İnsan-merkezcilik iki ucu keskin bir bıçak. Büyük çiçek salgınları sonrası karantina dünyasının gelmeyeceğini sanan, İkinci Dünya Savaşı sonrası kamp toplumunun tekrar etmeyeceğine inanan insanlar karantina ve kamp arasında yaşıyorlar.

MEYDAN

“Şehir ve Hayvan”: İnsan-Merkezcilik ve Mekân Üzerine Bir Söyleşi

Hayvan hakları, özgürlüğü ve etiğinin kent ve mekân çalışmalarıyla kesişimlerine dair bir kesiti Türkiye’den bazı örnekler aracılığıyla sunan Şehir ve Hayvan başlıklı derleme geçtiğimiz günlerde çıktı. Bu vesileyle, hem konuya hem de kitaba dair sorduğum soruları, kitabın editörü Ayten Alkan ve derlemeye metinleriyle katkı sunan yazarlardan Ezgi Burgan, Hülya Yalçın ve Pınar Karababa cevapladı. Genel anlamda hayvan hakları alanındaki Türkçe literatür oldukça cılız; alanda daha sorulmayı bekleyen çok soru, araştırılmayı bekleyen çok konu var… 

 

Kitabın “Giriş” bölümünde, modern şehir kuramlarının uzun süre hayvanları göz ardı ettiği anlatılıyor, onlar yokmuşçasına düşünmenin gelenek haline gelişi özetleniyor. Peki, şehirde beraber yaşadığımız hayvanları gündelik hayatımızda görmezden gelme alışkanlıklarımızla ilgili neler söyleyebiliriz? 

 

AYTEN: Türkiye’de en azından kediler ve köpekler söz konusu olduğunda, hiç değilse bir nebze “iyi” olduğunu düşünüyorum ben bu meselenin, çünkü “sokak hayvanı” diye bir kategorimiz var. Ama genel olarak baktığımızda, modern şehirli bilincin, modernitenin kendisi gibi kompartmanize bir bilinç olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Batı’da ve Batı’nın egemenliği altındaki sömürge şehirlerinde, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir yandan “insancıl hayvan koruma” örgütleri ortaya çıkarken, bir yandan da – hemen hemen her zaman aynı örgütlerin önderliği ya da işbirliğiyle – sokak hayvanı pogromları uygulanıyor mesela. Bugün bu ülkelerin pek azında “sokak hayvanı” görmek mümkün ve bu görünmezliğin ardında, söz konusu pogromlar var tarihsel olarak. Bu kategorinin ötesine geçtiğimizde senin de bildiğin gibi, laboratuvarlar, mezbahalar, hayvan üretim merkezleri, yumurta fabrikaları gibi bir dizi yer, gündelik hayatımızda birer canlı / hissedebilen varlık olarak hayvanlarla aramızdaki bağları koparıyor. Bunların bir kısmını ancak beslenme alışkanlıklarımız çerçevesinde “hayvansal ürünler” olarak anlam dünyamıza alıyoruz.   

 

Yine aynı metinde, “hayvan coğrafyasının üçüncü dalgası”nın da bahsi geçiyor. Bu alandaki çalışmalar, “mekân ve yer kavrayışımıza ‘hayvanları geri getirmek’ ve hayvanları da sosyal kurama içermenin olasılıklarını araştırma” girişimleri olarak başlıyor. Mekânsal boyutu hesaba katmak, daha kapsayıcı bilgi üretimi için nasıl olanaklar sunabilir? 

 

