalektik coşkuyu takip etmek… Olup bitenin içinde olmasam ne kadar büyüleyici, ne kadar da verimli olurdu.
Celan, Bachmann’ın aşkı boş bir dil oyununa çevirmesiyle bir Yahudi olarak içinden geçtiği soykırımla ilgili pek de bir fikri olmadığını açığa çıkaran sözcüklere “anlam ve önem” yükleme çabasıyla alay eder.
Mektuplaşmaları aksak olsa da 3 yıl boyunca devam eder. Celan’ın yazdıkları, öfkeli ruh halini belli eden, yer yer sadistçe bir ton alır (Bachmann’dan şiirlerinin yayımlanmasında ona yardımcı olmasını istediği bölümler hariç, o kısımlarda ilgili ve cana yakındır.); Bacmann’ın gönderdikleri ise hassas, merhametli ama şiddetle suçlayıcı bir dille yazılmıştır. Celan ondan “geri alınması imkânsız şeyler hakkında” konuşmamasını talep eder. “Zamanın hiç de kısa sayılmayacak aralıklarla önüne saçtığı birkaç kelimeyle, sana geçmişte yaptığım gibi acımasız davranmamı gerektirecek bir kafa karışıklığı yaratıyorsun,” diye yazar. Annesinin Naziler onu sınır dışı etmeden önce kendisine verdiği yüzüğü Bachmann’dan geri alması için bir arkadaşını gönderince, “Bir düş kırıklığıyla baş etmek için ötekini, bu düş kırıklığına yol açanı, hem kendi hem de diğer insanların nazarında mahvetmek zorunda hissediyorsun,” yazar Bachmann büyük bir öfkeyle. Celan cevap vermez.
Bachmann arkadaşından Celan’ın ileride hayatını şairin şiirlerini resmetmeye adayacak Parisli grafik sanatçısı Gisèle de Lestrange ile nişanlandığını da öğrenir. “Durum çok öncesinden beri bu şekilde olduğu halde duyumsamamış olmak beni ürpertiyor, şüphelenmedim bile,” yazar Celan’a. Celan ne bu mektuba ne de evlenmesinden hemen önce ve sonra gönderdiklerine cevap verir. Yeniden Celan’dan haber alması 1953 yılının Mart ayına denk gelecektir, postacı Bachmann’a Celan’ın yeni çıkan şiir kitabını getirir: Gelincik ve Hafıza [Mohn und Gedächtnis]. Atıf bölümünde şu yazıyordur: “Ingeborg’a, mavi, küçük bir testi.”
Ingeborg Bachmann 1953 yılında Roma’ya taşınır, bu dönemde ikisinin arasındaki tek şey sessizliktir. Bu sessizliği sonraki dört yıl boyunca Bachmann’ın başarılarıyla gelen şamata doldurur: Bir radyo oyunu serisi, 1953’te çıkardığı şiir kitabı Ertelenmiş Zaman [Die gestundete Zeit] ile aldığı ödül (“Paul’a —teselli bulmak için girişilmiş bir takas” diye imzaladığı bir nüsha gönderir Celan’a), 1956 tarihli diğer şiir kitabı Büyük Ayı’ya Çağrı [Anrufung des großen Bären] için başka bir ödül ve hızla die Dichterin’e, Alman edebiyatının “first lady”sine dönüşmesi…
Celan’la Bachmann 1957’de Wuppertal’de bir konferansta yeniden karşılaştıklarında Celan’ın ona adaletsiz davrandığını kabullenmesiyle ilişkilerindeki ikinci perde açılır. Kasım 1957’de ona “Ah, sana bunca yıl öyle çok haksızlık ettim ki…” diye yazar Celan. Sonraki dokuz ay boyunca Celan, Bachmann’a neredeyse her gün bir mektup yazar. Üç kez görüşürler, Bachmann, Max Frisch’e âşık olduğundaysa arkadaş kalarak ayrılırlar. Arkadaşlıkları eşitsiz bir düzen üzerine kuruludur: Celan, Bachmann’dan Almanya’nın Yahudi karşıtı edebiyat çevresine girebilmek için yardım ister fakat bu sürede Bachmann’ın gittikçe şiddetlenen psikolojik sıkıntılarını görmezden gelir. Bachmann 1961’de Celan’dan uzaklaşmaya başlar, ona göndermediği bir mektupta “Mağdur olmak istiyorsun fakat olmamak senin elinde,” yazmıştır.
Bachmann kurmaca türünde eser vermeye başladığında adaletsizlikle ilgili deneyimleri ile netlik konusundaki talebinin yansımaları Ölme Biçimleri adındaki roman serisinde de görülür. Bachmann serinin ilk kitabı Malina’yı 1971 yılına, Celan’ın intiharından bir sonraki seneye kadar yayımlamaz.
