“Onda kendisini yeniden yaratmak için ilham almış birini gördüm, belki benim hatrıma, belki kendisi için, belki de sadece tek bir geceliğine.”
David Torrey Peters tarafından yazılan yazının Gawker.com’daki orjinalinden çevirisi.
Ben altı yaşındayken, annem ortalıkta küçük çöp poşetleriyle dolu bir kutu bırakmıştı. Bulduğum poşetlerden bir tanesinin alt kısmını kesip, üst kısmındaki ipini sıkıştırarak küçük, basit bir elbise yaptım. Elbiseyi üstüme geçirip aynada kendime baktım. Aynadaki aksim bana geri baktığında, o ana mahsus herhangi bir ayrıntıyı silip götüren bir iyi hissetme dalgası geçti başımın üstünden. Geriye kalan sadece doğruluk duygusu oldu, bir şeyi tarif etmek için en doğru kelimeyi bulmak gibi: ben olduğunu bildiğim, ama o ana kadar görmemiş olduğum aksim. Yepyeni bir güzellik duyusu ve adımlarımı taşıyan bir hafiflikle verandada oturan anne babama göstermek için merdivenlerden aşağı indim. Mutfaktan geçerken, masanın üstündeki keki farkettim. Tam da tatminle dolup taşmışken ani bir ilham hissettim, bir cömertlik arzusu. Keki masadan alıp, çöp torbası elbisemle verandaya girdim ve dikkatlice sehpanın üstüne yerleştirdim. Elim belimde, ellerinde kahve bardaklarıyla bana bakmakta olan anne babama şöyle bir beyanda bulundum: “Ben bir garsonum!”
Anlık bir duraksama oldu, pencerenin yanından uçup giden serçelerin dışında zamanın donmuş gibi olduğu bir an. Sonra annem bakışlarını babama çevirdi ve ikisi kahkahalarla gülmeye başladılar. Ben sadece iç çamaşırım ve çöp torbasının içinde, şaşkın bir şekilde duruyordum, çünkü kendimi güzel hissediyordum, bunu neden göremiyorlardı? Utanmam gerektiği fikri içimde tırmandı – bir an sonra da, yumruk yemiş gibi, kendimi utanırken buldum. Aniden ateş basan derime yapışmaya başlayan plastikten yapılma uyduruk elbisemin eteğine takılıp kayarak odadan kaçtım. Babam arkamdan “yapma böyle!” diye bağırdı. “Garson olmakta ayıp bir şey yok.”
***
Kadın yanım hep benimleydi, arada sırada yüzeye çıkıp diğer türlü gayet tipik sayılabilecek bir erkek çocukluk ve ergenlik deneyimini biraz karıştırırdı ama sadece son birkaç yıldır kendimi arada trans olarak tanımlamaya başlamıştım.* Trans kelimesini beğenmemin sebebi başka insanların kelimeyi sorunlu bulma sebepleriyle aynı: muğlak ve kafa karıştırıcı, bir durumla ilgili ipucu veren ama spesifik bir şey söylemeyen bir kelime. Ameliyat öncesi ve sonrası transseksüellerden cinsiyetler arası kıyafet değiştirenlere, çift cinsiyetlilere, kendiniz için her ne cinsiyet varyasyonu icat etmek istiyorsanız onu kapsayan bir terim. Trans, cinsiyeti standart kadın/erkek ikiliğinden ayrılmış tüm insanların sesi olabilecek siyasi bir şemsiye, kişinin spesifik durumunu ve duygularını defalarca tekrarlamak zorunda olmadan cinsiyet çeşitliliğinden konuşabilmesinin bir yolu.
Bunları nereye getiriyorum, bazen kendimi kadın olarak takdim ediyorum. Kadın olduğumu düşünmüyorum. Ruhumun ve zihnimin bazı kısımlarının, bunu dışa vurmaya dair derin bir ihtiyaç yaratacak şekilde kadın olduğunu düşünüyorum. Benim için diğer cins gibi giyinmek yaptığım bir şey değil; olduğum şey. Vücudumu takdim ediş şeklimi, sürekli yer değiştiren bir olgu olan cinsiyetle eşleştiriyorum.
