Silvina Ocampo’nun adını ilk defa 2010 yılında, ablası Victoria Ocampo’nun Buenos Aires şehir merkezinden trenle yaklaşık kırk beş dakika uzaklıktaki San Isidro’da bulunan evini ziyaret ettiğim zaman duymuştum. Bu ev, Victoria Ocampo tarafından UNESCO’ya bağışlanmış ve yazarın ölümünden sonra müzeye çevrilmişti. Villa Ocampo’nun, yüksek lisans yaptığım San Andrés Üniversitesi’nin kampüsüne epey yakın olduğunu öğrendiğim zaman oraya gitmeye can attığımı ve hakkında birçok şey okuduğumu hatırlıyorum: Örneğin Jorge Luis Borges, Victoria Ocampo’nun burada düzenlediği edebiyat sohbetlerinden birinde, hayatının geri kalanında en yakın dostu olacak Adolfo Bioy Casares’le tanışmış. Ve Ocampo, 1930’lardan ölümüne dek hayatını adayacağı Latin Amerika’nın en önemli edebiyat dergilerinden biri olan Sur’u (Güney) yine bu evde kurmuş; Borges, Bioy Casares, José Ortega y Gasset, Julio Cortázar, Gabriela Mistral, Octavio Paz, Ernesto Sabato, Gabriel Garcia Marquez gibi yalnızca Arjantinlilerin değil, tüm Güney Amerika’nın önde gelen yazarlarının, düşünürlerinin metinleri bu dergide yayımlanmıştı.
Ocampolar uçsuz bucaksız topraklarıyla Arjantin yüksek burjuvazisinin önde gelen ailelerinden biriydi. Victoria Ocampo, ailenin en büyük kızıydı ve Angélica, Francisca, Rosa, Clara Maria ve Silvina olmak üzere beş kız kardeşi daha vardı. Silvina, kız kardeşlerin en küçüğüydü. Victoria en büyük abla olması nedeniyle aile mirasının büyük bir bölümüne sahip olmuştu ve bu paranın önemli bir kısmıyla da yıllarca hayatını adadığı Sur’u finanse etmişti. Ancak ailede edebiyat ve sanatla ilgilenen tek kişi Victoria değildi. Ailenin en küçüğü Silvina da resme olan ilgisinin peşinden 27 yaşında Paris’e gitmiş ve burada kaldığı süre boyunca Fernand Léger ve Giorgio de Chirico’nun atölyelerinde resim eğitimi almış, daha sonra Paris’ten Buenos Aires’e döndüğünde en yakın dostları olan ressam Norah Borges (Jorge Luis Borges, ressamın erkek kardeşidir) ve Xul Solar’la birlikte bir resim sergisi bile açmıştı. Ancak kısa bir süre sonra çocukluğundan beri yazmaktan büyük keyif aldığı öykülerine ve şiirlerine geri dönerek yeniden yoğun bir şekilde yazmaya başlayacaktı.
Silvina Ocampo’yu tanıtacağım bir yazıya ablası Victoria Ocampo’yla giriş yapmam aslında tuhaf sayılmaz. Ne de olsa birçokları gibi ben de onu ilk ablası aracılığıyla tanıdım. Zira Arjantin edebiyat ve kültür dünyasında Victoria Ocampo her zaman kız kardeşi Silvina Ocampo’yu gölgede bırakan çok önemli bir isim olmuştur. Tam da bu sebepten ötürü Silvina Ocampo’yla sayısız sohbetler eden ve onun metinlerini inceleyen akademisyen ve yazar Noemi Ulla onu “escritora oculta” (gizli kalmış yazar) olarak nitelendirir.
Silvina Ocampo’nun hayatının büyük bir kısmında edebiyat dünyasının kıyısında köşesinde kalmış olduğu gerçeği yalnızca ablasının bu dünyadaki baskın konumundan kaynaklanmaz. Modern Arjantin edebiyatının iki dev ismiyle olan yakın ilişkisi de (Silvina Ocampo, Adolfo Bioy Casares’le evliydi ve çiftin neredeyse her gece beraber yemek yedikleri en yakın dostları da Jorge Luis Borges’ti) hep birilerinin eşi ya da dostu olarak görülmesine sebep olmuş, Noemi Ulla’nın da dediği gibi yazdığı şiir ve öykülerle ön plana çıkmasını engellemiştir.
