Hepimiz titreşen halkalarız, biz birbirimize değiyoruz ve bu değdiğimiz noktalar teğet noktaları ve biz bundan daha çok üretmeliyiz.

SANAT

Yumuşakça Dayanışması ve Ellerinden Doğuran Cadılar

Ceylan Öztrük[1] ile Zürih’te Longtang’ta katıldığı misafir sanatçı programı ve 28 Haziran’da açılan am a mollusk, too; re/producing tangents[2] isimli sergisi üzerine söyleştik.

 

 

Belki biraz kendinden bahsedebilirsin, ne zamandır Zürih’tesin, nasıl gidiyor?

 

4 senedir Zürih’te yaşıyorum. Zürih’te sanatçı olarak çalışıyorum ve farklı ufak tefek işler de yapıyorum. Genel olarak üretiyorum. Sergiyi açtığım mekan, kar amacı gütmeyen bir off-space olan Longtang. Buranın ekibi bana bir senelik bir stüdyo teklif etti. Burası bir sergi alanı ve içinde de iki tane sanatçı atölyesi var. Benim de stüdyom bir senedir burada. Bu bir senenin sonunda da sergi yapmak istedim. Stüdyom sergi salonunun yanında, bu mekanda çok zamanım geçti. Önceden yaşam alanı iş alanına dönerken, şimdi iş alanım yaşam alanıma döndü. Atölyede yaşadığım aylar dahi oldu. Geçirdiğim altı ay sonrasında aklıma yapmak istediğim bir iş geldi. Stüdyo süresini sergi ile bitirmek istiyorum dedim onlar da eyvallah dediler. Sergi fikri mekana özgü olarak başladı. Zürih merkezinin biraz dışında, banliyösünde, bir yerleşim alanında konumlanmış bir üretim mekanı burası. Kooperatif binaları yapılırken, mimar ve mühendislerin ofis olarak kullandığı ev, şu an Longtang. Burada çalışmaya başlamakla birlikte ben burada ne yapıyorum diye sorgulamaya başladım. Bir de, hayatımda ilk defa kendi özel atölyem oldu. Onun için üretimimi de çok sorgulamaya itti.

 

Nasıl bir duygu kendi mekanının olması?

 

Muhteşem. Atölyeden çıktığım zaman azdı, uyumaya eve gittim sadece hep burada yaşadım. Alanı çok iyi kurduğumu düşünüyorum, harıl harıl iş yetiştirmeye çalıştığım zamanla atölyeye bakıp aa ne yapsam acaba dediğim zamanlar oldu ve bunu hiç hayatımda yapmamıştım. İş, mekan ile genişliyor. Mesela atölyemin olmamasından dolayı son dönem işlerimi hep mutfakta yapmıştım, pratiğim küçüldü, şimdi stüdyo ile tekrar büyüdü çünkü bir alanım oldu.

 

 

Zürih’teki sürecin seni daha farklılaştırdığını, etkilediğini, düşünme tarzında değişikleri yakaladın mı hiç?

 

Farklılaştırmıştır kesin. Burada geçirdiğim zaman mı yoksa bu şehir mekan mı farklılaştırdı onu bilmiyorum. Performans işlerime buraya taşındıktan sonra başladım. Yani sahne performansları. Kitap yazmaya da burada başladım. Post internet estetikleri, yeni malzeme, Batılı estetik anlayışlarından da etkileniyorumdur elbette. Sanırım en büyük etki performans oldu. Çünkü kendi geçmişimden sadece iki çeşit performans bilgisi ile başladım işe ve bunları kullandım: oryantal dans ve protesto(demonstration). Ve bu iki performatif bilgiye burada, dışarıdan, bakmak oldukça ilginç ve yaratıcı oldu. Buraya geldiğimden beri, görsel sanatlardan çok sahne sanatlarından çok yakın arkadaşlarım oldu ve kısa bir süre içinde kendimi bu mecrada buldum. Bu Aralık’ta ilk tiyatro işimi yapıyorum burada, Gessnerallee Zürich’te. Düşünsel olarak beni etkileyen ve farklılaştıran sürecin kendisi oldu sanırım. Son dört senede işe farklı bakar oldum. Buraya taşınmak ve sonraki süreç kolay olmadı benim için. Bu şehirdeki yaşadığım değişim ve etkilendiğim düşünce, zor olan süreç oldu bence. Zürih’in küçük bir sanat çevresi var ve son ürün merkezli bir marketi var diye düşünüyorum. Yani sanatçı üretiyor, sergiliyor ve iş bitiyor. Ya da zaten iş bitmiş bir şekilde başlıyor. Eğitimimi burada görseydim daha farklı olurdu sanırım.