Bunu yapma isteği bana doğal bir yolla, daha ben biyolojik ya da toplumsal cinsiyetin sınırlarının farkında değilken geldi. Bir keresinde, sonbaharın başlarında sıcak bir öğleden sonrasında, babam ve ben Chicago’nun merkezinde el ele durmuş trafik ışığının değişmesini bekliyorduk. Yaşımı hatırlamıyorum ama babamın elinin içindeki elimin göz hizama geleceği kadar küçükmüşüm. Biz beklerken, güzel yeşil bir elbise giymiş ve sallanan küpeler takmış çok hoş bir adam yeşil ışıkla beraber bize doğru yürümeye başladı. Yanımızdan geçerken ona gülümsedim, o da bana gülümsedi. Adama bayağı kapıldığımı hissettim ve acaba babam da kendisini farketti mi diye baktım ama babamın bakışları kırmızı ışığa sabitlenmişti. “Nasıl oluyor da o elbiseyi giyebiliyor?” diye sordum babama. “Eşcinsel sanırım” dedi.
Elbiseye baktım. Adam yürümeye devam eder ve topuklu ayakkabıların sesi trafiğin gürültüsü içinde uzaklaşırken, öğleden sonra güneşi satenden yansıdı ve elbise sanki sıvıdan yapılmış gibi parladı. Kumaşın elimi sürdüğümde nasıl olacağını hayal ettim.
Çocukluğumun büyük kısmında eşcinsel olmanın ne anlama geldiği hakkında hiçbir şey bilmiyordum ama yine de “gey” kelimesinin ne zaman güzel elbiselerden bahsetsem yüzeye çıktığını gözlemiştim. Sokağı geçtikten sonra, “Ben de eşcinsel olabilir miyim?” diye sordum.
Babamın elinin içinde sıkıca duran elimin hafifçe çekildiğini hissettim. Babam durdu ama aşağı bakmadı. Yüzü sakindi, ama vücut dilinde huzursuzluk verici bir şey vardı, beni yelkenliyle çıkarıp deniz tuttuğunu belli etmemeye çalıştığı o sefer gibi. “Olmazsan” dedi sonunda, “hayatın çok daha kolay olur.”
Çocukluk rüyalarımın çoğunda saçım hep uzundu ve harika güzel elbiseler giyerdim, yumuşak kumaşlar, ve kırmızı bir derenin mavi bir koya karışması gibi etrafımdan uzanıp manzaraya karışacak kadar gür bukleler. Kız mı erkek mi olduğum sorusunun rüyanın mantığı içinde bir yeri yoktu. Sabahları araba ve kamyon desenli nevresimimde uyanıp, acaba rüyalar gey olduğum anlamına mı geliyor, acaba gey olmam birgün kendime ait saten bir elbise giyeceğim anlamına geliyor mu diye merak ederdim.
Ergenlik çattığında, kesinlikle erkekleri değil kızları çekici bulduğumu farkettim. Benim durumumda, arzumun nesnesine ulaştığımdaki standart çekim nabzı, iki uçlu bir kablo oluşturacak şekilde ters dönüyordu – kızlarda keşfettiğim çekici olan her şeyin kendimde eksik olduğunu farkediyordum. Tipik bir hoşlantının acısı şöyle bir paradoks altında daha da derinleşiyordu: belli bir kızı ne kadar çok istersem, o kadar onun gibi olmak istiyor, ama kendime ne kadar onu taklit etme izni verirsem o beni o kadar daha az çekici buluyordu.
Ashley Wenz’in kırılgan ve tüyleri dikkatlice alınmış ayak bileklerini flörtöz bir şekilde masamın üstüne dayadığını hatırlıyorum. Yüzüme sadece 30 santimetre uzaklıktaki çıplak bacaklarının görüntüsü içsel bir şizofreni nöbetini tetiklemişti. Bilincin beyaz noktası, aynı anda bacaklarına dokunmak için hissettiğim ağrılı arzuya ve kendi bacaklarımın da aynı şevkle beğenilmesine duyduğum kederli özleme odaklanmak için kendini ortadan ikiye ayırmaya çalıştı. Kısa devre yapıp sessizce oturmaya devam ettim. Bir dakika sonra omuzlarını silkti ve ayaklarını yere geri koydu.