Ancak yıllar içinde, yazdığı öykülerin ve romanların çoğunu okuduğumda (bunu etrafındaki dev isimlerin − Jorge Luis Borges, Adolfo Bioy Casares − yazdıklarını okuyan hatta bazılarını çeviren birisi olarak söylüyorum) özellikle öykülerinde yarattığı, birçokları tarafından fazla tuhaf ve grotesk bulunan dünyasının, etrafındaki tüm yazarlardan ne kadar farklı olduğunu ve ismini, onunla aynı dönemde ve coğrafyada yaşamış yazarlarınkiyle yan yana getirmenin neredeyse imkânsız olduğunu fark ettim.
Silvina Ocampo’nun öykülerinden birini ne zaman elime alsam, ister istemez gizli bir şey yapıyormuş gibi hissediyorum; sanki bir kapının anahtar deliğinden Arjantin’in burjuva ailelerinin etraflarında olup bitenden habersiz, kendilerine yarattıkları o küçük dünyayı nefesimi sıkıca tutmuş gözetliyormuşum gibi. Her şeyin özenli bir şekilde hazırlandığı doğum günü partilerine, Avrupai tarzda mobilyaların ve eşyaların kullanıldığı evlere, bu evlerde yaşayan yetişkinlerin çoğu zaman tuhaf zevklerine, sıkıcı hayatlarına, çocukların zararsız ve saf gibi gözüken çekişmelerine, oyunlarına göz gezdiriyorum. Ve ben bu anahtar deliğinden ne kadar dikkatlice bakarsam bakayım hemen fark edemediğim türlü türlü zalimlik ve kötülük, adeta açık bir gökyüzünü bir anda ele geçiren karabulutlar gibi Ocampo’nun sözcüklerini ele geçiriyor ve başlangıçta her şeyin olabildiğince normal hatta sıkıcı olduğu bu dünyalar bazen abartılı bazen de belli belirsiz bir biçimde tepetaklak oluyor.
Ocampo’nun öykülerinin sonları beni sadece şaşırtmakla kalmıyor ayrıca içimde çok tuhaf, tekinsiz hatta korkutucu diyebileceğim bir his de bırakıyor. İlk okuduğumda asla tam olarak ne olduğunu kestiremediğim bu hissin izini sürmek için çoğu zaman elimdeki metne geri dönüyorum ve ancak ikinci, üçüncü ve hatta dördüncü okumamda yazarın, Arjantin burjuvazisinin, günlük hayatlarındaki tüm o kibarlıkların arkasına sakladıkları zalimliklerini asla bir yargıda bulunmadan gözler önüne serme ustalığını tüm incelikleriyle görebiliyorum. Belki de Ocampo’nun bu konudaki ustalığının en önemli sebeplerinden biri de öykülerinin çoğunu çocukların gözünden kurgulaması. Belki de bu tuhaf dünyalardaki kötülüklere ve zalimliklere, yetişkinlere özgü ayıplamalar ve önyargılardan uzak bir çocuğun o saf ve yargısız bakış açısıyla yaklaştığı için ister istemez kötülüğü o bayağı halinin ötesine taşıyıp bunların nedenleri üzerine düşündürtebiliyor. Yakın arkadaşı Borges’in de dediği gibi “Silvina Ocampo’nun gözünde camdan yapılmışçasına şeffafız; içimizi görüyor ve bizi affediyor.”
MIMOSO
Mimoso beş gündür ölüm döşeğindeydi. Mercedes ona bir kaşıkla süt, meyve suları ve çay veriyordu. Mercedes, tahnitçiyi aradı ve köpeğin eninin ve boyunun ölçülerini verip fiyat istedi. Köpeğin tahnit edilme işlemi neredeyse bir aylık maaşı kadardı. Telefonu kapadı ve bozulmaması için köpeği bir an önce onu götürmesi gerektiğini düşündü. Aynaya baktığında gözlerinin ağlamaktan bir hayli şiştiğini gördü, Mimoso ölene dek beklemeye karar verdi. Gaz ocağının yanına oturdu, bir tabak alıp köpeğe kaşıkla yeniden süt vermeye başladı. Köpek artık ağzını açmıyordu, süt yere döküldü. Saat sekizde kocası geldi, beraber ağladılar ve köpeğin içinin doldurulmasını düşünerek birbirlerini avuttular. Köpeği odanın girişinde, camdan gözleriyle evi sembolik olarak korurken hayal ettiler.
