Yetenekle doğan erkeğin yeteneğini icra edebilmesi için kimi araç ve insanları bir sıçrama tahtası olarak kullanmasında ya da kimilerinin yolunu kesmesinde bir sakınca yoktur. Zira önemli olan tavuğun yumurtladığı altındır.

ECİNNİLİK

Japon Mutfağında Muamma: “Neden Hiç Büyük Kadın Suşi Ustası Yok?”

Geçen günlerde birkaç sevdiğimle birlikte Jiro Dreams of Sushi (yön. David Gelb, 2011) isimli, suşi ustası Jiro Ono’nun işine ve restoranına odaklanan bir belgesel izledik. İzlemeyenler için, bir buçuk saatlik ağız sulandıran bir mükemmeliyet arayışı şeklinde özetleyebilirim bu belgeseli. Balığın nasıl temin edildiğinden tutun, pirincin pişirilme biçimine, neyin nasıl marine edildiğinden, sunumuna değin her aşamada müthiş bir emek, titizlik, sabır ve fedakarlık görüyorsunuz. Sahiden öyle olağanüstü bir çalışma sevgisi ve azmi ki bu, hayran kalmamak elde değil.

 

Belgeselin Jiro ve oğulları arasındaki ilişkiyi anlattığı kısımlarda ise işin daha farklı bir boyutu ile karşılaşıyoruz. Oğullarının anlatımına göre, Jiro ve ailesi yıllar önce epey fakirmiş. Bu yüzden de Jiro suşi yapmaya başladığı ilk zamanlarda o kadar çok çalışıyormuş ki eve uğradığı nadir zamanlarda, küçük oğlan annesine, “anne evde yabancı bir adam uyuyor,” dermiş. Aradan geçen yıllarda dur durak bilmeksizin çalışan Jiro çocuklar büyüyünce – belki birçok ebeveyn gibi – kariyerlerine müdahale etmekte bir abes görmemiş. Üniversiteye gitmelerine engel olarak restoranda çalışmaya yönlendirmiş. Büyük oğul Yoshikazu, restoranda çırak olarak çalışmaya 19 yaşında, yaptığı işten nefret ederek başlamış. Sonradan alışmış ve o günden beri neredeyse 40 yıldır babasının restoranında çalışıyor. Babasının restoranı diyorum, çünkü Jiro 94 yaşında ve hala restoranının başında.

 

Küçük oğlan Takashi ise, babası onun hazır olduğunu hissettiği ve restoran oğullardan yalnız birine kalacağı için kendi suşi restoranını açmış. Bu noktada Jiro, “dönecek bir evin yok artık” demeyi unutmayarak, başarısızlığın bir ihtimal olmadığının altını çizmiş. Kendisi de zor bir çocukluk geçiren Jiro onca zaman oğullarına diğer çalışanlardan bile daha acımasız davrandığını kabul ediyor. Yine de bunu onların iyiliği için yaptığını ekliyor. Bir de oğullarının varlığı, belgeselde ismi hiç geçmeyen Jiro’nun karısını getiriyor akla. Öyle ki izledikten sonra hayatta olup olmadığını bile anlamıyoruz. Sonradan yönetmenle yapılan bir röportajda hala yaşadığı, ama restorana pek gitmediği, Japon toplumunda “erkeğin işin, kadının ise evin patronu olduğu” gibi bir açıklamaya rastladım.

 

Oğullar belgeselin çekimi sırasında bulundukları noktadan pekala memnun görünseler de ister istemez kendi yollarını takip etselerdi nasıl bir hayatları olurdu diye düşünmeden edemiyor insan. İşte bu noktada kafamda şöyle bir soru beliriyor: Kusursuz bir eser yaratma arzusuyla çıkılan yolda, işlenen kimi “kusurlar” mübah mıdır? Ya da eserin büyüklüğü, yapım sürecindeki küçük çatlakları meşru kılar mı?

 

Buraya şöyle bir parantez açacağım: Ortaya çıkarılan eserin kalitesi hakkında yapabilecek ne bir eleştirim, ne de bir şüphem var. Suşiler sahiden müthiş görünüyor, üstelik restoran dünya çapında ün kazanmış, gurmelerden beş yıldızını almış çoktan. Benim takıldığım kısım mutfağın önü değil, arkası.