Birçok teorisyen cinsiyetin büyük oranda performans olduğunda hemfikir – Ashley’in durumunda, maskülenitenin doğru bir gösterisini aradığına eminim ama ben aciz kaldım. Her zamanki gibi, maskülenite konusundaki ergen performansım, erkekliğin ihmal yoluyla ilanı şeklinde vuku buluyordu – maskülen yanımdan bahsetmeyişim zaten kalp atışı kadar kaçınılmaz olduğunun farzedilmesi anlamına geliyordu. Sonuçta erkekliği konuşmak erkekliğe biraz ters değil mi?
Bu varsayım ve ilan etmeme üzerine kurulu çalışma biçimimle, yıllar içinde kendimi, lisedeki popülerlik ölçütleri düşünüldüğünde kendilerini gayet karizma gören bir erkek grubunun içinde buldum. Lise iki itibariyle beyzbol takımında oynuyordum. Bir dizi kız arkadaşım olmuştu ve bekaretimi 15 yaşında kaybetmiştim. Bol bol “abi” diyordum. Kavgadan kaçmamaya çalışıyordum.
Okulumdaki birkaç efemine çocuk gey ilan edildiğinde katılırcasına omuz silktim ve dışlandıklarında da arkadaşlarımla birlikte güldüm.
O gülüş herhangi bir suçluluk ve hatta ikiyüzlülük hissi olmadan geliyordu. Cinsiyet araştırmacıları dolaptan çıkmamış ve crossdresser** kişilerle yaptıkları mülakatların asap bozucu yanından sıklıkla şikayet ederler, çünkü soru sorulduğunda bu kişiler iki farklı cevap verir – her cinsiyeti için birer tane. En sevdiğiniz renk nedir? Mavi ve pembe.
Lise sona vardığımda kadın ve erkek gösterilerimi öylesine kompartmantalize etmiştim ki birini diğeriyle tamamen alakasız görüyordum. Efemine bir çocuğa gülebiliyordum çünkü erkeklik performansımı kız performansından bağımsız, tamamen oturmuş bir kimlik olarak görüyordum. Öyle ki uzun bir süre boyunca, kendimi erkek olarak takdim ettiğimde, kız olarak takdim ettiğim sırada nerelere gittiğimi ve neler gördüğümü hatırlamakta güçlük çekiyordum.
***
Bir kanımı dile getirmek istiyorum. Takribi olarak 1970’lerden sonra doğmuş translar için coming out*** iki adımdan oluşur:
1) İnternette come out edersiniz.
2) Gerçek hayatta come out edersiniz.
Online komünitelere erişimi olan tanıştığım genç translar, cinsiyetleriyle yüzleşme sürecini benden bir önceki, “alternatif” barlarda bekleşip gözleriyle müşterilerin yavan görünümleri altında farklı cinsel varyasyonlar tarayan jenerasyona göre çok daha az travmatik geçirdiler.
Buna karşılık 17 yaşında bende bir Yahoo profili, kadın kıyafetleriyle birkaç fotoğraf ve kadın personamın başlangıçları vardı. Kendime orta ismimin farklı yazılışından türettiğim Tori adını koydum.
Online’da, crossdresserların birbirleriyle seçtikleri cinsiyet içinde iletişim pratiği yapabilecekleri, kendilerine ait bir internet alanı yarattıklarını gördüm. Bu iletişimin büyük kısmı feminenliğin az çok transparan bir karikatürü gibiydi: birbirlerine “canım” diyor ve kikirdeme yerine emoticonlar kullanıyorlardı. Ama karikatürlerin ardında daha ince ayrıntılı keşifler yatıyordu: hafifçe farklı cümle kuruluşları, daha duygusal ifadeler ve dikkatlice ifade edilen takılma ve flört etmeler. Online’da kadın personası içinde yaşamanın bana kadın olmayı öğrettiğini iddia etmeyeceğim ama bu egzersizin, feminenliğin erkek olarak yetiştirilmiş insanlarca görüldüğü haliyle, çoğu kadının kadın olmaktan anladığı şey arasındaki farkı resmettiği kesin.