 

Peki sergine geri dönersek, bu sergi fikri ne zaman nasıl oluştu?

 

Bu atölyeyi aldığım zamandan itibaren, üreme ve üretmek üzerine düşünmeye başladım çok. Mekana özgü başladı fikir: bu üretme mekanının üreme mekanları arasındaki konumunun anlamı nedir diye sormaktan. Kendi üreme farkındalığımı, kadın olmayı düşünmeye başladım, üretimi üremeden öne koyduğumu ve bunun aslında nasıl bilinçli ve politik bir seçim olduğunu düşündüm. Ama bu süreçte aklıma inciler geldi, yumuşakçalar geldi. Atölyemi kabuğum olarak görmeye başladım. Kafamda bir sürü şey dönüşüyordu. Sonra tamamen bir sonuca varmadan kafamın karmaşıklığını ortaya koymaya karar verdim. Kafamın karmaşıklığını ortaya koymakta da en iyi yazıyla yapabileceğimi düşündüm. Bir şekilde bu kafamdaki dolanan şeyler birer karakter buldular, bedenlere girdiler yazıda ve diyaloglar kuruldu. Bu sürecin devamında, ben de bir yumuşakçayım ve ben de kendi incilerimi yapacağım dedim. Atölyem de vardı. Canım üretmek, form yapmak istedi. Heykeli özlemiştim, büyük heykeller yapmak istedim. Bunun üzerine notlar almaya başladım derken bu notlar bir hikaye dönüşmek istediler. Son senelerde böyle işler yapıyorum, bir hikaye ya da yazı çıkıyor ve bunun çevresinde iş üretiyorum. İkisini birleştiriyorum.

 

Hikayede bu sanat mekanı bir gözlemevi olarak geçiyor. Bu mekan her cephesi camekan ile çevrili bir ev, kendimi etrafı gözlemliyormuşum gibi görmeye başladım. Aileler geçiyor, çoluk çocuk kadınlar, bağırışlar, konuşmalar derken bir baktım ben bu insanları izliyorum sürekli. Burası gerçekten bir gözlemevi ve ben üremeyi, diğer kadınları, çocukları izleyerek üretiyorum. İlk aklıma gelen şey kendi çocukluğum, nasıl büyüdüğüm, annemdi. Sonra benim çocuğum olsa ne derim, iyi bir ebeveyn olur muyum, aile nedir, ebeveyn kimdir, çocuğumun olması ne demek olur, vs… üreme hakkında okumaya başladım. Çocuk yetiştirme politikası üzerine çok ilginç tezler var, çocuk yetiştirme gözetim altında olmalı, iki ebeveyn gözetiminde değil komünler içerisinde olmalı diye birçok tez var. Haraway’in de ürettiği fazlaca nosyon var bu konuda. 70’lerin radikal feminist üreme yazılarını zaten seviyorum ve hala daha  bunun devamı olduğunu görüyorum. Firestone’u tekrar okumak beni çok cesaretlendirdi bu işi yaparken. O kadar büyük bir tabu ki biz kadınlar dahi konuşmuyoruz bunu. Konuşmuyor olmak da tuhaf geldi bana.