 

Yukarıdaki soruyu şu şekilde düşünüyorum aslında daha çok: henüz genç yaşlarında oğulları, babaları Jiro’ya rest çekip kendi hayallerinin peşinden koşmuş olsalardı ne olurdu? Peki ya Jiro’nun iki oğlu değil de iki kızı olsaydı? Onları da birer suşi ustası olmaları için aynı gayret ve disiplinle yetiştirir miydi? Ya da, çocuklarının kendisini tanımayacağı kadar eve yabancılaşan Jiro suşinin yanında, karısının yaptığı işleri de yapmak zorunda kalsaydı? Gecenin bir yarısı çocuklar ağladığında uyanıp avutsaydı, saatlerce uyanık kalsaydı, sonra yeniden yatıp, kalktığında çocuklara kahvaltı hazırlamak zorunda olsaydı? Çocukları okula götürmesi, okuldan getirmesi, derslerinde yardımcı olması gerekseydi ya?

 

Ne olurdu? Jiro dünyaca ünlü bir suşi ustası olur muydu acaba?

 

Şunu belirteyim, elbette Jiro azimli, çalışkan ve yetenekli bir şef. Yıllar boyunca aynı özveriyle çalışmış ve hep daha iyisini hedeflemiş birisi. Bunda hemfikiriz. Lakin, içinde bulunduğu toplumsal şartlar ve roller, kendi yararına göre şekillenmemiş ya da şekillendirilmemiş olsaydı, aynı başarıya ulaşacak materyal ve manevi araçlara sahip olabilir miydi?

 

Bu noktada aklıma direkt Linda Nochlin’in meşhur “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?” (“Why Have There Been No Great Women Artists?”) makalesi geliyor. Özellikle de alıntılayacağım şu kısımları (Ahu Antmen çevirisinden):

 

“Demek ki kadın sanatçıyla ilgili sorunun ardında, yüzlerce monografinin konusu olan, eşsiz ve tanrısal Büyük Sanatçı miti yatmaktadır – bu erkek sanatçı, doğduğu günden beri gizemli bir öz taşır, altın yumurtlayan tavuk gibi bir şeydir bu ve adı da Deha’dır, Yetenek’tir. Ve tıpkı cinayet gibi, koşullar uygun olsun olmasın, eninde sonunda mutlaka ortaya çıkacak bir şeydir.”

 

Belgeselin anlatımı da bana bu dahi sanatçı mitini hatırlattı biraz. Belgeselin henüz başlarında büyük oğul Yoshikazu, iyi bir suşi şefinin özelliklerinden konuşurken şöyle söylüyor: “Bazıları doğal bir armağanla doğar, hassas bir damak tadı ve koku hissi ile. Doğal yetenek dediğiniz budur. ”

 

Nochlin yazısının devamında ironik bir soru soruyor:

 

“Kadınlarda altın yumurtlayan tavuk gibi bir sanatsal deha olsaydı, muhakkak ortaya çıkardı. Ama çıkmadı. Quod erat demonstrandum [ispatlanması gereken buydu]. Kadınlarda altın yumurtlayan tavuk tipi bir sanatsal deha yoktur. Eğer o zavallı çoban çocuğu Giotto ya da krizler geçiren Van Gogh gibileri başarabilmişse, kadınlar neden başaramamış?”

 

Efendim bu soruya yanıt, Yoshikazu’nun 2011 yılında The Wall Street Journal’ın Asya bloğuyla yaptığı röportajda gizli. Yoshikazu’ya niçin babasının restoranında hiç kadın şef veya çırak olmadığı soruluyor ve gelen cevap şu şekilde:

 

“Sebebi kadınların regl olmasıdır. Profesyonel olmak sabit bir damak tadının olması demektir, fakat kadınların menstrual döngüsünden dolayı damak tatlarında bir dengesizlik vardır ve bu yüzden kadınlar suşi şefi olamazlar.”

 

İşin daha da kötüsü, bu cinsiyetçi yorumun genel olarak kabul görmüş oluşu: Japonya’da kadın suşi ustaları, ellerinin daha sıcak oluşu, parfüm kullanmaları, hormonal ve duygusal değişimler yaşamaları gibi bahanelerle erkek tekelindeki suşi piyasasından itiliyorlar.

 

Peki ama, kadın “özlüğü” gereğince yeteneğe ulaşma şerefine nail değilse, doğal armağanla doğan “bazıları” da erkekler mi oluyor?

 

Aynı şekilde bu önermeye göre, yetenekle doğan erkeğin yeteneğini icra edebilmesi için kimi araç ve insanları bir sıçrama tahtası olarak kullanmasında ya da kimilerinin yolunu kesmesinde bir sakınca yoktur. Zira önemli olan tavuğun yumurtladığı altındır.