***
Naziler, yasaklanmış kitaplar; gelincikler, yüzük; erkeklerle iletişim kurmaya yeltenen kadınların maruz kaldığı adaletsizlikler —tüm bunlar Malina’nın anlattığı hikâyede, Ivan adlı bir erkeğe âşık, Malina adında bir erkekse aklından bir an olsun çıkmayan anlatıcının hikâyesinde bir girdaba dönüşür. Malina gerçek de olabilir; anlatıcının zihninde, söylediği her kelimeyi irdeleyen, düşüncelerini bir bulandırıp bir berraklaştıran bir ses de —bilincinde kendini ondan ayıramayacağı kadar derinlere yerleşmiş, kendini acı verecek kadar berrak ifade etme arzusunun bir yansıması da keza. Anlatıcı, Ivan’la kafa karışıklığına, utangaçlığa, hatta hiçbir duyguya ihanet etmeden iletişim kurması gerektiğine inanıyor. Üç bölümden meydana gelen romanın ilk bölümü, “Ivan’la Mutluyken”, telefon konuşmalarından mülhemdir; ikisinin birbirlerine gösterdikleri “karşılıklı hoşgörünün aylasıyla çevrili” bir dizi “budalaca cümle başlangı[cı], yarım cümle, cümle son[u]” (s. 38) ile doludur.
― Alo. Alo?
― Benim, başka kim olacak
― Evet, tabii, özür dilerim.
―Ben mi, peki ya sen?
― Bilmiyorum. Bu akşam mı?
― Sesin çok kötü geliyor, anlayamıyorum
― Kötü mü? Ne dedin? (s. 38)
Romanda ilerledikçe, anlatıcının felsefe doktorası yapmış bir yazar olduğunu öğreniriz. “Ölüm Stilleri,” adında, erkeklerin zalimliği sonucu mahvolmuş kadınları anlatan bir roman serisi yazmayı planlamaktadır. Ivan projeyi onaylamaz ve kadını “sefaleti piyasaya sürmek”le suçlar. Malina ise anlatıcı kendisini “kuşatan, çember içerisine alan” (s. 112) her şeyi bir bir tasvir ederken onu dikkatlice dinler. Malina’yla birlikte, ona efsunlu, kırmızı bir çiçek vererek prensesi kurtaran yabancı bir sürgün hakkında güzel bir fabl yazar; sorumsuz erkeklere alışılmadık mektuplar düzer, Heidegger ve Wittgenstein’ın dil felsefeleriyle ilgili hayal ürünü röportajlar verir. Ivan’la iletişim kuramamasının yarattığı kifayetsizlik hissinden, çağıldayan bir düşünce akışı doğar —olağanüstü bir hızla dallanıp budaklanan, kendini diğer insanlar için anlaşılır kılamamanın getirdiği hayal kırıklığı ve hezeyanı ortaya seren diyalogların birbirini izlediği bir roman. “Size korkunç bir sır vereceğim,” der anlatıcı, “dil cezadır insana.”
Romanın bir sonraki bölümü, “Üçüncü Adam”da anlatıcı Ivan’ın onun hakkında yazdığı mektubu bulur ve cinnet geçirir. Bu kısım, kendinde olduğu anları küçük, karanlık bir odada geçirdiği bir rüya sekansıdır ―anlatıcının zihni de bir hasta koğuşu da olabilecek oda, Bachmann’ın 1962’de depresyon nedeniyle yatırıldığı hastanenin odalarından pek farklı değildir. Anlatıcının zihni nereye odaklansa, biraz kazıyınca altından babası çıkar; kan lekeleriyle kaplanmıştır ve sırıtmaktadır. Anlatıcıyı öldürmek ister ―gazla boğmak, kırbaçlamak, zehirlemek… Yeni karısıyla evlenmek için anlatıcının parmağından ölen annesinin yüzüğünü çıkarır. Malina’nın anlatıcıya verdiği güzelim kitapları imha eder, onu izleyen komşulara neşeli bir Nazi selamı gönderir.
Kötülükle dolup taşmış bir figür olan bu baba, babalardan, sadist adamlardan oluşan bir orduya dönüşür. “Babam değil o benim, katilim,” der anlatıcı Malina’ya. Bu baba figürlerinden bazıları şiddet düşkünü, bazılarıysa yalnızca bencil ya da düşüncesizdir. Anlatıcıyı umursamaz, utandırır, kullanırlar, ona yalan söylerler; sonra da yaptıklarını yanlış anlamakla suçlayıp yakınmalarına son vermeyi denerler. Anlatıcı konuşmaya çalışır ama bir erkeğin sesini çaldığını fark eder: “Bağırıyorum, fakat beni kimsecikler duymuyor, duyulacak bir şey yok ortada, yalnızca ağzım açık, o kadar; babam benden sesimi de almış.” (s. 156). Anlatıcı ve Malina, bu sözsüz dehşet hissinin içinden geçip erkekler ve kadınlar arasındaki ilişkinin günlük hayattaki doğasını net bir şekilde dile getirmeye uğraşırlar:
Ben: İşin en tuhaf yanı ise, babamın beni öldürme fikrini taşıdığını hep bilmiş olmamdı, yalnız beni hangi yolla ortadan kaldırmak istediğini bilmiyordum. Her yol olasıydı.