 

 

Aslında hayatın kaynağı olan bir şeyken hiç konuşulmuyor, tartışılmıyor,  sanki öyle var ola gelmiş ve öyle gidiyor, kendi başına gelene kadar hiç bilmiyoruz gerçekten. Bir kadın, hamile kalana kadar, çocuk doğurana kadar kendi bedeninin bilgisini öğrenemiyor. Hamile kalıp çocuk doğuran arkadaşlarımdan birçok şeyi gördüm ve kendi vücuduma yabancı olduğumu farkettim.

 

Biz hormonel döngümüzün bedenimizdeki etkilerini de bilmiyoruz ki. Mesela hormonel döngümüzü üretim için nasıl kullanılabileceğine dair ilginç sunumlar var. Yani bedenin her ay seni üremeye hazırlıyor, tabi bu hormonlar senin yaratıcılığına, üreticiliğine kadar etkiliyor. Döngünün belli zamanlarında çok üretken olabiliyor, belli zamanlarda ise hiç çalışmak istemiyorsun… Bir arkadaşımla mesajlaşıyoruz, diyorum ki bazı zamanlar çalışamıyorum özellikle aylık döngümü düşündüğümde, gerçekten bazı günler hiç çalışasım gelmiyor. Bana üç dakikalık mesajında sadece şu sözü tekrarladı: “sen bir adam değilsin, sen bir adam değilsin, sen bir adam değilsin”… Burada bu konu üzerine düşünen ve çalışan birkaç arkadaşım var.

 

Açıkçası bu duruma gıcık oluyorum, genelde erkeklerin fizyonomisine göre tasarlanmış bir hayattayız, sistem de ona göre kurulmuş. Senden aynı performans bekleniyor, ayak uydurman isteniyor. Daha yeni yeni hamilelik izninin hayatımıza girdiğini düşünürsek… Şuna sinir oluyorum, çalışma düzeni açısından bir erkekle ben aynı düzeni kuramıyorum. Regl olduğumda ya da öncesinde, ister istemez bu vücut kapanmaya, durmaya ihtiyaç duyuyor, zaten fiziksel olarak ağrılar içinde, yorgun bitik hissediyorsun. Ben çalışmak istemiyorum, ama rekabete dayalı olan bu sistemde karşı taraf her gün çalışabiliyorken benim mümkün değil. Bir ara bu bana dert oluyordu, ben neden yapamıyorum diye ama sonra bunun bir hayat anlayışı olarak beni baskıladığını farkettim.

 

Sara Ahmed Duyguların Kültürel Politikası kitabında bir yerde (Sel Yayıncılık, 2015) niye regl ağrısından bahsetmediğimizi soruyor. Bazı insanlar bu ağrıyı oldukça şiddetli şekilde yaşıyor ve gündelik yaşamlarına da devam etmek zorundalar. Çok ağır bir süreç geçiyor birçok insan için ve bunun konusu her zaman geçmiyor. Bunda yaşadığımız ağrı ve acı bir konu olarak oldukça ilginç. Mesela bu acıya en iyi ağrı kesicinin mastürbasyon olduğunu da çok geç öğrendim. Ayrıca üremeyen beden regl oluyor yani senin vücudun her ay yumurta yapıyor ve sonra vücuttan atılıyor. Ve burada acının da rolü var. Bu bana çok ilginç geliyor. Böyle şeyler konuşulmuyor. Üreme de böyle işte. Üreme hakkında çok konuşmamak da bu konuyu daha çok erkek egemenliğinde bırakıyor. Bu kürtaj yasaları, doğum kontrol hep erkek egemenliğinde olan siyasi konular, bunun üzerine daha çok kurgular üretmeli, konuşmalıyız diye düşünüyorum. Ya vardır ya yokturdan ziyade daha ara durumları da varsaymak sahiplenmek için iyi bir adım bence. Üreme hakkında şunu düşünüyorum: ya üremecisin ya da üreme karşıtısın diye bir şey yok. Sadece konuşmamız gerekiyor, muhabbete açık olsun. Bu seçimden ziyade bir dayanışma, takımlara bölüşmekten ziyade tüm kadınları ilgilendiren bir mesele.

