Atmaca kız kardeşliğe, kendiliğe ve elaleme karşı dirence hayranlıkla…

KÜLTÜR

Şaşıfelek: Bir Kız Kardeşlik Çıkmazı

“Ben bu geçitte, susan bu cümlelerde ne arıyorum?”
“Poplin Yıllar”, Ba, Birhan Keskin

 

 

Yaşamın geçitlerinde ve gürültülü cümlelerinde kardeşleşen kadınların Şaşıfelek’i, duyguların bir tür çıkmazıydı. Duyguların çıkmazı, hallaçların pamuğu, bitlerin pazarı, çarşambaların karası bir mahalleydi burası. Kulakta çınlamaya yönelmiş sesler, ucu batmaya bilenmiş çataldiller, hafızaya kapı açan pencere önü kulak misafirlikleri… Burada kendisiyle yüksek sesli yüzleşmeler yaratanları, herkesle ayağı seğirmeden çatışanları, avludaki topaç misali umutları, kendini var etmek için uğraşanları hemen tanırdınız.

 

Tüm bu yüzleşmeler, çatışmalar, umutlar ve uğraşlar, yaşanan her şeyle birlikte içten içe bir ortak kabul yaratırdı. Yaşanan her şeye “rağmen”de duramazdınız, yaşanan her şeyle “birlikte” Şaşıfelek’in insanları birbiriyle tanış, dost ve kardeş olurdu. Çıkmazın kadınları da kız kardeşliği, tam da böyle bir yerden ilmek ilmek örerdi. Aralarında, dilde bangır bangır dövüşmeyen bir dayanışma vardı. Birbirlerinin “elalem”i gibi gözüken kadınları, birbirilerinin kız kardeşleri olarak görmeye şaşırmazdınız. Çünkü sadece Şaşıfelek’i değil, birçok halin ve yerleşik duygunun çıkmazını paylaşırlardı. Türlü türlü çıkmazları anlar, ortaklaşır ve kavrarlardı. Onları, düşmanca algılayabileceğimiz birçok iletişimde bulabilirdik. Oysa aralarındaki suskulu kız kardeşliği en iyi anlatan anların kriz anları olduğunu fark etmemiz zor olmazdı.

 

(Yazının buradan sonraki kısmı, dizinin tamamını izlememiş olanlar için bolca spoiler içerir.)

 

Aysel (Derya Alabora), Saadet’in boğazına dayadığı bıçağı gözlerinin dibine baka baka bıraktırırdı örneğin. Saadetle yıldızlarının pek barışmadığını düşündüğümüz onlarca sahne seyretmiştik üstelik. Barışmayan yıldızlarla aynı masalara oturduklarını, sarhoş olduklarını, dertleştiklerini ve bol bol güldüklerini de görmüştük. Aysel acıyı, kayboluşu ve aşkı anlardı. Bir mutfak robotu, hareketli bir dilsiz uşak olmadığına kanaat getirdiğinde ve evden ayrılmak istediğinde elalemi bir masa başında cesurca karşısına davet ederdi: “Ben şu elalemle şahsen görüşebilir miyim? Yani kimdir bu elalem? Bu şekilsiz mahluğun muhtemel görüşleri neden benim hayatımı bu kadar etkiliyor? Gelip bir anlatsın bakalım elalem bana şunu!” Aysel, elalemle derdi olanıydı Şaşıfelek’in. “Olması gerektiği gibi” bir anne değildi çoğuna göre, olması gerektiği gibi ilişkiler kuramamıştı erkeklerle, iki çocuklu ve dul bir kadına göre fazla dışarıdaydı, lafını esirgemeyen ve bazen başkalarının da elalemi olandı. Başkalarının elalemi olduğu anlarda inanmadığı şeyler söylediğini duymak mümkündü. Bir şekilde elalemin damarına basmalıydı, onun değerlerine karşı ataktaydı. Aslında hiçkimsenin baskısı, tehditi ve etkisi altında kalmadan kendisiydi. Duygularını bastırmayı kendinden görmediği için denemezdi. Hissettiği her şeyle birlikte yaşamayı seçerdi.