AYTEN: Mekânsal boyutun ya da bağlamın genel olarak sosyal bilimlerin, özel olarak da eleştirel sosyal bilimlerin pek çok alanına oldukça geç eklemlendiğini söylemek mümkün. Bir başka deyişle, bu eleştirel hayvan çalışmalarına özgü bir “gecikme” değil. Mekân ile iktidar, güç ilişkileri, eşitsizlikler arasındaki ilişki ancak 1970’lerde kurulmaya başlandı. Eleştirel hayvan çalışmalarının da aşağı yukarı aynı dönemde ortaya çıktığını görüyoruz. Ama bu ikisinin buluşması, 1990’ların ortalarını buluyor. Çok yakın bir tarih. Mekânsal oluşum ve örüntüler sadece insanlar arasındaki asimetrik ilişkilerde değil, insan hayvanının insan olmayan hayvanlarla sömürü, tâbiyet, tahakküm ve baskıya dayalı ilişkilerinde de kritik bir yere sahip. İşte yeni ya da üçüncü dalga hayvan coğrafyası, bu mekân ve yerlerin izini sürmeyi kendine görev olarak belliyor. Türkiye’de de petshoplardan emekçi hayvanlara dair mekânsal düzenlemelere, yılda yaklaşık olarak 260 bin hayvanın kullanıldığı laboratuvarlardan mezbahalara, bir dizi yer üzerine eğilinmeyi bekliyor. Eleştirel hayvan coğrafyası, adı üzerinde, Eleştirel Coğrafya’nın yaklaşımlarından beslenir. “Doğal” ya da “yansız / nötr” varsaydığımız mekânsal düzenleri ve tasavvurları, bunların taşıdığı ve yeniden ürettiği güç ilişkilerini sorgular. Yakın ya da uzak oluşun, mekânsal sınırların, kontrol ve disipline edilen mekânsal hareketliliğin doğasına dikkat eder. Ve bu meseleleri, elbette, insan-hayvan ilişkileri bağlamında ele alır. Ama hem “insan” hem de “hayvan” kategorileri birer sosyal ve mekânsal inşa olarak anlaşılır. Bu, evrenselmişcesine anlaşılan insan ve hayvan kategorilerinin sadece zaman içinde değil, mekân üzerinden değişip dönüşebileceğini anlatır bize. Bir başka deyişle, tarihin yanı sıra mekânın da dikkate alınması değişim dönüşüm potansiyellerini açığa çıkarma vaadine sahiptir.  

               

Böyle bir kitap derleme fikrinin çıkış noktasında da şehir kuramlarının insan olmayan hayvanları genellikle dışarıda bırakması ve bu durumun Türkiye özelinde de büyük oranda geçerli olmasını mesele edinmenin yattığını sanıyorum. Fikir nasıl doğdu ve sonrasındaki süreç nasıl ilerledi? Zorluklarla karşılaştı mı bu kitap projesi? 

 

AYTEN: Aslında kitabı derlemek üzere dört kişi yola çıktık. İki arkadaşım pratik ve şahsi sebeplerle, üçüncü arkadaşım da özetle projenin içeriğini yeterince gelişkin ve tutarlı bulmadığı için editörlükten ayrıldı. Fakat süreçte çok destekleyici oldular. Projenin içeriğiyle ilgili eleştiri belki de çok yersiz değildi. Ben de kendi adıma kitabın önemli eksikleri olduğunu düşünüyorum. Şehirlerin genişlemesinin, mega projelerin, HES’lerin vb. yaban hayatına ne yaptığına dair bir içeriğimiz olamadı örneğin; içinden geçtiğimiz süreçte çok önemli. Yine, İstanbul, Ankara ve birkaç başka şehir tipine uygun oldu. Başka yerelliklerde, örneğin Kürt şehirlerinde bu ilişkinin nasıl kurulduğuna dair vaka çalışmalarımız olamadı. Derlemeyi bu gibi eksiklerin başka çalışmalarla giderilmesine yönelik bir çağrı, bir ilk adım olarak okumak da mümkün. Bu süreçte hepimizin canını yakan bir kayıp da yaşadık. Sevgili Burak Özgüner, belediyelerin hayvan politikalarını sorunsallaştırdığı bir makaleyle katkıda bulunacaktı. Ama ne yazık ki kendisini apansız, çok genç bir yaşta kaybettik. Bu sebeple kitabı kendisine ithaf ettik. Onun Türkiye’de hayvan özgürleşmesi mücadelesine katkısı çok büyük. Ve o güzelim kalbi o kadar acıyı kaldıramadı belki de…

 

Son olarak, kitap projemizi kendi aramızda tamamladıktan sonra yayımlatma süreciyle ilgili olarak da bazı zorluklar yaşadık; dosya birkaç yayınevinden döndü ve nihayetinde, “kapitalizmin doğa ve insan arasında yarattığı yabancılaşma ve tahakküm ilişkisinin neden olduğu ekolojik krizlerin kendini daha da çok hissettirdiği günümüzde, düşünsel etkinliği insan-doğa bütünlüğü çerçevesinde algılamayı ve ekolojik problemleri gündemine almayı” uhdelerinden biri olarak sayan Patika Kitap Kolektifi dosyamızı basmayı kabul etti. Onlara müteşekkiriz.          