Üniversiteye gidip kilidi de olan kendi odama kavuştuğumda ileriye doğru bir adım daha atmaya hazırdım. Birikmiş paramdan 500 dolar çektim ve yarı zamanında kadın olarak yaşayan bir drag queenin çalıştığı bir kuaföre gittim. Birkaç kere utangaç bir şekilde niye karşısında durduğumu açıklamaya yeltendikten sonra ağzımdan şu çıktı: “İstediğim, şey… senin gibi görünmek için ihtiyacım olan her şey.”
Kendisiyle alay ettiğimi düşünmüşcesine yüzü sertleşti. Ama göğsümden yukarı yayılan kızarıklığı farketmiş olacak ki omuzlarını düşürdü ve yüzünde bir gülümseme belirdi. “Hayatım,” dedi kulağa eğleniyormuş gibi gelen ama yine de nazik bir tonda, “böyle görünmek emek ister.”
Ben “çalışabilirim” dedim, bir yandan bakışlarımı aramızdaki tezgahın üstünde lekeye sabitleyip kuafördeki diğer kadınların ilgili bakışlarından kaçınmaya çalışırken. Gözlerini sırtımda hissedebiliyordum. “Bu işi istiyorum.”
Mükemmel manikürlü tırnaklarıyla uzun saçını arkaya attı ve uzman bir bakışla, aklından bir tabloya fiyat biçmeye çalışan bir sanat tüccarı gibi gözlerini kısarak bana baktı. Sonunda başını hafifçe salladı ve “elimizde ne kadar var?” diye sordu. Cüzdanımdaki her şeyi artı kredi kartıma ne koyabiliyorsam çıkarıp verdim. Uzun vadede cinsiyet terapistinden daha ucuza geldi.
Üniversitenin ikinci yılında, kendimi ara sıra kadın olarak takdim etmeye başladım. Tanıdığım herhangi birinin yanında değil tabi; benim liberalliğiyle ünlü okulumda bile kimliklerimin üstüste binmesine izin veremezdim.
Bu ilk sosyal keşiflere ilginç bir dinamik hakimdi. Kız gibi giyinmiş 19 yaşındaki bir oğlanla alaka kurmak isteyen insanlar demografik olarak çeşitli ancak bir örnek bastırılmış insanlardı. Tanıştığım insanlar, özellikle de erkekler, hiçbir şeyin benim pozisyonum kadar utanç verici ve vakar yoksunu olamayacağını düşünüyor gibiydiler. Belki de muhafaza ettikleri sırlar, tasdiklerine muhtaç bu feminen oğlanın kırılganlığının yanında ufacık görünüyordu.
***
“İşadamıyım.”
“Evet, o kadarını söyledin zaten. Ne tür bir iş?”
Gülümsedi ve viski kadehinden birkaç yudum aldı. “Para piyasalarıyla uğraşıyoruz. Biraz teknik ve sıkıcı yani.”
“Ne demek istiyorsun? Bir şirkette mi yoksa bankada mı çalışıyorsun?”
“Evet beni bankacı gibi düşünebilirsin – bankacı olur. Kısaca bütün günü telefonda danışmanlık yaparak geçiriyorum işte. Evet para kazanıyorum ama harcayacak vaktim pek olmuyor.” Bir nefes aldı ve “öğrenci olduğun için şanslısın, asıl hayat o” dedi.
İşadamına benzemiyordu. Takım elbise giymiş bir mavi yakalıya benziyordu. Elleri pürüzlüydü ve yüzü güneşten yanmıştı. Konuşması ağır bir batı Massachusetts aksanına kayıp duruyordu. “Öğrenci olmak o kadar da kolay değil” dedim.
“Eminim değildir.” Durdu ve bana şöyle bir baktı, “ama bana yine de süslenmek için gayet vaktin varmış gibi göründü.” Cümleyi bir göz kırpma takip etti.
Kalkıp gitsem mi diye düşündüm. Gerçekten işadamı olduğunu düşünseydim giderdim de; ama işadamı rolü bana o kadar şeffaf, o kadar klişe geldi ki adamla ani bir akrabalık hissettim. Bir hafta önce benimle internet üzerinden irtibata geçmişti. Gençken cinsiyetini sorguladığını, ancak yaşlandıkça bu duyguların yerini açıkça kadın gibi giyinip davranabilecek kadar cesur insanlara hissettiği hayranlığa bıraktığını söyledi. Benimle sadece buluşup konuşmak istiyordu.