 

İnci (Zuhal Gencer), kendinden emin adımlardı mahalleyi. Bahtının kapılacağı rüzgarı kendisi yaratmak isterdi. Bu yüzden Şaşıfelek’teki kadınların kapıldığı rüzgarları eleklerden geçirir, ardakalan tozu toprağı zaman zaman yüzlerine savururdu. Aysel’e ve Saadet’e, kapıldıkları aşk rüzgarlarıyla sürüklenmeleri sebebiyle (duygularının sorumluluğunu almamaları, mutluluğu bir kişiden ve ilişkiden ummaları sebebiyle) eleğin kendisini savurduğuna da şahit olurduk. Fakat ellerini uzatmaktan geri durduğuna da rastlamazdık. Onun hikayesi, baştan sona bir kendi hikayesini yaratma olarak tariflenebilir gibi geliyor. Kendi hayatının, duygularının, seçimlerinin sorumluluğunu avcuna almaktan kaçınmamanın ve emek emek yarınını yaratmanın hikayesi…

 

Seda (Mahperi Mertoğlu), aşkı kutsar, binbir hikayeyi özenle kurar, cümleleri birbirine yamalardı. Bir yemek masasında evlenmek üzere görüştüğü Şafak tarafından az konuşması, kapalı giyinmesi, kız kardeşi Ceyda’nın da davranışlarına dikkat etmesi konularında çeşitli komutlar alınca masanın örtüsünü çekip indirdiğini ve olay mahalini hızla terk ettiğini görürdük. Şaşıfelek’in pencere önü çiçeği, otoriter ebeveynlerin belki de en heyheylisi Terzi Nuran’ın kızı, “ev kızı” Seda, kim olduğunu-kim olmadığını bilmekte ve bunu ifade etmekte ayağı seğirmeyenlerdendi.

 

Kardeşi Ceyda’yla (Aysun Metiner) aralarında geçen şu konuşma, dizinin senaristi Mahinur Ergun’un Şaşıfelek’i, kadınlardan taraf olarak kaleme aldığına inanmamızı kolaylaştırıyor:

-Ceyda: Artık insanların ne düşündüğü umrumda değil. Zaten okul bitince bu mahalleden basıp gideceğim. Nerede olduğu önemli değil. Kibar ve namuslu görünmek zorunda olmadığım bir yer olsun yeter.
-Seda: Bak, haberci programında bir kabileden bahsediliyordu. Ay, yapımcısını arasak da adresini alsak… Orada kadınlar, bizim toplumdaki erkeklerin konumunda. Yani, böyle, bu işler ellerinin kiri olarak görülüyor. Erkekler, kadınlar kendilerini istesin diye görünüşlerine, namuslarına filan çok dikkat ediyorlar. Adları çıkmasın diye gözlerini yerden kaldıramıyorlar.
-Ceyda: İki türlüsü de çok kötü. Ben sadece biraz nefes alayım yeter. Bak, bu ülkede basit bir beraberlik yaşamak bile çok karışık işlemler gerektiriyor.
-Seda: Tabii. Bak mesela bizim bu Şafakla alt tarafı biraz gezer, dolaşır, eğlenirsin. Zamanla seversin belki ama hayır, ben bunları evlendikten sonra yapmak zorundayım. Fikrimi değiştirdiğim zaman da bunu çok pahalıya ödeyeceğim.
-Ceyda: Ödeyemeyeceksin bile. Çünkü boşanamayacaksın. Gidecek yerin olmayacak. Bizimkiler “Aaa, kocandır!” diyecekler. Şafak seni erkeklik gururu nedeniyle bırakamayacak. Muhtemelen çocukların olacak, onların bakımını götürebilecek kadar paran olmayacak. İşte filetocuğum, bizi bekleyen bu güzel günlere hazırlıklı olmalıyız. Ben ne pahasına olursa olsun kendime bakacağım ve evden ayrılacağım.”

 

Ceyda’nın öngörüsü bir bakıma doğruydu, bunu da gelecek bölümlerde seyrederdik. Seda’nın evlendikten sonra Şafakla yaşadığı krizlerin birinde “Aaa, kocandır”ın şahidi olmuştuk. Saadet’in bahçesinde, Nuran’ın (Suzan Aksoy) patates soyduğu bir masanın başındaydık:

-Nuran: Ay kapat o çeneni, densiz! Ay! Kime çekmiş bu!
-Saadet: Aferin kızım, aferin yani, bunlara böyle yapacaksın anacığım…
-Nuran: Saadet! Daha yeni barıştı kocasıyla canım, yapma Allah aşkına, azdırma şunu! Bana bak Seda, hiç bize güvenme, git kocanın arkasından, barış kocanla. Kız kalksana hadi!
-Saadet: A-a dur, hiç kimsenin ağız kokusunu çekmek zorunda değilsin kızım. Bak burada istediğin kadar kalabilirsin, ben de yalnızım. Bebek için de üzülme. N’olacak, buralarda büyür gider ne güzel.
-Nuran: Saadet ne diyorsun sen Allah aşkına? Onun anası var, babası var, kocası var. Ortalarda yalnız başına kalacak değil herhalde!
-Seda: Lafta olarak var.
-Nuran: (Bıçağı patatesin birine saplar ve ağlamaya başlar) A, nankör! Seni ben doğurdum Saadet değil, anne olunca anlarsın anneliğin ne demek olduğunu. Hain evlat! (Ağlayarak gider)”