 

Belki bir çırpıda görünür olmasa da, toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılık ile insan-merkezcilik / türcülük yakından ilişkili. Bu ilişkiye dair neler söylenebilir? Bu ikisi, özellikle kent çalışmaları alanında ele alınışları ve uygulamalardaki etkileri anlamında hangi açılardan benzerlik gösteriyor? 

 

PINAR: Bir süredir kesilen ormanlardan dolayı boğazı geçmeye çalışan hayvan haberleri duymaktayken Kanal İstanbul projesinin başlamasıyla doğa-kentleşme çekişmesi bir kez daha hem insanların hem de hayvanların yaşam alanlarını dönüştürmeye başladı. Geçen yaz 3 şehirde –haberlerde yer alan sayı- mültecilere sahiller kapatılırken benzer bir durum sahilin pekala sahibi sayılabilecek fok için de geçerli oldu ve sahildekiler fokun tahliye edilmesini talep etti.  Adalardaki atların durumu için endişelenilir ve çözüm talep edilirken bazı insanlar botlarla başka adalara yaşanabilir kaynaklara doğru yol almaya çalışıyorlardı. Gündemin sürekli doğa-kent, insan-hayvan, gelişme-tükenme ikili karşıtlıkları üzerinden doğa içinde insanın konumunu tartışan bir yönü var. Dolayısıyla kent çalışmalarının kuruluşundan itibaren yapılageldiği (ve yine kent çalışmacıları tarafından eleştirildiği) gibi kentin kendisini hayvandan tarihsel, ontolojik ve mekânsal olarak ayırmış bir insanlık için asıl doğa olarak görmenin yarattığı bir karşıtlık var. Kentin altının su ve kum olduğu, deprem ve selle gelenin betonun çatlaklarından sızan daha büyük dünya olduğu bu tartışma içinde yer almıyor. Keza hanesiz kalan insanların da sokakta hayvanlarla aynı alanı paylaşabilecekleri de bu kent söylemi içinde yok. Gelişme kavramı kendini büyüme ile ifade etmeye başladığından beri insan dediğimiz kategoriyi daha üst tabakalardan başlatarak tartışıyoruz. 

 

İlk bahsettiğim gündemden ayrı olarak kentleşme, kentsel dönüşüm, göç, istihdam, şiddet konularında katmanları ve katman-içi sorunları görmezden gelen, yani durumun ekonomik eleştirisinden değil büyüme fikrinden beslenen ve dezavantajlıları hiçe sayılmakla yardım beklemek arasında bırakan bir söylem görüyoruz. İnsan-merkezlilik dediğimiz şey aslında her iki durumda da tarihsel olarak tahakküm kurabilecek şekilde diğerlerinden ekonomik yeterlilik ve erkin kullanımı anlamında sıyrılmış grupların kendilerini merkeze koyarak ürettiği ve yaydığı hegemonik bir bakış. Buradaki insan kullanımının genel insan kategorisinden tabaka, sınıf, siyaset, cinsiyet, renk olarak ayrılığını tartıştığımızda insanın genelleyici bir kategori olmasını da tartışmaya başlamış oluruz. Yukarıda bahsettiğim tahakküm kendi alt kategorisi olarak var saydığı her şeyi dizginlemeye çalışır ve bu anlamda toplumsal cinsiyet kategorilerinin bütün çoğulluğunu, tarihini, deneyimini tektipleştirip stereotipleştirdiği gibi bunu hayvanlara da yapar. Önce kadınları erkeklerden ayırdığı gibi hayvanları insandan ayırır sonra hor görmek istediği profilleri ona yakıştırır (dişi köpek) övmek istediği profilleri onunla anar (aslan); biyolojisini kadermiş gibi dayatır, gerekli gördüğünde rezerv işçi ordusu gibi kullanıp (polis köpeği) ihtiyaç duymadığında kentte, hanede, iş yerinde yeri olmadığını söyler.