O göz kırpmadan sonra kalkıp gitmek yerine başımı yana eğip aynada pratiğini yaptığım mahcup bir bakışı denedim. “Daha önce hiç benim gibi bir kızla tanışmış mıydın? Crossdresser ya da onun gibi bir şey?”
Gömleğinin kolunu düzelttikten sonra bana utangaç bir gülümsemeyle, daha önceki gülümsemelerine yapıştırdığı havalar olmaksızın baktı. Kısa bir anlığına, pek bir özelliği olmayan yüz hatları sessiz bir tıkla yerli yerine oturdu. O an içinde bambaşka biri olmuş olabilirdi. “Hayır” dedi, “sen ilksin.”
Diğer translarla olan iletişimlerimde dile getirilmeyen tek bir kural hakimdir: sen benim yüzüme bir şey vurmazsın, ben de senin. Bazen, birisinin görünümüyle hissettiklerinin dışavurumu arasındaki mesafe gülünç, hatta rezalet görünebilir – İskoç atı gibi yapılı birinin üzerinde fırfırlı pembe mini etek gibi – ama birazcık empatiyle, insan gülünç olanın ötesine bakıp insana özgü fantazi ve hayalgücünün ifade edilmesi sürecini görebilir.
O adama işadamı rolü yapıp yapmadığını sormadım; bulacağıma emin olduğum halde ilüzyonun içindeki çatlakların izini sürmedim. Aslında gerçekten işadamı olmuş olabileceği ihtimalini bile kabul ediyorum, belki tersini düşünmeme sebep olan sadece işiyle ilgili ayrıntıları ifade etmedeki başarısızlığı ve benim sınıfsal önyargılarımdır. Ama yine de kendisini daha bir romantik şekilde hatırlamayı tercih ediyorum, tıpkı o akşam yaptığım gibi. Onda kendisini yeniden yaratmak için ilham almış birini gördüm, belki benim hatrıma, belki kendisi için, belki de sadece tek bir geceliğine. Bana bir içki almasına ve elini bacağıma koymasına izin verdim ve orada oturdum, ve birisi cinsiyeti, biri sınıfı açısından, ikisi de travesti olan iki insanın, şartların üstlerine yamadığı kimliklerden silkinip hayalgüçlerinin parlak kumaşından dikilmiş özlerini giyebilmelerinin ne kadar hoş olduğunu düşündüm.
Üniversitemden bir araştırma bursu ödülü kazandığımda toplum içine kadın kimliğimle çıkma teşebbüslerim daha olgunlaşamadan kesilmiş oldu. Kamerun’a taşındım, ve orada aşık oldum. Vardığım gün, çocuk annelere hayatlarını kazanabilmeleri için gerekli becerileri kazandıran bir STK ile çalışan Melissa ile tanıştım. Üç hafta sonra, kliması fazla çalışan bir otel odasında, sıcak bedenini yatağın diğer ucundan kendime çekip vücuduma bastırdım ve ülkedeki zamanımızın geri kalanında sürecek olan bir kalıp oluşmuş oldu. Ben başlattım, o razı oldu. Ben onu koruyordum, o bana bakıyordu.
Kamerun anılarımın içine yayılmış bir yokluk hissi var. Benim Melissa’nın ilgisine ihtiyacım vardı ve bazı zamanlar o da benim korumamı istiyordu. Etrafımızdaki kültür tarafından dengemiz bozulmuşken, ben onun yumuşak kadınının güçlü erkeğini oynadım; ben Tarzan, sen Jane-ikimizin de diğerinin rol yaptığının farkında olmadığı bir senelik bir oyun. Alışık olmadığımız bir çevreye karşı ultra-maskülen bir rol takınarak siper aldığımdan, rol yaptığımı unutmaya başladım. Tiyatro dünya oldu, karakter de benim kimliğim.