Ertesi gün sabah Mercedes köpeği bir çantanın içine koydu. Belki de ölmemişti. Otobüste dikkat çekmesin diye onu çuval bezinden ve gazete kâğıdından bir pakete sarmıştı, tahnitçinin dükkânına götürdü. Dükkânın vitrininde içi doldurulmuş bir sürü kuş, maymun ve yılan gördü. İçeride onu beklettiler. Gömleğinin kollarını sıvamış tahnitçi, Toskana purosunu tüttürerek içeride belirdi. Mercedes’in elindeki paketi, “Bana köpeği getirmişsiniz. Onu nasıl istersiniz?” diyerek aldı. Mercedes adamın ne dediğini anlamıyor gibiydi. Adam ona içi çizimlerle dolu bir albüm getirdi. “Otursun mu, uzansın mı yoksa ayakta mı dursun istersiniz? Gövdesini desteklemek için üzerine oturtacağım ahşap ayağın siyah mı yoksa beyaz mı olmasını istersiniz?”
Mercedes hiçbir şey anlamadan bir süre baktı:
“Patileri üst üste, oturarak olsun.”
“Patileri üst üste mi?” diye tekrar etti adam sanki duyduğu şey hoşuna gitmemiş gibi.
Mercedes de yüzü kızararak, “Siz nasıl isterseniz,” dedi.
Çok sıcaktı, boğucu bir sıcak vardı. Mercedes üzerindeki ceketi çıkardı.
“Gelin hayvana bakalım,” dedi adam paketi açarken. Mimoso’yu arka patilerinden tutarak eline aldı ve devam etti: “Sahibi gibi tombul değil,” dedi, sonra da bir kahkaha patlattı. Mercedes’i baştan aşağı süzdü, o da gözlerini yere devirdi ve üzerindeki oldukça dar bluzunun altından göğüslerini gördü. “Onu hazır bir şekilde gördüğünüzde yemek isteyeceksiniz.”
Mercedes aniden köpeği ceketiyle örttü. Oğlak derisinden siyah eldvenlerini ellerinin arasında büktü ve adamın yüzüne bir tokat yapıştırmamak ya da köpeği elinden çekip almamak için “Onu oturtacağınız ayağın, şurada duran ahşap ayak gibi olmasını istiyorum,” dedi ve bir posta güvercinini destekleyen ayağı işaret etti.
“Görüyorum ki hanımefendinin iyi bir zevki var,” diye mırıldandı adam. “Peki gözlerinin nasıl olmasını istersiniz? Camdan derseniz biraz daha pahalı olur.”
“Camdan olmalarını istiyorum,” diye cevap verdi Mercedes eldivenlerini ısırarak.
“Yeşil, mavi ya da sarı?”
“Sarı,” dedi hararetli bir şekilde. “Kelebekler gibi sarı gözleri vardı.”
“Peki siz kelebeklerin gözlerini hiç gördünüz mü?”
“Kelebeklerin kanatları” diye itiraz etti Mercedes. “Kelebeklerin kanatları gibi.”
“Ben de öyle düşünmüştüm. Ödemeyi önceden yapmanız gerekiyor,” dedi adam
“Biliyorum,” dedi Mercedes, “bana telefonda bunu söylemiştiniz.” Cüzdanını açtı, içinden paraları çıkardı, saydı ve masaya bıraktı. Adam ona makbuzunu verdi. “Onu almaya geleceğiz, ne zamana hazır edersiniz?” diye sordu makbuzu cüzdanına koyarken.
“Gerek yok. Onu gelecek ayın yirmisinde ben size getiririm.”
“Köpeği kocamla almaya geleceğim,” diye karşılık verdi Mercedes ve evine gitmek için süratle dükkândan çıktı.
Mercedes’in arkadaşları köpeğin öldüğünü biliyor ve hayvanın cesediyle de ne yaptığını öğrenmek istiyorlardı. Mercedes onlara köpeğin içini doldurttuklarını söyledi fakat kimse ona inanmadı, birçoğu ona güldü. İşte bu yüzden köpeği bir yerlere attık demenin en iyisi olduğuna karar verdi. Örgü şişlerini elinde tutarak, aynı Penolope’nin beklediği gibi, örgü örerek köpeğinin içinin doldurulmasını bekliyordu. Fakat köpek gelmiyor, Mercedes de ağlamaya devam ediyor, gözyaşlarını da çiçekli mendiliyle siliyordu.