 

Kent çalışmaları gibi doğrudan kesişme ve çatışma zeminlerinde yer alan bir disiplin için bedenden doğaya uzanan bir çizgi çizmenin; çoğul, farklı deneyimlere dayanan ortamları inşa edilmiş doğa ve tüketim mekanları ile sınırlamamanın öneminden rahatlıkla bahsedebiliriz. Beden bizim ilk mekanımız ve tekil bir yapısı yok; üstüne kurulan deneyimler çok çeşitli, gerektiğinde bir mücadele alanı da olabiliyor. Kadınların kamusal alandaki hareketlerinin kısıtlanmasının veya özel alandaki hayatlarının görünmez hayatla bir tutulmasının benzerini ötekileştirilen başka türler de yaşıyorlar. Bu ilk mekanın, bedenin, diğerleriyle örgütlenmesiyle yaşam alanları kuruluyor. Bu anlamda bedenlerin örgütlenmesi ve çatışması üzerinde kurulan sistemlere insan merkezli yaklaşmak bu bedenin üzerinde yaşayan organizmaları bedenden saymamaya benziyor. Başlangıç noktamız doğayla var olan bir bedense ve tahakkümün bize kapadığı sınırların dışında kalanlarımız arasında bir ortaklık varsa, yaşam alanlarını bu üstün-insan merkezli bakışla ele almayı da başarabiliriz.        

 

EZGİ: Birçok ekofeminist bu ilişkiyi Batılı akılcı insan ideallerine dayandırıyor.  Buna göre sadece cinsiyetçilik ve türcülük değil, sınıfsal ya da ırkçı diğer dışlama normları da doğa-kültür, hayvan-insan, kadın-erkek, duygu-akıl gibi sabit ikicilikleri ve bunlardan oluşan hiyerarşileri doğal ve verili olarak kabul etmemiz üzerinden işliyor.  Bu kabulde doğa kavramı insanın dışında tanımlanıyor ve aşağı görülüyor. Kadınlar, duygular ve hayvanlar da böyle bir doğa alanına ait görülüp ikincilleştiriliyor.  Erkekler ise tam tersi doğaya üstün gelen bir toplum alanının akılcı özneleri olarak görülüyorlar. 

 

Ne yazık ki bu kökeni 16. yüzyıla dayandırılabilecek kavrayış, sadece eski bir inanç sistemi değil. Bu ikilikler günümüzde toplumsal cinsiyete ve türe dayalı ayrımcılıkları oluşturan sömürü, baskı ve şiddet biçimlerini üretiyor.  Ve bunlar yalnızca devletin ya da gücü elinde bulunduran azınlık bir sınıfın uyguladığı şiddet biçimleri de değil. Bunu her birimiz kentlerde, evlerde, ormanlarda, kırsalda gündelik yaşamımızda aldığımız kararlar ve davranışlarımızla yeniden üretebiliyoruz. Kadın ve erkek dışında bir cinsiyeti düşünememek gibi insan ve hayvan arasında da kesin bir ayrım olduğunu varsaymak bunun bir örneği. Erkeğin kadına üstün olduğunu kabul ederken, insan olarak hayvanlardan üstün olduğumuzu iddia etmek de öyle.  Sonra yediğimiz, sevdiğimiz ve birlikte eğlendiğimiz hayvanlar arasında bir hiyerarşiye gitmek de.

 

Toplumsal cinsiyet ve hayvan çalışmaları bu sorun karşısında eleştirel, kesişimsel ve bütüncül bir bakış açısı getiriyor. Yani bu iki çalışma alanı, konularının yanı sıra yöntemleri ve yaklaşımları açısından da birbiriyle bağ kurmaya ihtiyaç duyuyor.  Bu ihtiyaç iki alan içinden de uzun bir süre boyunca göz ardı edildi. Feminizm içerisinde bazı liberal yaklaşımlar hayvanları sorunsallaştırmanın kadınları aşağı bir yerde tutacağı ve feminizmin mücadele ettiği eşitlik amacına zarar vereceğini düşünerek bu bağlantıyı tartışmaktan uzak durdu. Ama hayvanlar ile ilişkimizdeki ayrıcalıklarımızı sorgulamadan, ve toplumsal cinsiyet çalışmalarını eleştirel hayvan çalışmalarının perspektifleriyle buluşturmadan biz de özgürleşemiyoruz.  Val Plumwood’un dediği gibi,  yalnızca daha genişlemiş bir tahakküm sınıfına kendimizi dahil etmeye çalışmış oluyoruz. Benzer şekilde hayvan çalışmaları da cinsiyetçi ya da toplumsal cinsiyete duyarsız olduğu sürece aynı çıkmaza girmiş oluyor. 