Çoğu zaman oturduğumuz dairenin aşağısındaki tozlu sokaklara bakan balkonda oturup bir akşam birası içerdim. Bazen, başını arkaya atıp gülen bir kadın görürdüm ve Tori’nin ani hatırası karşımda parıldardı. Daha birkaç ay önce o olmuş olabileceğim bana inanılmaz görünürdü. Yine de, o bira boğazımdan akarken dahi, eninde sonunda bedenden ayrılmış ruhların dünyasında Tori’nin yanındaki yerini alacak bir kimlik kuruyordum. Melissa ile ABD’ye döndüğümüzde, Kamerun’daki sert erkeğin yolculuğa çıkmayı reddettiğini farkedip şaşırmıştık – vücudumu havaalanında terkedip, muhtemelen bir gün geri dönersem onu bulabileceğim Yaoundé’ye yerleşmişti.
***
Beraber eve çıkmamızdan bir sene sonra, Melissa e-mailına bakmak için bilgisayarımı ödünç aldı ve web tarayıcımda kaşelenmiş bir online trans destek grubunu farketti. Bilgisayarı bana doğru döndürüp, tek kaşı kalkık bir şekilde “Ee… bu ne?” diye sordu. Gülüp geçiştirebilir veya bir şey uydurabilirdim, ama seneler boyunca hayatımı bölmelere ayırmak benden o enerjiyi boşaltmıştı. Ekranın görüntüsü karşısında, yukarıdan uçan bir uçağın gölgesi gibi, inanılmaz bir hızla vücudumu boylu boyunca geçen bir yorgunluk hissettim.
Melissa bana bakıyor ve bekliyordu.
“Bu benim.”
Başını dikleştirip cümlenin bitirici kısmını bekledi. Bir buçuk saat süren bir açıklamanın ardından ortada hala “bitirici kısım” yoktu, dudakları gerilmiş bir halde kendini bir koltuğa bıraktı.
“Bir şey olmayacak,” dedim. “Ben hala aynı insanım. Değişen hiçbir şey yok.”
“Tamam. Sana inanıyorum.”
Bunun inançla ilgili bir mesele olmadığını söylemek istedim ama onun yerine ona akşam yemeği pişirdim ve konuyla ilgili konuşmadık, sonra konuyla ilgili konuşmamaya devam ettik, ta ki iki gün sonra, Melissa öğle arası sırasında aniden gözyaşlarına boğuluncaya kadar.
“Aynı insan filan değilsin!” Sözleri alçak sesli hıçkırıklarının arasında kayboluyordu. “Nasıl oluyor da seni tanıdığımı söyleyebiliyorsun? Yani… travesti ya? Başka ne saklıyorsun benden?” Sesi kalın ve ıslak çıkıyordu ve kollarına dağılmış saçları yüzünden tek görebildiğim titreyen sırtıydı.
Bir park bankında oturmuş Taco Bell yiyorduk. Kollarım gevşek bir şekilde iki yanımdan sarkıyor gibiydi. “Hiçbir şey” dedim, “hiçbir şey saklamıyorum. Beni bundan önce sevdiysen yine sevmelisin çünkü bunsuz ben ben olmazdım.” Bir an sustum, devam etmemem gerektiğini biliyordum ama kendimi durduramadım. “Bir de, travestinin doğru kelime olduğunu sanmıyorum. Bu benim için sadece bir cinsel fetiş filan değil yani.”
Başını gözyaşlarıyla çiselenmiş kucağından kaldırıp bana inanamıyormuş gibi baktı, “A öyle mi, özür dilerim! Sana adil davranmıyor muyum?” Sesi yükseldi. “Sanırım bencilce davranıyordum öyle mi? Benden her şeyi gizlediğin için üzülmemeliyim yani değil mi? Belki de araştırmamı önceden yapıp bütün siyaseten doğru terimleri biliyor olmam gerekiyordu… bileyim ki erkek arkadaşım bana-” sesi hırçın bir doruğa ulaştı, “-lanet olası bir travesti olduğunu söylediğinde cool ve duyarlı davranabileyim!”
“Lütfen.” Gözlerim yanıyordu. “Lütfen, her şey düzelecek.”
Tam devam etmek üzere içini çekmişti ki titrediğimi gördü ve nefesini geri bıraktı, sanki havası sönüyormuş gibi omuzları düştü. Sessizce “tekrar söyle” dedi.
