Elena Ferrante’nin dört kitaptan oluşan meşhur Napoli Romanları’nda, Napoli’nin aynı yoksul mahallesinde büyüyen, birbirleriyle arkadaş iki küçük kız çocuğu Lila ve Lenu’nun büyüme ve yaşlanma hikâyelerini Lenu’nun kaleminden okuruz. İlkokuldan sonra ailesi tarafından okumasına izin verilmeyen, kunduracının çok zeki ve yetenekli kızı Lila ve ancak çok başarılı olması kaydıyla okumasına izin verilen ve çok çalışarak üniversiteye gitmeyi ve mahalleden çıkmayı başaran belediye hademesinin kızı Lenu…
Bir kadının ömrüne sığan her şey, bu romanların satırlarından bize su gibi akar: Dostluk, aşk, annelik, yoksullukla ve erkeklikle mücadele, daha da çetin mücadeleler… 1950’lerden 2000’lere uzanan hikâyenin merkezine bu iki kadının gelgitli dostluğu yerleşir. Ne de olsa hayatları ayrı yollara sapan bu küçük kızlar, benliklerini oluştururken birbirleriyle şekillenirler ve birbirlerine ayna tutarlar; rekabetten ve kıskançlıktan azade bir dostluk değildir onlarınkisi, olamaz da… Romanlar boyunca, Napoli’nin, İtalya’nın, hatta dünyanın içinden geçtiği değişimi de açık seçik okuruz ve toplumsalla bireysel arasındaki bağlantıları bu derece ustalıkla kuran Ferrante’ye hayran oluruz.
Dörtlemeyi ilk kez okurken her kitap bittiğinde üstüme çöken depresif ruh hâlinin adını bir türlü koyamadım; bu konuda tahminlerim olsa da hâlâ tam koyamıyorum. Bir umut veya inanç yitiminin getirdiği bunalımdı sanki. Veya acı bir gerçekle yüzleşmenin ağrısı. Derken Ferrante’nin bu hissettiklerimi Bir Yazarın Yolculuğu kitabında ayrıntılı bir şekilde tarif ettiğini gördüm [1]:
“Annem bana yerel lehçesinden bir sözcük bıraktı; yüreğini parçalayan çelişkili hisler aklını şuraya buraya çeldiğini hissettiğinde kullanırdı bunu. İçinde bir frantumaglia (kırık parçacıklar karışımı) olduğunu söylerdi. Onun frantumaglia diye telaffuz ettiği bu his onu bunaltırdı. Kimi zaman baş dönmesi yaratır, ağzında pas tadı bırakırdı. Başka türlü tanımlanamayan bir rahatsızlığın özel ifadesiydi, zihninde oluşan, beynin bulanık suyunda yüzen, farklı nitelikli parçacık kalabalığını tanımlardı. Frantumaglis gizemliydi, gizemli eylemlere yol açardı; son derece belirgin tek bir sıkıntıya indirgenemeyecek bütün rahatsızlıkların kökeniydi. Yaşı ilerlemeye başladığında frantumaglia onu gece uykusundan uyandırır, kendi kendine konuşmasına, sonra da utanmasına yol açardı, ona kısa sürede iç çekişe dönüşen ve yarım ağız telaffuz edilen, anlaşılmaz bir şarkı söyletirdi; bazen de ansızın ocağı yanık, sosu tencerede dibi tutmaya bırakarak evden dışarı çıkmaya mecbur ederdi. Onu sık sık ağlatırdı ve işte bu nedenle, çocukluğumdan beri bende beklenmedik ve belirli nedeni olmayan bütün gözyaşlarını tanımlamak gerektiğinde aklıma bu sözcük gelir. (…) Frantumaglia, yaşarken sesimizi onunla yükselttiğimiz ve sonunda onun içinde kaybolması mukadder heterojen kalabalığı çok sancılı bir kaygıyla anlamaktır.” (s. 98)
Almanların weltschmerz dediği dünya ağrısını da çağrıştıran yukarıdaki cümleleri okuduğumda, “Ferrante yine yapacağını yaptı” dedim. Romanlarla hemhâl olduğum her süreçte —her birini birkaç defa okudum çünkü— göz altlarım çökük, dokunsan ağlayacak, dalgın, karamsar ve karanlık ruh hâllerinde gezindim. Gerçekten “kırık parçacıklar” geziniyordu içimde.