Köpeğin teslim edilmesi gereken gün gelip çattığında Mercedes’in telefonu çaldı. Köpeğin içi doldurulmuştu tek yapmaları gereken gelip onu almaktı. Adam köpeği o kadar uzağa getiremezdi. Mercedes ve kocası bir taksiye binip köpeği almaya gittiler.
“Bu köpek bize epey pahalıya mal oldu,” dedi Mercedes’in kocası taksimetrede artan rakamlara bakarken.
“Bir çocuk bile bu kadar pahalıya mal olmazdı,” dedi Mercedes, cebinden bir mendil çıkarıp gözyaşlarını silerken.
“Tamam yeter artık, yeteri kadar ağladın.”
Tahnitçinin dükkânında beklemeleri gerekti. Mercedes konuşmuyordu fakat kocası ona büyük bir dikkatle bakıyordu.
“İnsanlar deli olduğunu söylemeyecekler mi?” diye sordu kocası gülümseyerek.
“Yazık onlara,” diye cevap verdi Mercedes hararetle. “Kalpleri yok onların ve kalpsiz insanlar için hayat çok üzücü. Kimse onları sevmez.”
“Kadın haklı.” Tahnitçi köpeği içeriden çok hızlı bir şekilde getirmişti. Cilalanmış koyu ahşaptan bir ayağın üzerinde cam gözlerle ve cilalı burnuyla yarı oturur vaziyette duran Mimoso’ydu. Hiçbir zaman bugün olduğu kadar sağlıklı görünmemişti onlara, tombuldu, tüyleri parlak ve iyice taranmıştı. Tek eksiği konuşmuyor olmasıydı. Mercedes onu titreyen elleriyle sevdi, gözyaşları gözlerinden akıp köpeğin kafasına düştü.
“Onu ıslatmayın,” dedi tahnitçi ve “ve ellerinizi yıkayın.”
“Bir tek konuşmuyor,” dedi Mercedes’in kocası. “Bu harika şeyleri nasıl yapıyorsunuz?”
“Zehirlerle beyefendi. Bütün işi zehirlerle, eldivenlerle ve gözlüklerle yapıyorum diğer türlü zehirlenirim. Bu kendi geliştirdiğim bir sistem. Evinizde çocuk yok değil mi?
“Hayır.”
“Bizim için tehlikeli olur mu?” diye sordu Mercedes
“Sadece onu yerseniz,” diye cevap verdi tahnitçi.
“Onu sarmamız gerekiyor,” dedi Mercedes gözyaşlarını sildikten sonra.
Tahnitçi içi doldurulmuş hayvanı gazete kâğıtlarına sardı ve hazırladığı paketi Mercedes’in kocasına teslim etti. Karı koca mutlu bir şekilde dükkândan ayrıldılar. Yolda Mimoso’yu evde koyacakları yeri düşündüler. Antreye, telefon masasının yanına koymaya karar verdiler; ne zaman dışarı çıksalar Mimoso onları hep orada beklerdi.
Eve geldiklerinde tahnitçinin çıkardığı işi incelediler ve köpeği seçtikleri yere yerleştirdiler. Mercedes köpeğe bakabilmek için karşısına oturdu: Yaşarken köpeği ona nasıl eşlik ettiyse bu ölü köpek de ona aynı şekilde eşlik edecekti, onu hırsızlardan ve yalnızlıktan koruyacaktı. Parmaklarının ucuyla köpeğin kafasını okşadı ve kocasının ona bakmadığından emin olduğu anda da gizli gizli bir öpücük kondurdu.
“Arkadaşların bunu gördüğü vakit ne diyecekler?” diye sordu Mercedes’in kocası. “Merluchi’deki mali müşavir ne diyecek?”
Yemeğe geldikleri vakit onu dolabın içinde saklarım ya da ikinci kattaki komşumun hediyesi olduğunu söylerim.
“Bunu komşuna söylemen lazım.”
“Söyleyeceğim,” dedi Mercedes
O gece özel bir şarap içtiler ve her zamankinden daha geç bir vakitte yatağa gittiler.
İkinci kattaki kadın Mercedes’in ricasını duyunca gülümsedi. Bir kadının, deli olduğu düşünülmeden, köpeğinin içini doldurtmasının imkânsız olduğu böylesi bir dünyanın ne kadar kötü bir yer olduğunu o da anlamıştı.