“Hepsi düzelecek.” Elimi omzuna koymak için kolumu uzattığımda irkildi. Beni kendinden uzağa iteceği düşüncesi içimi bir anda korkuyla doldurdu – fiziksel reddin dile getirilemeyeni, kalkıp gitmem gerektiğini, her şeyin bittiğini ifade edeceği düşüncesi.
Ama elimin omzunda kalmasına izin verdi. Oldukça uzun gelen bir zaman boyunca öyle oturduk, benim kolum ona dokunmak için uzanmış halde. Bir kilise çanının sesi duyulduğunda Melissa hareketlendi. “Öğle tatilim bitti” diye mırıldandı.
“Evet.”
“Tekrar söyle.”
Islanmış saçlarını kulağının arkasına ittim. “Hepsi düzelecek.”
Aylar boyunca öyle olmadı. Ama sonra oldu, bir sene kadar sonra geçti ve bir süredir de her şeyin düzelmiş olduğunu farkettik.
***
2000’lerin ortalarına geldiğimizde online Tori kimliğim Yahoo’dan MySpace’e, oradan da Facebook’a taşınmıştı. Fakat crossdresserlar büyük oranda terkedilmiş hale geldikten sonra bile bir süre MySpace’te takıldılar. Sitedeye bakarken mesaj kutumda şunu buldum:
Selam, senin erkeklere ilgi duyduğunu bilmiyordum ama hoş bir sürpriz oldu. Niye bana söylemedin? Söylesen anlayışla karşılayacağımı biliyorsun, bu işlerin nasıl olduğunu biliyorum.
Mesaj tanıdığım bir insandandı. Bir keresinde kahve için buluştuğum Chicago’lu genç bir crossdresser.
Cevabım: “Neden bahsediyorsun?”
Cevap bir gün sonra geldi, hiçbir kelime yok, sadece bir siteye link var. Tori, özel olarak crossdresserlara hitap eden bir siteye kendisi için kişisel bir ilan koymuştu – daha doğrusu, onun kimliğini kullanan birisi koymuştu ilanı.
Profildeki fotoğrafı Melissa eski evinde çekmişti, pembe bir elbise içinde ben, çoraplarım dikine kaçmış, ayağımda topuklu ayakkabılar. Gözlerimde dumanlı bir makyaj var, gözkapağının üzerinde bakır parıltılar görünüyor. Kameraya ne gülümseyerek ne de kaşlarımı çatarak, boş bir ifadeyle bakmışım.
Kişisel ilan Tori kimliğini, tamı tamına Tori’nin benim hayatım boyunca kendini şekillendirdiği gibi yeniden yaratmıştı, Tori’nin zevklerini ve umutlarını tam da benim hissettiğim şekliyle ifade etmişti. Aslına bakılırsa sayfa benim kendimde hissettiğim Tori’ye ait bile olabilirdi, tek bir kritik detay hariç: kişisel ilandaki Tori dominant erkeklerle telefon seksi istiyordu.
Bir süre ilandaki email adresine göndermek üzere kafamda kaba mektuplar yazdım; mektubu alacak hayali insanı fotoğraflarımı çalmak ve o kadar özenle yarattığım kimliği kirletmekle suçluyordum. Ama bu mektupları yazarken, alıcıyı kafamda resmetmeye başladım ve o hayal içinde bir ergen gördüm; kendi kimliğini kurmak için fazla genç, fazla yoksul ya da bastırılmış ve onun yerine benimkini kavramış, nefret ettiği ve değiştirmek istediği bir bedenin içinde, tek başına ve utanç içinde yatmış, suratına yapıştırdığı cep telefonunda kimliği belirsiz bir adama kirli kelimeler fısıldayan ve ağır nefes alıp vermeyi aşk sanan birisi.
Tori’yi o insandan almam nasıl doğru olur? Tori kim? Benim sahibi olduğum, kendi seçtiklerime bahşedebileceğim bir varlık mı? Halbuki onun adına bir ilan oluşturmakla, bu hayali ergen (bu benim sevdiğim versiyon; siz kendinizinkini seçebilirsiniz) Tori kimliğinin inşaatında sorumluluk payı almamış mıydı? Belki Tori’nin tarihi sadece benim onunla tecrübe ettiklerim değil, başkalarının da tecrübe ettikleri ve edecekleridir. Belki de benden ayrı bir hayatı vardır ve telefon seksi alışkanlığını omuz silkerek kabullenmeliyim.