Malina: Belki bilmiyordun, ama razıydın.
Ben: Sana yemin ederim ki razı değildim, insan nasıl razı olabilir, insan gitmek, kaçmak isteyebilir yalnızca. Bana kabul ettirmek istediğin nedir senin? Hayır, hiçbir zaman razı olmamıştım!
Malina: Yemin etme. Asla yemin etmediğini unutma. (s. 188-89)
Kadınlar kurban mıdır? Ya da, erkeklerin ellerinde çektikleri acıya rıza göstermişler midir? Cevabını bulamadığı bu soru anlatıcıyı bir çıkmaza sürükler, roman da burada biter. Netliğin ve açıklığın sesi Malina’nın söyleyecek bir şeyi kalmamıştır. Romanın son sayfasında, huzursuzluk içinde anlatıcının gözlüğüyle oynayıp uğraşırken anlatıcı da sonsuza dek ortadan kaybolmayı düşünür: “Eğer beni alıkoymazsa, o zaman cinayettir bu… artık söyleyemeyeceğim için, uzaklaşıyorum.” (s. 281). Ancak, Malina anlatıcıyı durdurmak için bir şey yapmaz, tek yaptığı anlatıcının gözlüklerini kırıp atmak olur. Anlatıcı duvardaki bir çatlağa girip gözden kaybolmadan önce, “Bunlar benim gözlerim,” (s. 281) diye düşünür.
* * *
Bachmann çoğu okuyucunun “cinayet” sözcüğünü net ve açık olmayan, abartılı bir suçlama olarak algılayacağını biliyor olmalıydı. Fakat bunun tek nedeni, Bachmann çocukken tanımlaması ve lanetlemesi çok daha kolay bir kötülük olan cinayetin, uluslararası bir gösteri olarak gün yüzüne çıktığı bir dönemde, suça ilişkin dilin, zalimliğin cana yakın kılıklara bürünmesiyle baş edemeyecek kadar motamot, körelmiş bir araç olmasıydı. “Günümüzde suç işlemek son derece zor, bu yüzden suçlar öyle mahir biçimler aldı ki artık neredeyse onları fark edemiyor, algılayamıyoruz,” diye yazmıştı Bachmann:
Keskin bir zekâ gerektiren suçlar, duyularımızdan çok zihnimizi etkileyen, bize en derinden etki eden suçlar ―oralarda kan akmıyor, bunun yerine, hassas sinirleri sarsılan bir toplumun ahlak değerleri ve gelenekleri arasında bir yer bahşedilmiş oluyor katle.
İnsanlar, psikolojik yönden incelikli bu zulüm biçimleriyle yüzleşecek hassasiyetten yoksundular; düşüncenin gölge diyarında sinsice gezinen bu suçlar, üstü kapalı sözlerde ve örtük davranışlarda göze bir görünüp bir kayboluyordu.
Franza Kayıtları ve Fanny Goldman’a Ağıt gibi, Malina da bu cinayetlerin “iç yüzü”nü tekinsiz bir netlikle gözler önüne serer. Bachmann, 1960’larda şiir yerine roman yazmakla ilgilenmeye başladığında amacının “cinayet işlemeye giden düşünce tarzını” açığa çıkaracak deliller oluşturmak olduğunu yazmıştı. Bir caninin zihnindeki izbe odalara açılan tünelin ancak bir romanla kazılabileceğini düşünmüştü. Bu odaların her bir köşesinden habislik fışkıracağını; hakir görme, bencillik, korkaklık gibi özellikler ile sindirme, emretme, ezip yok etme istencini, “entelektüel kesimin işkence gereçleriyle” donanmış biçimde karşısında bulacağını düşünmüştü —dilin, bir erkeğin bir kadının düşüncelerini de hayatını da kendi hizmetine sokması için ustalıkla kullanabileceğini, her türlü acımasızlıkla ve olgunlaşmamış, yıkıcı formülle çevreleneceğini. Malina’da, anlatıcı ve Malina bir barda oturup hayatını berbat bir romana malzeme eden bir adam tarafından mahvedilmiş Fanny Goldman adında güzel bir kadından bahsederler. “İnsanın manevi varlıklarına el konulması diye bir şey olabiliyor mu acaba?” der anlatıcı, “Varsa böyle bir el koyma, o zaman manevi varlıklarını yitiren kişinin, düşünme eyleminin en uç noktadaki güçlükleriyle karşılaşma hakkından söz edilebilir mi?” (s. 112)
Bachmann, mütekabil bir mantıkla kurbanın kendini yok etme sürecinin, “insanı ölüme götüren” düşünce tarzının açmazlarının da, yalnızca romanda takip edilebileceğini düşünüyordu. Eleştirmenler, romanlarındaki kadınların başlarına geleni anlatırken “cinayet” ve “ölüm” sözcüklerini sık sık birbiri yerine kullandılar fakat Ölme Biçimleri serisinde, bu ikisini birbirinden ayırmak dinmeyen, muazzam kaygıyı meydana getiren şeydi —insan romanları okurken, görünmez bir değil iki el tarafından boğulduğunu hissediyor. Suç işlemeye giden düşünce tarzı ile insanı ölüme götüren düşünceler birbirine çıldırtıcı derecede yabancı. Bir erkeğin sözleri bir kadını nasıl öldürebilir ki? Malina’nın da dediği gibi, kadının her zaman rızasını geri çekme, uzaklaşıp gitme; o günlüğü, mektubu, romanı, şiiri bir kenara bırakıp okumama şansı var (?).