 

Kenti çalışırken de bu bağlantıyı görerek sorular sormaya ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bu, cinsiyet kimliklerini ya da hayvanları basitçe kent kuramına dahil etmek değil. Daha bütünsel olarak, cinsiyetçi ve türcü ikiliklerle işleyen iktidar ilişkilerini üretmedeki rolümüzü sorgulayıp, çeşitli türler ile birlikte, sevgi, karşılıklı sorumluluk, dayanışma ve dostluğa açılan başka türlü kentsel ve mekânsal ilişkiler oluşturabilme kabiliyetimizi görerek kenti yeniden okuyabilir miyiz? Bu ağın bir zemini olarak değil,  bu ağ içinde sürekli yeniden kurulan ve etkileşimde bulunan bir aktör olarak kenti değerlendirmek mümkün müdür?

 

Kuramı, hayvanları dahil edecek şekilde dönüştürebilmek pratikte ne gibi dönüşümler yaratabilir? Kuram pratikten neler öğrendi, neler öğrenebilir? 

 

HÜLYA: Tarih boyunca toplum düzenini sağlamak için düzenlenen yasaların yapılışına baktığımızda, toplumsal pratiklerden, ihtiyaçlardan ve yoğun taleplerden şekillenerek oluşturulduklarını söylemek mümkün. Bazı siyasetlerde elbette demokratik olmayan yasal uygulamalar da görüyoruz ancak genel çerçeveden baktığımızda “talepler, yasaları temel hatlarda şekillendirir” diyebiliriz. Hayvan hakları için de benzer bir gelişme söz konusu. Daha yakın bir tarihe kadar sokaklarda besleme konusunun “resmi düzeyde” tartışmaya açılması bile düşünülemezken, günümüzde hemen her platformda hayvanların yaşama hakları resmi ve sivil her düzeyde tartışılabiliyor. Bu da sokağın ve yabanın pratiğinden gelen insanların ısrarlı talepleri ve kararlılıklarıyla oluşturdukları mücadele sahasının kabul edilir hale gelmesi, yani pratiklerin kurama nüfuz etmesi sayesinde. Bundan sonra yapılacak olan şey; hayvanların kuramdaki varlıklarını yine pratiğin tecrübeyle öğrenilmiş fiillerinden gelen doğal akışla güçlendirerek sabitlemek olmalıdır.  

 

Somut bir örnekle biraz daha açayım konuyu; diyelim ki sokağımızda birkaç kedi ve köpek var. Onları oraya biz ya da başkaları getirmedik. Yıllar boyu orada doğup yaşayan hayvanların yavruları onlar. Bu hayvanlara yiyecek ve su veren, hastalandığında tedavi sürecini üstlenen, hatta mümkünse daha güvenli olacağı için sahiplendirerek evlerde insanlarla yaşamlarını tamamlamalarını sağlayan insanlarız bizler de. Bu aşamada onları sokaklarda görmek istemeyen insanlar karşı çıkar, hatta yasal zeminde şikayetlerini resmileştirerek daha ileri boyutlara bile taşıyabilir. Yasal zeminde var olan kanunlar ve olması gereken ideal kanun çatışması başlar çoğu kez. İşte biz tam orada o noktada daha etkin olarak temeli oluşturan “kuram”ları hayvanlar lehine değiştirmek için ağırlık noktaları oluştururuz. Bunların bir kısmı doğrudan “yasadaki yaşama hakkından doğan eşitlik ve uluslararası yasal sözleşmeler”; bir kısmı doğa kanunları ve doğal döngülere dayanan haklar; bir kısmı da insan hayvan duygusal etkileşimi nedeniyle her iki taraf açısından vazgeçilmez olan “birlikte yaşama hakkını koruma” noktalarıdır. Bunun sonucu olarak da biz pratikte ne kadar dirençli ve hayvanlardan yana olursak, ne kadar kararlı durursak o kadar kazanım elde edebileceğiz demektir. Tam da bu nedenle kuram pratikten etkilenir. Çünkü kuram üzerine konuşacak olanların önemli bir kısmı pratikteki yaşam hakkı savunucularından oluşuyor artık. İdeal yaşam tanımlarında hayvanların da sıkça yer aldığını görüyor olmamız da bundandı. Ancak elbette ki yeterli değil. 