Ben bedenlerin ve kimliklerin 1:1 oranında verildiği anlayışıyla çevrili büyüdüm: bize verilen bir beden ve bir kimlik var. Ama kendimi bildim bileli, tek bir kimlikle üstüste düşmeyen, onun yerine bir o yana bir bu yana kayan, bir noktada Tori ile, başka bir noktada Kamerun’daki sert erkekle, ya da hayatım boyunca kullandığım “ben”lerden herhangi biri ile örtüşen bir bedenim oldu.
O kişisel ilanın keşfi karanlıkta bir düğmeye bastı: tecrübe ettiğim kayma sadece beden tarafında değil, kimlik tarafında da gerçekleşiyordu, yani ben nasıl benliğimin farklı sunumlarına girip çıkıyorsam, Tori de bir bedenden diğerine kayabilirdi. Bir kere farkına vardıktan sonra bu mantık bana bariz göründü – mutlu ve simetrik bir keşif.
Beden ve benlik bir şekilde birbirinden tamamen ayrılmış gibi, ya da bedenle kimliğin birbirlerinin haline etki etmediği bir dünyada yaşıyormuşuz gibi yapmaya çalışmıyorum. Sonuçta Tori’nin o resimleri benim kollarımı, benim yüzümü, benim kulaklarımı, burnumun yanındaki o beni gösteriyordu. Yine de, internetin içlerinde bir yerde, başka bir insan benim kimliklerimden birine, benim bedenimden doğmuş, ama deriyi, kası, kılı, yağı ve kemikleri aşan bir kimliğe sahip çıkmıştı; o kimlik online alanda bir yerden diğerine geçerken o hayali ergende yerleşmiş, vücudu onun olmuş, telefonun öbür ucundaki kimliksiz adamla konuşan sesi onun boğazından çıkmıştı.
Ve bu da benim hoşuma gidiyor, hep Tori’nin kaçışı hem kendi kaçışım için. Başkaları, ortak bir kimliğin bağlarını kullanarak kendi bedenlerini benimkine bağladığı zaman, vücudun baskılarından doğmuş bir düğümü daha çözmüş oluyor. Bedenden ayrılmıyoruz, ama bedenle kimliği bir arada tutan halatla biraz oynayabileceğimizi farkettiğimizde bize daha rahat nefes alma fırsatı veriliyor. O kişisel ilanı okumanın belki bin yolu var ama ben onu, hiçbirimizin tam da zannettiğimiz kadar kısıtlanmadığımızın tasviri olarak görmeyi seçiyorum. Her birimizin, şurada bir santim kaymış, orada bir milim gevşemiş bir şey gördüğümüz her an, ele geçirmeyi başardığımız küçücük alanlarda irade ve hayalgücünün kuvvetiyle minyatür imparatorluklar yükseltebileceğimizin teyidi olarak görüyorum.
Illustrasyon: Jim Cooke
*İngilizce’deki “transgender” kelimesinin Türkçe’de benimsenmiş tam karşılığı var mı bilmiyorum. Transgender kelime anlamı olarak “cinsel kimliğini değiştiren” demek; kimlik değişiminin seksüel (özellikle tıbbi) yönüyle veya cinsel yönelimle değil daha çok (toplumsal) cinsiyet rollerinin reddi ve/ya üstlenilmesiyle alakalı bir terim. Bu yüzden genel bir terim olan trans kelimesini kullandım.
**Crossdresser kendi cinsiyeti dışında/karşı cins gibi giyinen anlamına geliyor. Başka dillerde olduğu gibi Türkçe’de de bazen travesti kelimesi ile birbirinin yerine kullanılıyor. Travesti daha geniş bir anlamda kullanıldığı için crossdresser’ı bazen anlamını açarak bazen de İngilizcesiyle kullandım.
***Vikipedya’ya güvenerek “coming out” terimini İngilizce bıraktım.