 

 

Ben en son kadın olmaktan istifa edebilir miyim diye düşünmeye başladım. Kadın başlığı altında ne kadar savaş verirsem vereyim o kurguyu devam ettiriyormuşum gibi geliyor bana. Yani gündem belirlenmiş sen o gündemin altında muhalefet ediyorsun ama sen kendi gündemini oluşturabilir misin? Hiç verilen mücadeleden, feminizmden geri adım atmaktan bahsetmiyorum ama biz kendimizi adlandıralım tıpkı Haraway’in yaptığı gibi. Peki bu düşünceler senin üretimine nasıl yansıdı?

 

Kurguyu, üreyen bedeni üretim için nasıl kullanabiliriz fikri üzerinden kurduğumdan, denemek adına iki ay hormonel döngüme göre çalışmayı denedim ama bu öyle iki ayda olacak şey değilmiş sanırım, çok devam ettiremedim. Senin dediğin gibi zaten sistem bunu denemene bile engel. Sadece kendimi gözlemledim, şöyle, regl olmadan önce kendimi nadasa bıraktım, regl olduktan sonra zaten çok iyi hissediyor çok üretken ve hızlı oluyorum. Mesela ilk iki haftamı sadece okumaya ve yazmaya ayırdım. Üçüncü haftamı dinlenmeye, dördüncü haftamı ağır işe ayırdım. Sinirli olduğum bir dönem de oluyor benim, mesela üretim yapmayı o zamana bıraktım. Ama çok daha uzun süre yapmam gerekiyordu bence onun farkını anlamak için.

 

Hikayede ne anlatıyorsun? İşler oradan nasıl çıktı?

 

Hikaye bir kurgu, gözlemevinde buluşan çeşitli kadınlardan bahsediyor. Gözlemevini bir buluşma noktası olarak alıp, üreme ve üretme pratiklerini konuşup tartışmak için bazı zamanlarda buluşuyorlar. Bu buluşan kadınlar cadılar olarak geçiyor. Cadı lakabını burada, düşünen sorgulayan entelektüel kadın için kullandım. Bu cadı kadınlar bir tane sanatçı seçiyorlar, her seferinde amaç metaforları değiştirmek, anlatımları değiştirmek, konuşmak, insanlara ulaşmak. Ve diyor ki merkezlerinden ziyade merkez çevrelerinden başlıyoruz. Bu çevrelere çeşitli sanatçılar yerleştiriliyor ve bu bölgeye de kadınlar bir sanatçı yerleştiriyorlar çünkü amaçları var olan kültürü değiştirmek. Bu sanatçı bazı kadınlarla iletişim kurmaya çalışıyor ama kuramıyor. Sonra bir kadınla tanışıyor, kadınla birlikte üretimlerini karşılaştırıyorlar, üreme hakkında konuşuyorlar. Ve olay şuna dönüşüyor sanatçının tanıştığı kadın domestik seks görevinden mustarip bir kadın, bunun için üremek istiyor kocasından kaçmak için. Üremenin farklı nedenlerini düşünmeye çalıştım. Böyle nedenler var. Ben de kendi ailemde travma üstü örtme türü üreme örneği görmüş biri olarak bunun iyi bir referans olabileceğini düşündüm. Sonra hikayede bir şekilde bu iki kadının diyaloğu oluşmaya başladı çünkü kafamda diyaloglar zaten vardı. Sonra aslında şuna inanmaya başladığım, tıpkı Karen Barad’ın kuantum mekan zaman üzerine dediği gibi zaman lineer değil gelecek ve geçmişimize ulaşabiliyoruz.