 

Sonuç olarak aslında kuram, hayvanları da kapsayarak değişiyor. Hayvanların yaşam haklarını savunmak “bizim insan haklarımızdır” diyen bizler bunu başarmaya kararlıyız. Aslında bu bir döngü. Yasa yeterli olmadığı için yükselen mücadele, yasanın pragmatik ve sürdürülebilir olarak yeniden düzenlenmesini sağlarken aynı şekilde pragmatik ve sürdürülebilir bir yasa da pratikte aktivasyonu iyileştirmekte ve güvence altına almakta.

 

İçinden geçmekte olduğumuz COVID-19 salgını sırasındaki tartışmalar arasında bugüne kadarki yaygın insan-merkezciliğin sonuçlarını yaşadığımızla ilgili de görüşler var. Bu konuda düşünceleriniz neler? Ve bu tartışmaların mekânsal ya da daha özelleştirecek olursak kentsel eksenleri neler?

 

PINAR:  İnsan-merkezcilik iki ucu keskin bir bıçak. Büyük çiçek salgınları sonrası karantina dünyasının gelmeyeceğini sanan, İkinci Dünya Savaşı sonrası kamp toplumunun tekrar etmeyeceğine inanan insanlar karantina ve kamp arasında yaşıyorlar. Hasta, mülteci, karantinada kalan insan, mahkum arasındaki kalın olduğuna inanılan çizgiler bir anda herkesin kapatılmasıyla saydamlaşıyor. İnsan-merkezliliğin aslında erk-merkezli ve insanı da doğayı tükettiği kadar tüketen bir yapı olduğunu görüyoruz. Virüsün laboratuvarda yaratıldığı veya yarasadan geçtiği üzerine iki teorinin de arkasında yatan durum bu. Diğerlerini tüketilebilen ve yok edilebilen, başka varlıklara davranıldığı kadar ölümcül davranılabilen varlıklar olarak gören bir bilim anlayışı da kaynak yetersizliğinden dolayı dezavantajlı kesimlerin risk içeren yeme alışkanlıkları da bunun insan merkezli değil erkin bekasını merkeze koyan bir idare anlayışı olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla hayvanlardan ontolojik bir farkımızın olduğunu düşünsek bile pratik anlamda aynı bakış tarafından eşitlenerek ezilebiliyoruz. Aynı tüketici ve totaliter iktidar anlayışı dünyayı çırılçıplak görebileceği kadar tanzim edilmiş bir doğanın ve sonuna kadar zorlanan kaynakların peşinde. Doğanın, bakterinin, ormanını kaybetmiş hayvanın, kent çeperindeki mahallelerin, sessizleştirilen ve emekleri görünmez kılınan kadınların bir yaşam stratejisi olmayacağından eminken kendi doğayı yenmesinin ve istediği sınıftaki, renkteki, cinsiyetteki mütehakkim insan profilini sergilemesinin abideleri uçaklar, otobanlar, metrolar, metropoller, deniz aşırı ticaret hatları mikroskobik bir darbeyle sarsılıyor.