Kırık parçacıkları elime alıp baktığımda zaten öncesinde de sorguladığım kimi çıkışsızlık hâllerini gördüm. Eğitim yoluyla Napoli’den ayrılabilen ve büyüdüğü mahalleye, hayatının bir noktasında, istediği an çıkabileceği kaynakları edinmiş bir yazar ve gazeteci olarak dönen Lenu, dörtlemenin Kayıp Kızın Hikâyesi adındaki son cildinde Napoli’ye dair şunu söyler: “Bu şehirde doğmuş olmak tek bir şeye yarar. Bugün hemen herkesin fevkalade bir açıklıkla görebildiği bir şeyi ezelden beri, neredeyse içgüdüsel olarak bilmek: Sınırsız olarak ilerleme rüyası, sadece vahşet ve ölüm dolu bir karabasandır” (s. 365-366). Bu karabasanda, kurtuluş diye bir şey olabilir mi? Kurtuluşun mahalleden, hatta Napoli’den ayrılmakta olduğunu sanan Lenu, kültürel, ekonomik ve sosyal sermayesini genişletir ve birtakım ayrıcalıklar edinir belki ama hepsinin bedeli vardır, öder. Mahallenin içinde veya dışında olmak mahallenin de parçası olduğu yapısal bozukluk içerisinde neyi değiştirebilir? Kısacası, mahalleden çıkınca, sorunların gerçekten ne kadar dışına çıkarız.
Artık yaşlanmış olan Lenu, gençliğine dönüp bakarken itiraf eder: “Gerçek şu ki ben kaçmıştım. Ama sonraki on yıllarda yanıldığımı anlayacaktım, çünkü halkaları giderek büyüyen bir zincirin varlığı söz konusuydu: Mahalle şehre, şehir İtalya’ya, İtalya Avrupa’ya, Avrupa bütün gezegene bağımlıydı. Bugünse şöyle görüyorum: Hasta olan mahalle değil, Napoli değil, yerküre, evren ya da evrenler. Ve maharet eşyanın gerçek yüzünü saklamakta, saklanmakta” (s. 32). [2] Lila ise yoksulluk, şiddet ve sömürünün kol gezdiği, Solara adındaki bir mafya ailesinin ezelden beri yakalarından düşmediği Napoli’den hiç ayrılmaz. Zekası ve yeteneği sayesinde Solara ailesine çeşitli biçimlerde meydan okur. Bu sayede mahallede bir kahraman muamelesi görmeye başlayan Lila, Solara kardeşlerin iktidarını gerçek anlamda tehdit etmeye başladığı an ağır bir darbe alır. En az kendisi kadar zeki, kendisinin olamadığı her şeyi olma potansiyeli taşıyan küçük kızı Tina ortadan kaybolur. Erk, kendini sarsandan öcünü alır; kurtuluşun yolu kahramanlıktan geçmez.
Ve aynı bütüne bağlanan, ruhumu daha da derinden kestiğini hissettiğim başka bir kırık parça: Yazmak, gerçekten ne işe yarar? Kendisi de yoksul büyümüş Fransız yazar Violette Leduc’un “Yazmak, özgürleşmektir. Yanlış. Yazmak hiçbir şeyi değiştirmemektir,” demesi, hissettiğim çıkışsızlıkta kulaklarımda yankılanıyor. Yoksulluğu, eşitsizlikleri dert edinen bizler, var olma mücadelelerini gazetelere, akademiye ve çeşitli muhalif mecralara taşıyoruz. Sonra okuyoruz bu yazıları, belki hem zihnimizde hem bedenimizde kıpırtılar oluşuyor. Peki ya sonra? Artık olmasın istediğimiz o yoksul mahallelerde, oynattığımız kalemlerin ne denli hükmü var? Hata, yazarak bir şeyleri değiştirebileceğini düşünmenin veya ummanın kendisinde olabilir mi? Eğer bu bir hataysa ve biz bunu ummaktan vazgeçersek, yapıp/yazıp ettiklerimize artık nasıl anlam yükleyebiliriz?
