Gözde İlkin’in Art Sümer’de 14 Aralık’a kadar sürecek beşinci kişisel sergisi, Tek Başına ve Hep Birlikte ismini taşıyor ve tanıtım metninde de serginin çıkış noktasının ‘ağaçlar’ olduğu belirtiliyor. O halde içimizden hemen ve kendiliğinden tamamlıyoruz: (bir ağaç gibi) Tek Başına ve (bir orman gibi) Hep Birlikte. Arzulanan bir varoluş, ancak yüklü tarih ve hafıza rezervlerimiz sayesinde aynı zamanda biraz ütopik bir tahayyül bu. Bireyselliğimizi, tek tek biricikliğimizi kaybetmeden, tüm benzersiz özelliklerimiz, farklılıklarımız, anormalliklerimiz ile, sırf hayatta kalabilmekle yetinmeyip yeşerebildiğimiz ve bu yeşermenin tadını kolektif bir şekilde çıkarabildiğimiz bir halin tahayyülü. Her şeye rağmen yan yana olabilme halinin belki. Eve Sedgwick’in, Touching Feeling: Affect, Pedagogy, Performativity kitabında kafa yorduğu yan yanalığa, Donna Haraway’in de Türkçe’ye ‘’yakınlaşma’’ olarak çevrilebilecek making kin kavramına benzer bir halin.
Sedgwick’in yan yanalık kavramı, Gilles Deleuze’ün yayla modelinden destekle, şeylerin yatay düzlemde birbirleriyle olan ilişkilenmeleriyle mümkün kılınan bir dayanışma haline işaret eder. Gözde İlkin bu dayanışmayı kavramsal çerçevesi yanında birbirlerine sirayet ediş süreçlerini gizlemediği, bilakis bizzat bu birbirine sirayet edişlerini asıl mesele ettiği, kumaş, dikiş ve boya gibi malzemeler arasında da kuruyor. Çeşitli bitki boyalarıyla renklenen ya da halihazırdaki dokularına yeni renkler ve katmanlar katılan kumaş parçaları, dikiş izleriyle birbirlerine geçen, hangisinin nerede başladığı, hangisinin nerede bittiği belli olmayan; biraz insan, şu kadarcık ağaç, azıcık yaprak, bazen de birkaç parça çiçekten mürekkep bulutlanmalara, amorf bedenlere mekan oluyor.
Gözde İlkin’in malzemesiyle kurduğu bu ortaklık, sergiye adını veren ‘’tek tek’’ ve ‘’hep birlikte’’ kavramları gibi, eserlerin hem kendi kendilerine ve hep birlikte ortaya çıkmalarını, hem de yan yana durarak birbirlerine geçmelerini, sürekli yeni yapbozlar oluşturmalarını mümkün kılıyor. Donna Haraway’in farklı cinslerle tehlikeli yakınlaşmalar dediği, beklenmedik ve anormal bulunan, statükoyu korkutan ortaklıklar bunlar, anormallikleri içinde ‘’doğallaştırılmış’’ olarak tehlike ve haliyle risk barındıran ortaklıklar. Arada kandan gelen bir akrabalık olmayan ötekilerle, ‘’bizden’’ olarak addedilmeyenlerle, kabile dışındakilerle, çemberin dışına çıkmayı göze alarak tozla toprakla, bitkilerle hatta diğer hayvanlarla yakınlaşmalar. Bu dünyanın üzerinden geçmiş, kendi dünyalarıyla cisimleşmiş bedenlerin karşılaşmalarının yarattığı kesişimler.
Eve Sedgwick’in aynı kitabında doku kavramı üzerinden yaptığı ‘’texture’’ ve ‘’texxture’’ ayrımı da buraya cuk oturuyor ve İlkin’in işlerini feminist bir okumaya açıyor. Sedgwick, iki adet ‘’doku’’ kavramı ortaya sürer: Normu besleyen rasyonellik ve bilgiyle sertleşmiş, sivrilecek bütün his ve anormallikleri yontulmuş, tarihsel bir erkekliğin, düzenin simgesi, dümdüz bir doku olan texture ve oluşagelmesinin hikayesini cisminde barındıran, yüzeyi bu yaşanmışlıklarla inişli çıkışlı, dokunanın tüylerini diken diken eden texxture. İlkin’in hikayesini içinde taşıyan, sonucu değil sürecini seven ve tamamlanmayı reddeden yarım ‘yama’lak eserlerinde insana işte bu şekilde dokkunan bir taraf var. Cisimleşmesi normatif dünyanın devamlılığına tehdit oluşturan hikayelerin birbirlerine yamalanarak oluşturduğu ucube bedenlerin dayanışması, rasyonellik ve ‘bilimselliğin’ böylesi kaynaşmaları ‘’imkansız’’ yahut ‘’doğaya aykırı’’ mimleyecek katı dokusuyla sertleşmiş bu dünyaya duyusal, dokunsal ve haliyle politik bir çelme takıyor. Kendisine yakışmayanı giyen, dokunmaması gerekene dokunan, sevmemesi gerekeni seven ve olmaması gereken yerde olan bu ucube bedenler, her anlamda abes addedilenle iştigal ediyor. Çiçekleriyle, kedileriyle kafayı ‘’bozmuş’’ kadınlar geliyor aklıma, açtıkları nefes alma alanları doğallaştırılan kalıplara sığmayınca ‘’tuhaf’’ olarak mimlenen bu yaratıkların yan yana durarak kurduğu bu arkadaşlıklar yer altından ince ince yürüyen bağlantıları, bu bağlantılar da kolektif bir hafızayı mümkün kılıyor.
Resmi tarihin kendi kurgusuna uydurmak adına yonta yonta dümdüz ettiği bedenlere karşılık, kendi tarihleriyle gizli saklı şekillenen bedenlerin beklenmedik aktörlerle giriştikleri bu ortaklıklar, geçmişle bugün arasındaki bile bile toprağa gömülmüş ilişkilerin gün yüzüne çıkmasını sağlıyor. Gözde İlkin’in ağaçlarla, çiçeklerle, hayvanlarla, bulutlarla ilişkilenen bedenleri; bu yan yana duruşları, birbirlerine karışmaları, hemhal olmaları sayesinde birer direniş kümesi haline geliyor aynı zamanda. Karşılıklı hareket halinde, yer yer ve zaman zaman birbiriyle kesişen ağaçlar, insanlar, boyalar, kumaşların döngüsel formları da bu na-hiyerarşiye kuvvet sağlıyor. Birikiyor ama dışlamıyor. Geçici, kesişimsel, akışkan bu yakınlaşmalar sayesinde yaşamak ve hatırlamak mümkün oluyor.