 

Bak biz çok lineer düşünüyoruz. Ellerimle lineeri gösteriyordum.
Fakat bilinen zamanlar, mekanlar, insanlar çok fazla şekilli ve olanaklı kesişiyorlar, mekanzamanlar katlanıyorlar birlikte paralel gidiyorlar, kesişiyorlar, üstü üste oturuyorlar vs. formlar sınırsız, formlar olasılıkları oluşturuyor, olasılıklar formlara dönüşüyor. İşte beni de yönlendiren bu çeşitli zamanlardan, olasılıklardan kadınlar.[3]

 

Ve şeyi hissetmeye başladım, benim kadınlarım,  geçmişteki ve gelecekteki kadın hallerim, olan olmayan kadın hallerim belki benim içimden geçiyorlar ve bir şekilde bana mesaj bırakıyorlar. Ben gerçekten bu kadınlar ile iletişim halindeyim. Mesela şu an kendime baktığımda geçmişte hayalini kurduğum kadını görüyorum ve o kadına yakınım, mutlu oluyorum. Ya da gelecekteki kadın halime mesaj bırakıyorum, bırak mutlu ol diyorum, böyle tuhaf şeyler de var. İşte bunun üzerine hikayeyi oturttum ve dayanışmayı düşünmeye başladım. Bizim dayanışmamız ne olabilir? Bu teğet(tanjant) fikri çıktı ortaya.

 

Sana bir teğeti açıklayayım: teğet bir ortak/değen yüzeydir. Büyük bir küre halkanın başka birine değen yüzeyidir. Tabi bu yüzey her ne kadar düz gözükse de halkaların genişliğine göre değişir, değmenin formu da değişir. Bunu plastik bir alan olarak göstereyim sana.” Ona plastik teğet modelimi gösterdim. “Bir de kısa teğetler var: başka biri/leriyle frekans halkalarınız teğette buluşuyor ve bu halkalar teğetten aldığınız bilgiler ile gelişiyor, değişiyor. Bir bağlantı kuruluyor, ve siz bu teğetten bağlanıyorsunuz. Romantik bir dilde, hayatlarınız teğette değiyor, yaşamlarınız böyle gelişiyor.”

Dayanışma, en güzel sevgi formudur.[4]

 

Hepimiz titreşen halkalarız, biz birbirimize değiyoruz ve bu değdiğimiz noktalar teğet noktaları ve biz bundan daha çok üretmeliyiz. Biz bir sürü halkalar, bir sürü şekillerde halkalar olmalıyız. Sonra zaten hikayenin sonunda da tüm bu kadınlar ve bir olma olgusu anlaşılıyor. Hikaye çok farklı şekillerdeydi, daha sertti, sert olaylar oluyordu ama yumuşattım. Onları başka bir metne kaydırdım. Çocuk fikri benim kendi anlayışımdan da geliyor. Ben üremeye karşı değilim, fakat konuşulmaması ve insanların bu konuyu üstlerine alınması benim için cazipleştiriyor konuyu. Ve bunu yaraya tuz gibi hikayeye koymak istedim. Siz bu kadar mutsuz çocuk varken nasıl mutlu çocuk yapmaya çalışıyorsunuz? Benim üzüldüğüm bir şey bu.

 

 

