Kadınlığın binbir bakış altında nasıl paramparça bir deneyim olduğunu Türkçe edebiyatta ilk onun satırlarından okuduk.

SANAT

Güle Güle Adalet Ağaoğlu

Adalet Ağaoğlu 91 yıllık ömründe bizlere çok şey anlattı. Kadınlığın binbir bakış altında nasıl paramparça bir deneyim olduğunu Türkçe edebiyatta ilk onun satırlarından okuduk. Kendine hep başkasının, muktedir bir gözün ölçen, tartan, inceleyen bakışıyla bakmanın, bu büyük gözaltıda bitap düşmenin ve bir suç gibi gizlemeyi öğrendiğimiz bedeni bir gün bir otel odasında keşfe çıkışın öyküsü onunki gibi bir yalınlıkta anlatılmamıştı daha önce.

 

O sabahtan başlayarak ilk kez gövdemin elle tutulur, bakılıp görülür somut bir şey olduğunu anladım. Kılları alınırken bile kendi gözümde hep bir fikir yığını haline gelmiş olan bu başı, bu boynu, bu kolları, bu bacakları hemen yeniden varsaymakta bocaladım. Ellerimi belime, kalçalarıma koydum. Giyinikken öylece önden, arkadan seyrettim kendimi. Bir an soyunup aynanın karsısında çırılçıplak durmak istedim. Odalarda çırılçıplak dolaşmayı o sabah öğrenmişim demek. Az önce içerideki banyoda çıplaklığıma nasıl bir alışkanlıkla, nasıl bir rahatlıkla baktığımı düşünüyorum. Gövdemin bunca yılı benden böylesi kopuk oluşu nedendi acaba? (s. 177)

 

Sahi nedendi? Kim oluşumuzu bir “fikir yığını” haline getirmişti? Hangi ödevler, büyük ülküler, vatan kurtaracak görevler adımızı çağırıp durmuştu da kendiliğimizi bir yeterlilik eğrisinde anlar olmuştuk?

 

Çok okumuş, toplumu dönüştürmeyi, hayatı değiştirmeyi amaç edinmiş kadınların bitmeyen sınavlarını en hakikatli kabuslarla anlattı Adalet Ağaoğlu. Doçentlikten profesörlüğe geçeceği sınavda sunacağı tezin bir dolma tenceresine dönüştüğünü farkeden Aysel’in, jüride bulunan Atatürk karşısındaki çaresizliği Türkçe edebiyatta yazılmış en müthiş karabasanlardan biridir.

 

“Sol elinde tuttuğu eldivenini yüzüme doğru sallıyor. Ürkerek başımı kaçırıyorum. Ata, sönmekte olan bir ateşi yelpazeler gibi durmadan yüzümü eldiveniyle yelpazeliyor. Fırtınaya tutulmuşum sanki. Bir türlü gözlerimi tam açamıyorum. Açıp kapıyorum, açıp kapıyorum. Bu nedenle Ata’nın yüzünü güçlükle görebiliyorum. Yüzü sanki bir ocağın küllerini üfler gibi. Bir yandan üflüyor, bir yandan ‘Hani tezin? Göster bakalım tezini!’ diyor. Çok zorluyor beni. Paralanıyorum, yoruluyorum, tükeniyorum, tilkinin başını kovuyorum; Türkiye’yi kalkındırıp kurtaracak olan kesin formülü bir türlü bulup çıkaramıyorum.”

 

Bu karabasan biter mi? Kurtuluş devrimde mi? Gerdanın, memelerin ve bacakların, kolların, başın ve tenin sırası gelir mi? Aydın cumhuriyet kadınları olmak için yetiştirilmiş bir nesil kadın sınıf mücadelesine, Sol harekete katılırken bu soruları da sormaktaydılar. Ama çok geçmeden hikayenin tanıdıklığı karşısında şaşkınlığa uğradılar; yoldaşlarının terazisinde ölçülüp tartılmaya başlamışlardı bu kez. Cumhuriyet’ten geçtim geçeceğim derken bu kez de Sol’da takılıp kalmıştı tüm tehditkar imleçleriyle gövde. Ailenin, toplumun, Cumhuriyet ideolojisinin, gecikmiş modernleşmenin, sınıfın, yoksulluğun, yükselme arzusunun, Sol’un, inandıklarımızın, dirsek dirseğe durduğumuz adamların bizi soktukları cendereyi, kadınlığı asla geçer not alamayacağımız bir imtihana çeviren bütün bu yapıları ve söylemleri eşine az rastlanır bir maharetle serdi Adalet Ağaoğlu önümüze.  Öğreti hep aynıydı: Kadınlık analıktan, kadınlık aydınlıktan, kadınlık bacılıktan, kadınlık devrimden sonra; kadınlık, belki bir gün… Ama bir de özgürlük var. Bir bütünlüğe erişmek umudu, kendini bir bütün olarak kavrama anı..