Mercedes içi doldurulmuş köpeğiyle eskisinden çok daha mutluydu. Ona yemek vermiyordu, işemesi için dışarı çıkarması ve hatta yıkaması bile gerekmiyordu. Ne evi kirletiyordu ne de paspası ısırıyordu. Fakat bu mutluluk çok uzun sürmeyecekti. Haklarında çıkan kötü dedikodular evlerine imzasız bir mektupla ulaşmıştı. Mektupta çizilmiş müstehcen bir resim o pis dedikoduları tasvir ediyordu. Mercedes’in kocası öfkeden titredi: O an kalbini kaplayan alevler, mutfakta yanan ocaktan bile daha kuvvetliydi. Çömelip köpeği aldı, onu kuru bir dalmışçasına parçalara ayırdı ve açık olan fırının içine attı.
“Bu söylenenlerin doğru ya da yanlış olması önemli değil önemli olan böyle bir şeyi söylemiş olmaları.”
“Onu hayal etmeme engel olamayacaksın,” diye bağırdı Mercedes ve üzerindeki elbisesiyle yatağa yattı. “Bu imzasız mektupları hangi sapık herifin yolladığını biliyorum. Bu o lanet olası mali müşavir. Bir daha asla bu eve ayak basamayacak.”
“Onu evine kabul etmek zorundasın, bu akşam yemeğe geliyor.”
“Bu akşam mı?” diye sordu Mercedes. Yataktan bir çırpıda kalktı ve dudaklarına kondurduğu bir gülümsemeyle yemeği hazırlamak için mutfağa koştu. Fırındaki köpek parçalarının yanına kuzuları koydu.
Yemeği her zamankinden daha erken bir vakitte hazırladı.
“Yemekte derinin içinde pişmiş kuzu var,”[1] diye haber verdi Mercedes.
Eve gelen misafir selam vermeden önce kapının önünde durup içeriden gelen kokuyu içine çekerek ellerini ovuşturmaya başladı. Yemek tabağına servis edilirken de, “Tabağıma koyduğunuz bu hayvanın içi sanki doldurulmuş gibi,” dedi, köpeğin gözlerinin içine hayranlıkla bakarken.
“Çin’de,” dedi Mercedes, “bana insanların köpek eti yediklerini söylediler. Acaba bu doğru mu yoksa bu bir Çin masalı mı?”
“Bilmem ama ben hayatta köpek eti yemem,” dedi misafir.
Mercedes de dudaklarına kondurduğu büyüleyici bir gülümsemeyle, “Asla, bu köpekten yemem demeyeceksin,” diyerek karşılık verdi.
Kocası da onu, “Asla, bu sudan içmem demeyeceksin[2],” diyerek düzeltti.
Misafir, Mercedes’in köpeklerden bu denli rahatlıkla bahsedebilmesine hayret etti.
Etin üzerindeki deride birkaç tüy görünce, “Buraya berberi çağırmalıyız,” dedi. Sonra kahkahalar atarak, “Bu deri içinde pişen kuzu sosla mı yenilir?” diye sordu.
“Hayır bu yeni bir tarif,” diye karşılık verdi Mercedes.
Adam servis tabağındaki yemekten kendi tabağına koydu ve sosun içine gömülmüş etten bir parça alıp ağzına götürdü, çiğnedi ve bir anda yere yığılıp öldü.
Bu esnada tabakları toplayıp, bir yandan da hem ağlayıp hem güldüğü için göz yaşlarını silen Mercedes, “Mimoso hâlâ beni korumaya devam ediyor,” dedi.
−Silvina Ocampo−
İspanyolca aslından Türkçeye çeviren: Sena Akalın
Editör: Esra Kökkılıç
[1] Asado con cuero: Güney Amerika’da özellikle Arjantin ve Uruguay’da kuzunun veya dananın kendi derisi içerisinde pişirilmesi yöntemidir. Bu yöntemle etin içindeki su ve yağların daha iyi muhafaza edildiği, etin yerken daha yumuşak olduğu düşünülür. (ç.n.)
[2] Nunca digas de este agua no beberé, por mas turbia que esté: “Ne kadar bulanık olsa da asla bu sudan içmem demeyeceksin.” Büyük laflar etmemek gerektiğini, insanın zorda kaldığında normalde asla yapmayacağı şeyleri yapabileceğini belirten İspanyol atasözü. (ç.n.)