Bu çocuk meselesi; geçen yine bir yerde tartışıyorduk, onların dünyasını bilmiyoruz, onları tanımıyoruz diye. Şunu düşündüm, bir çocuk sahibi olarak o jenerasyonla, senden sonra gelecek olan jenerasyonla tanışıyorsun. Biz çocuk sahibi olmayı düşünmeyen, olmayacak insanlar nasıl kuracağız o bağı peki?  Çocuklarla ilişkimi nasıl kuracağım? Hani şanslıysan çevrende arkadaşların, yakın dostlarının çocuklarıyla sıkı bir ilişki yaşayıp iletişim kurup takip edebilirsin. Bir diğer konu, hem hamilelik sürecini hiç bilmiyorum, kadının değişimini hiç bilmiyorum, yaşadığı döngülerden hiçbir haberim yok. Üstüne bir de çocuk nasıl yetiştirilir, bir çocuğa nasıl yaklaşılmalıdır hiç bilmiyorum ama arkadaşlarımdan inanılmaz yöntemler görüyorum ve onlardan duyduğum, gördüğüm şeyler beni kendi çocukluğuma götürüp ulan ben ne yaşamışım diye sorgulatıyor. Mesela çok yakın arkadaşımın küçük kızı mastürbasyon yapıyor yanımızda, sürtünüyor yerde ve annesi bunun bilincinde; ihtiyatla konuşup, ikaz ediyor. Özel alanı, misafirliği hatırlatıyor; bunu tatlı bir iletişimle yapıp, korkutmamaya çalışıyor. Kendime dönüp baktığımda farkında olmadan kaç kere terlik yedim acaba? ‘’Sen napıyorsun, ne yaptığını sanıyorsun!?’’ Kim bilir kaçımız bunları yaşadık ve hiç konuşmuyoruz. Çocuk sahibi olmayı beklememeliyiz bunları konuşmak için. Ayrıca çocuğu da hepimizin ortak yetiştirmesi gerekiyor, illa senin çocuk doğurup doğurmaman mesele olmamalı. Bu aslında hepimizin sorumluluğu. Yani başka türlü biz nasıl iletişim kuracağız?

 

İşte yine aileden geliyor, aile çok yanlış bir konfigürasyon. Daha iyi olabilir. Bundan başka bir şey kurulmalı.

 

Yine Siborg manifestoda, aileye, o ailenin yerleştiği sisteme ve hatta bir devam ettirici olarak dini ve politik arka planına büyük eleştiri var. Zaten o aileleri özgürleştirebilmemizden, yeni aileler kurabilmemizden bahsediyor ki zaten yeni akrabalıklar kurulmalı diyor.

 

Bebek yapmayın akrabalık yapın. Akrabalık derken, yani Haraway’in bahsettiği türler arası kinship’in yanında hem de her çocukla akrabalık. Geleneksel nükleer ailede çocuk bir mülk olarak görülüyor. Çocuktan mülk olmaz, çocuk hepimiziz, özellikle sorumluluk açısından. Buna inanıyorum. Bu düşünülmesi gereken bir şey. Eğer böyle bir üreme olacaksa yeni gelen dostlar için ayrı bir komün ya da yeni bir konfigürasyon olmalı.

 

Yine Haraway’e döneceğim, çocuğa verdiğin eğitimin de, çocuğu büyüttüğün sistemin de bir tür çocuk istismarı olduğunu söylüyor: ‘…modern Hıristiyan yaradılışçılık eğitimi bir çocuk istismarı olarak görülüp onunla mücadele edilmelidir.’’ (Başka Yer, Metis Yayınları, s.49) Peki senin sergiye geri dönecek olursak, bu hikayeyi tamamladıktan sonra mı işleri üretmeye başladın, onlar nasıl birleşti hikayeyle?

 

Hikaye en önce çıkmaya başladı, sonra işler de hikaye ile birlikte oluştu. Birbirlerine referans vermeye başladılar, heykel ve yerleştirmeler de yazı içine girdi, farklı uzanımlarda devam ettiler. İnci referanslı heykeller yaptım, kendimi yumuşakçayla kıyaslıyorum, nasıl yumuşakça istiridye içinde acısıyla inciyi üretiyorsa ben de bir yumuşakça olarak öyle üretiyorum. Yumuşakça bir problem ile ürettiği için inciyi, sanatçı üretimiyle biraz benzettim. Çok kapitalist bir tarafı da var ya, biri gelip alıyor sana biraz bir şey bıraksa da o değerleniyor kendi kendine ve başka bir markete gidiyor o iş. Serginin ana teması da metaforların değiştirilmesi üzerine kuruldu.