 

İnsanı hayvana karşı üstün tuttuğu iddiası olan bir siyaset totaliterleşirken bazı hastaları kurtaramayacağını açıklıyor ve kendi türü içinde bir seçim yapıyor. Şimdi hayvanat bahçeleri bazı hayvanları diğerlerine yem ederek; yani tutsak ettiklerini sandıkları doğanın doğal döngüsünü yapay olarak gerçekleştirerek salgınla başa çıkabileceklerini söylüyor; hastanelerin yaptığı gibi. Oysa bu erk doğayı yenme iddiasını hayvanat bahçeleri ile abideleştirip kentleri bir doğadan ayrışma sınırı olarak kuruyordu. Çiçek aşısının laboratuvardaki son nüvelerini yok etmeyi ortak bir akılla bir canlının soyunu tüketmeme ilkesiyle reddeden tıbbın kabusu yaşanıyor. Bir yanda hayvanların hayvanat bahçesine hapsedilmesi gibi laboratuvarlarda izole edilmiş bir halde sergilenen virüsler varken öte yanda kendi yaşamını yaşayan bir virüs insanların ticaret hatlarını kullandığı için boşalan kent sokaklarının bir canlısına dönüşmüş durumda. Bir tarafta kent yönetiminin insan hakkı olan kamusal alan üzerine tüm tasarrufu totaliter bir şekilde elinde tutmaya başladığını görüyoruz. Kamusal alan tekrar çeşitli toplulukların görünürlük kazandığı bir yer olana kadar neler değişecek bilmiyoruz fakat salgın çoktan bir bahaneye dönüşmüş olabilir bile. Öteki tarafta ise erk-merkezliliğin içinde barındırmadığı ve umursamadığı pek çok varlık kendi yaşam haklarını savunma taktiklerini kent yüzeyine geçirmeye başladı. Amerika’nın Meksika sınırına yaptığı korkunç duvar Meksikalılar tarafından bir karantina perdesi olarak işlevselleştirildi bile. Bu bir çatışma zemini, ama merkezlerin sarsılması duvarların yıkılması anlamına da gelebilir.

 

EZGİ: Pandemi doğa ve kültür arasındaki kategorik ayrımın işlevsizliğini ve tüm var olanların birbiriyle ilişkili olduğunu gösteriyor bize.  Bu ilişkiyi yok sayarak ve kendi türümüzü merkeze alarak gerçekleştirdiğimiz her eylem, dünyanın neresinde olursak olalım yeryüzünün bütününü olumsuz etkiliyor. Ve her şey, hayvan, insan, virüs, bitki ve diğer organizmalar birbirini çeşitli şekillerde daima etkilemekte. Şimdi, bu karşılıklı oluşumumuzu görme ve hayvanlarla ilişkilerimizi yeniden düşünme cesaretini gösterebilecek miyiz? 

 

Virüsün çok hızlı yayıldığını görüyoruz ama bu aynı zamanda bizim hızımız ve eylemlerimizin birbirini etkileme gücü. Evde kalmanın ötesinde, hızlı yaşamak ya da yavaş yaşamak üzerine de düşünmemiz gerekiyor. Slow City (Sakin Şehir) ve Slow Food (Yavaş Yemek) yaklaşımlarına kulak vermek ve kentsel ilişkileri de bu yaklaşımların insan-merkezci olmayan yorumlarıyla yeniden düşünmek şimdi daha da acil bir ihtiyaç.

 

 

 

Ana görsel: Shoshanah Dubiner, ‘Arının Gözü ve Anten’.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YAnnemin Kaburgası: Burçin Tetik’in Aktivizmi Edebiyata Taşıyan Öyküleri
Annemin Kaburgası: Burçin Tetik’in Aktivizmi Edebiyata Taşıyan Öyküleri

Trans olmanın, lezbiyen olmanın, ikili cinsiyet kurgusunun dışında olmanın, kadın olmanın, göçmen olmanın getirdiği yükleri taşıyan hikayeler.

SANAT

Yİçine Çok Şey Sığan Bir Nohut Oda: Melisa Kesmez’in Üçüncü Öykü Kitabı
İçine Çok Şey Sığan Bir Nohut Oda: Melisa Kesmez’in Üçüncü Öykü Kitabı

“Kendini bildi bileli kabuğunu arayanlara” ithaf ettiği kitabında Melisa Kesmez, okurlarını duvarları kayıplardan örülü, koridorlarında gitmeler serili, merdivenleri kalmalara inen, odaları hafızalara açılan bir eve davet ediyor.

Bir de bunlar var

Kız Bebek
Oynatmaya Az Kaldı, Eski Kadıköy Başkanı Nerde?
Film İzlemek De Mi Yasak?

Pin It on Pinterest