 

Yeniden diri, dolu bir kızdım. Bütün aklım, bilgim, saçlarım, dudaklarım, göğsüm, belim, dünyaya bakışım, gülüşüm, soy leysim bir bütün halinde ortaya dökülüyordu. Bir arada hem saygıdeğer, hem saygıdeğmez, hem kusursuz hem kusurlu, hem giyinik hem çıplak. Hem kadın hem insan. (s. 252)

 

Kızkardeşliği, arkadaşlığı, yoldaşlığı, sevgiyi, rekabeti, kadınların kadınlarla ilişkisini büyük bir özenle kaleme alan bir yazardı Adalet Ağaoğlu. Ölmeye Yatmak kendi başına eşsiz bir roman. Ama kendinden 6 yıl sonra gelen Bir Düğün Gecesi’yle birlikte başka türlü bir hakikate bürünüyor. Çünkü Aysel’e ve bilinç akışına ettiğimiz tanıklık, sahneye “intihar etmeyeceksek içelim bari!” diyerek giren Tezel’in bilinç akışından geçerken bambaşka anlam katmanlarını arşınlıyor.

 

Aysel’e hayranlıkla, sevgiyle, hasetle, öfkeyle, yalvarışla bakan Tezel… Kendine bakışıyla arasına devlet kadar, toplum kadar, başka bir kadının, Aysel’in de bir muktedir olarak girdiği Tezel… O son bam telini de en inceldiği hakikatten hedef alıyor Ağaoğlu: kadınlar arasındaki o güzelim ve korkunç karmaşıklık. Aysel’i de Tezel’i de onlara tanıklığımızı da çoğaltan bir hakikat. Tezel’in bakışı altında Aysel’i bir kat daha ama daha tekinsiz ışıldatan, Aysel’in varlığıyla Tezel’in gölgelerini daha keskin keskin parlatan bir hakikat. İki kadının, iki ayrı romanda, birbirlerini çoğalttıkları bir hakikat. Bu yüzden Tezel’in en sevdiğim iç sayıklamalarından biriyle bitirmek istiyorum, hep bizden kaçan denizler ve başka tepelere yağan yağmurlar üzerine:

 

“Bu öğlesonu hâlâ beklediğim bir şeyler olduğunu korkuyla algıladım. Saat dört sularında. Sami gelmemişti. O ağır, yüklü bulutlar bir türlü boşanıp inmemişti. Beklediğim büyük yağmur yağmamıştı. Bir rüzgâr patlamamıştı. Hava ne kararmış, ne aydınlanmıştı. Yokuş aşağı iniyordum. Cihangir’e doğru iniyordum. Deniz bir türlü karşıma çıkmıyordu. Deniz benim oturduğum sokakta bir türlü çıkmaz insanın karşısına. O eski külüstür apartmanın sürekli tavada balık kokan merdivenlerini onca tırmanırsın, tâ tepeye, benim kötü bir gaz sobasıyla ısını-yormuş gibi olduğum iki odalı döküntüye girersin, dosdoğru cama yürürsün de, deniz yine göstermez yüzünü. Pencerenin önü yeni, büyük yapılarla örtülmüştür. Örtülmese ben burda oturamazdım. Yarın burası da yıkılacak. Burası da ardındaki başka yapıları örtecek. Şimdi içlerinde bir Tezel’in ya da Tezel gibilerinin oturdukları yapıları. Deniz bizden hep kaçırılacak ve yağmur hep, yağmuru hiç seçemediğimiz yerlere yağacak.” (Bir Düğün Gecesi)

 

Güle güle Adalet Ağaoğlu.

Kalbimizde eşsiz bir yerin var.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YMaskeler, Ruhlar ve Dışarıda Kalanlar
Maskeler, Ruhlar ve Dışarıda Kalanlar

Ruh yittiğinde mi bürünülür maskeye? Yoksa ruhu örten, donduran, giderek yok eden şey midir maske? Ya da arkasında yarattığı sahicilik efektiyle beraber hakikatin kendisi mi?

SANAT

YTanınmamış Çocuklar, Hayaletimsi Kıpırtılar ve Eksilten Yazı
Tanınmamış Çocuklar, Hayaletimsi Kıpırtılar ve Eksilten Yazı

Halide Edib’in 1920’lerdeki metinlerinde, Türk edebiyatının Türklüğünü tesis eden birçok başka yazarınkinde olduğu gibi yaldızlı büyük anlatının gerisinde yazının sildiğinin, örttüğünün, karaladığının okunmasını bekleyen bir şeyler var.

SANAT

YHarap Mabetler, Ruhu Eşyaya Karışan Kadınlar ve Zamansız Parmak Uçları
Harap Mabetler, Ruhu Eşyaya Karışan Kadınlar ve Zamansız Parmak Uçları

Halide Edib’in kırılmış bir kadınlığın içinden, duyuşun tazyikiyle yazdığı mensur şiirleri, "kadınlığın biçareliği” ile yaşamsal ve yazınsal mücadelesine ışık tutuyor.

MEYDAN

YJules Gleeson’dan Judith Butler ve Guardian sansürüyle ilgili açıklama
Jules Gleeson’dan Judith Butler ve Guardian sansürüyle ilgili açıklama

"Maalesef Guardian editörleri Judith Butler’ı sansürleme kararlarını hayata geçirmeyi seçtiler."

Bir de bunlar var

Hayatın yarım yamalaklığı ya da dünya üzerine birkaç dikiş: Gözde İlkin’in ucubeleri
Cuma Şarkıları 5
Arkanı Kolluyorum!

Pin It on Pinterest