 

Film eleştirmeni Roger Ebert bir yazısında Jiro’nun karısıyla seviştiği zamanlarda suşi yapmak için harcayabileceği o değerli vakti kaybettiği için üzüldüğünü düşündüğünü yazıyor. Sahiden de Jiro, hayatta işe uygun olmayan her eylemin bir zaman kaybı olduğunu söylüyor. Fakat zaman kaybı ya da angarya görülen ve çoğunlukla kadının “özlüğünde” anlam bulan bazı işler – fiziksel ve duygusal bakım gibi – bir zorunluluk olsaydı, zamanını bu şeylerle öldüren Jiro’nun yeteneği kendiliğinden, bu çapta ortaya çıkabilir miydi?

 

Jiro’nun ifade ettiği türden bir iş bağımlılığı, Japonca’da zanaatkar anlamına gelen shokunin öğretisinden geliyor. Zanaatını hayatındaki diğer her nesnenin, insanın, ilişkinin kısacası her şeyin önüne koyma ve kendisine “bahşedilen” ulvi sorumluluğu yerine getirmek için kayıtsız şartsız adanma gerektiriyor bu da. Fakat yalnızca erkekler büyük shokuninler olabiliyorsa kadınlara da yalnızca onları desteklemek ve fedakarlıklar yapmak düşüyor.

 

Sonuç olarak, belgeseli izleyince önce müthiş bir başarı hikayesi izlediği, büyük bir sanatçının zihnine daldığı izlenimine kapılıyor insan. Fakat sonra, filmin spot ışıklarıyla parlattığı Jiro’nun ardında, gölgede kalanlara bakınca biraz daha farklı düşünmeye başlıyor. Acaba Japon mutfağını bir adım yukarı taşıyan, müşterilerine olağanüstü anlar yaşatan suşilerin bütün gölgede kalanlara rağmen ortaya mı çıkması gerekiyordu? Yoksa iş etiği toplumsal cinsiyet filtresini de dahil ederek daha derinlemesine mi düşünülmeliydi?

 

Ne dersiniz?

 

Bonus kaynak: Frankofon arkadaşlar, koşun Les couilles sur la table podcastının gastronomi dünyasındaki beyaz erkek egemenliği üzerine yaptıkları bölümünü dinleyin! Neden şef deyince aklımıza beyaz önlüklü klas bir restoranda çalışan bir erkek geliyor sorusunu irdeliyorlar. Ve de mutfaktaki hiyerarşinin, sözlü saldırının ve cinsel tacizin nasıl normalleştirildiğine dair ilginç detaylar var. İyi dinlemeler!

 

Görsel: Jiro Dreams of Sushi filminden.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YHatay’ın Kadın Kooperatifleri (III): Üretim Yapmak
Hatay’ın Kadın Kooperatifleri (III): Üretim Yapmak

Hataylı kadınların söylediği gibi, Hatay’a bir kez giden, bir kez daha gidermiş. Ben de dönmekte çok gecikmem umarım! 

MEYDAN

YHatay’ın Kadın Kooperatifleri (II): Finansal Kaynak Bulmak
Hatay’ın Kadın Kooperatifleri (II): Finansal Kaynak Bulmak

Hangi kooperatifin ne zaman hangi destekten faydalandığının, bunun bir ayrıcalık mı yoksa bir hak mı olduğunun ya da “bağımsız” kooperatif titrini düşürüp düşürmediğinin çetelesini tutmak hiç de kolay değil.

MEYDAN

YHatay’ın Kadın Kooperatifleri (I): Ortak Olmak
Hatay’ın Kadın Kooperatifleri (I): Ortak Olmak

Hatay’daki kadın kooperatiflerinin gündeminde neler var? Bu kooperatifler neler söylüyor, neler biliyorlar? Ne tür üretim ve ortaklık stratejileri geliştiriyorlar? 

MEYDAN

Y“Aşk Bir Rüyaymış, Uyandık”
“Aşk Bir Rüyaymış, Uyandık”

“aşk bir rüyaymış, uyandık” ama karında kelebekler de yok değil...

Bir de bunlar var

Burt Reynolds Koleksiyonundan Çeşitli Burt Reynolds’lar
Bir Denyoyu Sevmek
Felsefe Dünyası Şaşkın: AKP’li Çelik’ten Hegel, Marx ve Gramsci Yorumları

Pin It on Pinterest