 

Metaforları yeniden yazmak; Metaforları yeniden yazmalıyız!
İnci, yumuşakçanın istiridye içinde ürettiği objedir.
İnci, yumuşakçanın istiridyedeki tüm derdinden oluşan bir mamuldür. (Bkz. Sanatçının üretimi).

Sanatçı bir problemi alır – belli ki kendine konu eder, derdi olur – üzerine katman katman emek koyar, yeniden işler, yeni işler, üzerine salgısını geçire geçire bir objeye (Bkz. Sanat objesi) dönüştürür. Görülebilir bir sonuç çıkar ortaya, bir form çıkar.
Kabuk, yumuşakçanın inci üretimi alanıdır. Ayrıca yumuşakçanın evi, bedeni ve atölyesi görevini de görür.
Bilinmeyen bir olgu: inci yumuşakçaya güzel görünür mü?
İnciyi
özgün yapan: insan fikridir. (Önemli bir soru: İnsanın ne işi var ki orada?)[5]

 

Ben şey diye biliyordum, aslında sudaki pisliği, sindirilemeyen şeyi içinde dönüştürmeye başlıyor.

 

Aynen, örneğin bir parazit oluyor, istiridye içine giriyor, yumuşakça salgıladığı salya ile bunu kaplıyor, katmanlarca sedeflerin hepsi böyle oluşturuluyor işte. Ondan sonra inci oluşuyor, bir insan geliyor, istiridyeyi yarıyor, yumuşakçanın etlerini sıkarak inciyi çıkarıyor ve başka bir markette bunu bir süs objesi olarak tekrar başka bir dişiye hediye ediyor. Heykelleri, incileri hikayeyle birlikte yapmaya başladım, dedim ya atölyem olduğu için yapabildim. Bir iki tane işi de hikaye sonrası ekledim. Toplamda bir kitap ve yerleştirmesi, heykeller, zemin renk işi ve iki video var.

 

 

 

[1] Yazım hatası yoktur. J

[2] Tr: ben, de, bir yumuşakçayım; tanjantları yeniden üretmek

[3] Ceylan Öztrük, Mollusk Solidarity, sayfa 25, 2020 ISBN 978-3-033-07927-4

[4] Ceylan Öztrük, Mollusk Solidarity, sayfa 24, 2020 ISBN 978-3-033-07927-4

[5] Ceylan Öztrük, Mollusk Solidarity, sayfa 7, 2020 ISBN 978-3-033-07927-4

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YBir Marul, İki Lahana: Bilginin Haritasını İstiflemek
Bir Marul, İki Lahana: Bilginin Haritasını İstiflemek

Tarla yapacağım, lahana koyuyorum, marul koyuyorum... Resim yapmıyorum dediğim de o bu arada; resim önümde, kalkmıyorum oradan, bir lahana yapıyorum iki lahana yapıyorum günde. 3 hafta boyunca lahana yaptım o tarlaya.

SANAT

YKatılaşmış Formlara Feminist Müdahale: Umber Majeed’in Sanatı
Katılaşmış Formlara Feminist Müdahale: Umber Majeed’in Sanatı

Sanatımda Güney Asya diasporasından biri olarak marjinal kimlikleri ve bedenleri silen milliyetçiliğe karşı çıkmak derdindeyim.

SANAT

YBir Bir İki Bir İki Üç: Ses, Ritim ve Tekrarlanamayan Tekrar
Bir Bir İki Bir İki Üç: Ses, Ritim ve Tekrarlanamayan Tekrar

Bir tane materyal var, sürekli değişiyor ve o değişimi izliyoruz.

Bir de bunlar var

Cuma Şarkıları 19
Basê ve Ses: Kürt Sinemasında Hatırlama İnadı
Feminizmin Edebiyattaki Dip Dalgası: Duygu Çayırcıoğlu ile Söyleşi

Pin It on Pinterest