Serinin üçüncü kitabında, evlendikten sonra Floransa’da yaşamaya başlayan Lenu feminist yazını ilk keşfettiğinde çok heyecanlanır, Napoli’de yaşamaya devam eden Lina’ya “temel kavramları verebilse konuyu daha iyi irdeleyebileceğine” (s. 332) inanır. Lila’ya telefonda kadınlarla ilgili kitapları ve katıldığı kadın grubunu anlattığında Lila ona yüz vermez, “Burada zaten yeterince sorunumuz var, delisin sen”(s.308) diye tersler onu. Sonradan anlaşılacağı üzere Lila, nereye gitse Michele Solara’nın baskısıyla karşılaştığı için kendini sıkışmış hissetmekte, mahallede kimseye ondan bağımsız var olma hakkı tanımayan Solara kardeşlerin zulmünden sıyrılmaya çalışmaktadır. “Entelektüel” uğraşlar Lila için lükstür adeta.
Öte yandan, daha “şanslı” veya “büyük” insanların elindeki bu aracın, yani yazının, güçlü bir silah olduğuna dair inancına da rastlarız Lila’nın. Entelektüel dünyayı ve onun sınırlarını tecrübe etmemiş olan Lila, sorunun çözümü için bir yazı yayımlatıp Solara ailesinin yasal yollarla ortadan kaldırabileceklerini düşünür. İki arkadaş, Solara ailesinin kirli işlerini Lila’nın elindeki bilgilerle deşifre eden bir makale yazar. Yazının gücünün sınırlarını çoktan tecrübe etmiş Lenu, bu makalenin Solaralara gerçek bir zarar vermeyeceğini bilir, fakat inatçı bir karaktere sahip Lila, makaleyi gizli gizli gazeteye gönderir. Solara kardeşler ceza almadığında Lila bunalıma girecek kadar hayalkırıklığına uğrar: O haftalar boyunca alfabe, yazı, kitaplar gibi kudret atfettiği şeylerin hâkim olan hiyerarşide önemsiz olduğunu tecrübe ettiği için kendini aşağılanmış hissetti.” (s. 344-345). [3] Lila’nın okumuş ve mahalleden çıkarak “entelektüel” olmuş birinin de mahalledeki zorbaya gücünün yetmeyeceğini anladığında hissettiği hezimet, benim de bütün bu seriye yayılmış hislerime tercüman oluyor: Yazmak, somut sorunu ortadan kaldırmıyorsa niye var?
Bu soruların, biz yazan, çizen, araştıranlara “değiştirme gücü” atfettiğinin, yani “üstten” ve hatta “kibirli” bir tonla tınladığının da farkındayım aslında. Öte yandan, zihinsel yolculuğumuzun önemli bir durağı da bir şeylerin değişmesi gerektiğini düşünmekse, bunun bizi “sorumlu hissetme” durağına götürmesi kaçınılmaz görünüyor. Yukarıda uzay boşluğuna fırlattığım sorulara “belki de yazıdan başka bir çözüm, başka bir yol bilmiyoruz” cevabını versem de, içimde bir ses, bedenleri zapturapt altına alan bir sistemde çözümün yine bedenden geçebileceğini fısıldıyor bana. Bunu ifade etme biçimimin “yazı” olması ise bir ironi elbette. Doğal hâliyle “hiçbir amaca, hiçbir eğitime, hiçbir kullanıma boyun eğmeyen” Lila, içimdeki frantumaglia’ya rağmen benim için ilham kaynağı: “Lila bir plebdi, ama kurtuluşu reddetmişti” (s.436). Çünkü Lila, “kurtuluş” diye bir şey olmadığını çok erken anlıyor, deneyimliyor ve belki tam da bu nedenle o keskin zekasını bireysel kurtuluş yolunda kullanmayı reddediyor, dolayısıyla —artık içinde bile olmak istemediği—bedeni başlı başına bir sistem dışılığa, bir başkaldırıya dönüşüyor. Ya da ben kırık parçacıklarla ancak bu düşünceyle baş edebiliyorum.
*Kapak fotoğrafı: Napoli, Temmuz 1956. Keystone Features / Hulton Archive-Getty Images.
Kaynakça:
[1]: Elena Ferrante, (2017). Bir Yazarın Yolculuğu, çev. Eren Yücesan Cendey. İstanbul: Everest Yayınları.
[2]: Elena Ferrante, (2018). Terk Edenler ve Kalanlar (Napoli Romanları Üçüncü Kitap), çev. Eren Yücesan Cendey. İstanbul: Everest Yayınları.
[3]: Elena Ferrante, (2018). Kayıp Kızın Hikâyesi (Napoli Romanları Dördüncü Kitap), çev. Eren Yücesan Cendey. İstanbul: Everest Yayınları.