Ancak, Bachmann düşüncelerden, özellikle de alçaltıcı, yozlaştıran, insanı kendi algısının doğruluğu hakkında, hatta akıl sağlığı konusunda şüpheye düşüren düşüncelerden kurtulmanın öyle kolay olmadığını biliyordu. Franza, “İşler yolunda, yani neredeyse yolunda giderken insanların birbirinden kaçması kolay oluyor; fakat sen cevapsız kalan, art arda sorduğum soruları bir sümük gibi yüzünden silerken bu mümkün bile değil,” diye düşünür. “Neden yaptın bunu? Bu hareketin kasıtlı mıydı? Neden beni yerle bir etmek istiyorsun?”
Yine de, adalet arzusu, birine parmak doğrultup onu tereddüte düşmeden suçlama arzusu, bir kadının şiddet —gerçek bir şiddet— uygulandığını görme arzusundan ayrıştırılamaz hâle geliyor. Ancak bu durumda şiddet cezalandırılabilir bir biçime giriyor. Malina’nın kadınlara zarar vermiş erkeklerin Viyana sokaklarında dolaşırken onlara nazikçe selam verdiğini gözlemleyen anlatıcısı, “Örneğin ben, hiç ırzıma geçilmediği için halimden memnun değildim,” ( s. 231) diye itirafta bulunuyor. Franza, “Ah, neden öldürüp geçmedi ki beni?” diye şikâyet ediyor kocasından: “Büyük bir adaletsizlik bu.” Fanny Goldman Marek’in karşısına elinde bir tabancayla çıktığında umut ettiği asıl şey, Marek’in tabancayı elinden alıp onu vurması: “Sonra, Marek’in onu öldürmesini bekledi. Aslında, en çok istediği şey buydu. Marek onu öldürmeliydi ve katilin o olduğu, gün gibi ortada olmalıydı. Fanny ancak bu şekilde onu katletmiş olurdu.” Bachmann’ın yarattığı karakterlerin mazoşizmi ve okurun yer yer baş gösteren sadizmi, erkekleri bir şeyden sorumlu tutmanın başka türlü bir yoluna çok nadir rastlandığı fikrinin kabulü ile ortaya çıkar. Tetiği çekmeli, bizi çıplak elleriyle boğmalıdırlar, basit ve net… Ölme Biçimleri serisindeki romanların ortaya çıkardığı en büyük adaletsizlik bu. Kadınların mağduriyeti istemesi, davet etmesi sağlanıyor. Kurban olamıyorlarsa, ölmenin daha az görkemli biçimlerine boyun eğmeleri gerekiyor.
[1]Rainer Maria Rilke’nin Türkçeye Dua Saatleri Kitabı adıyla çevrilmiş 1904 tarihli eseri. (ç.n.)
[2]İkinci Dünya Savaşı başlamadan kısa süre önce İngilizlerin düzenlediği, çoğu Yahudi olan 10.000’e yakın çocuğun Nazi Almanyası’ndan çıkarıldığı kurtarma harekâtı. (ç.n.)
[3]Fransa’da yayılan Varoluşçuluk akımından farklı olarak Almanya’da Friedrich Schelling’in geç dönem yazılarıyla başlayıp Karl Jaspers’a kadar uzanan bir felsefi akım. (ç.n.)
Malina‘dan yapılan ve sayfa numarası verilen alıntılar Ahmet Cemal’in Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan çevirisinden alınmıştır (Ağustos 2020, 12. baskı).
Kapak görseli: Faz