 

Saadet (Füsun Demirel), yaşadığı hayatın gerçekliğinin farkındaydı. Kendisinden yaşça küçük olması sebebiyle “cık cık”lanarak evlendiği adamın kendi çıkarlarını gözettiğinin, stratejik bir “eş” olarak onun hayatında bulunduğunun da. Fakat gerçekliği, bu stratejik konumun ona gözü kapalı tayin edilmesi değildi. O da kendi seçimini yaşardı ve bu seçimi tutkularından yana kullandığını anlardık. Anlaşılmayacak hiçbir şey yoktu aslına bakarsanız. Gözünü karartıp kendi duygularına sarılarak yaşamayı seçerdi, kendi aşkını yaşardı, bu aşkı kollar ve koşulları bilinçli bir şekilde buna uygun hale getirirdi (Feminist terapinin şiarlarını hatırlatırdı bize: Danışanın adına karar almayın, doğru olduğunu bildiğiniz ve inandığınız şeyi ona atamayın).

 

Saadet’in adına doğruyu ve yanlışı seçmek, onun tutkulu bir yaşamın peşinden gidişini yargılamak, anlamanın önünde engeldi. Aysel’in kayıplara karıştığı bir bölümde İnci’yle onu bulmak için çabaladıklarında Aysel’in iyilik halini gözettiğini, onun kayboluşunu anlayabildiğini ve onun adına doğruyu yanlışı belirleme gayesinde olmadığını anlamak güç değildi. Gömüldüğü tutku kuyusundan kafasını kaldırıp kim olduğunu/ olmak istediğini ve kendisini gözeterek bir şeyler yapması gerektiğini hatırladığında Saadet’e kendi yaşamı konusunda neden güvendiğinizi anlardınız. Çünkü Feru’nun söylediği gibiydi: “Şaşıfelek’in kadınları atmaca gibidir!”

 

Nuran’la Saadet’in seslerinin yükseldiği bir sahnede, kendi seçimlerinin -öyle ya da böyle- arkasında duruşu bir kez daha hafızamızda yer ederdi:

-Saadet: Evliliğin nasırlaşmasına izin verirsen böyle senin gibi… Tutku, arzu, aşk dolu bakışlar, tutarsızlık, iradesizlik, birisi için içinin titremesi gibi şeyleri unutursun işte! Anlamazsın, anlayamazsın olan biteni! İşte böyle, aynen böyle… Bir bakarsın ki sevdiğine kaçan kızları azarlayan biri oluvermişsin! Bitmişsin yani. Ah, aşksızlık, insanı ne kadar çabuk ihtiyarlatıyor! (Seda ve Nuran’ın sevdiğine kaçan yeğeni Nurşim, bu etkileyici konuşmayı alkışlamaya başlar, Saadet gider)
-Nuran: (Arkasından bağırır) Aptallık sana yakışıyor Saadet Hanım!”

 

Saadet, yaptığı seçimlerin aptalca görünmesine aldırır mıydı? En başlarda belki; fakat ne yaşamak istediğini bildikten sonra neyin akıllıca ve neyin aptalca göründüğüne aldırdığını sanmıyorum. Anlaşılmayı önemsediğinde karar kılıyorum. Nitekim İnci’nin “aptallık” temalı paparasını Ayselle birlikte yedikten sonra arkasından “Dilerim sen de bir gün aşık olursun!” diye beddua ettiğini işitiyoruz. Kendini kavrayışını, davranışlarının nedenselliğini kurduğunu görüyoruz.

 

Tabii bir de, Münevver’in (annesinin) elleriyle bir kafes inşa ettiği Nükte vardı. Aysel ve İnci’nin Nükte ile birlikte Münevver’e karşı verdikleri mücadeleyi de izlerdik. Nükte’yi korkmadan yaşamak için güçlendirme çalışmalarının, azar azar nasıl sonuçlar verdiğini de…

 

Şaşıfelek’in her biri kendi içinde güçlü bir biçimde tasarlanmış kadınları, gözle görünmeyen bir çemberde el eleydi. Çıkmazları açabilmek; birbirlerini kuytuda köşede, avluda meydanda tek başına bırakmamak ve “Asla yalnız yürümeyeceksin” diyebilmek için örülmüş örtük bir dayanışmayı izlerdik. Bir kız kardeşlik çıkmazı olarak Şaşıfelek, birbirine yurt olan kadınların hikayelerinde gezindirirdi bizi. Bu mahalledeki atmaca kız kardeşliğe, kendiliğe ve elaleme karşı gösterilen dirence hayranlıkla…

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YÇekirdek Sanat Evi’nde Bir Zeynep
Çekirdek Sanat Evi’nde Bir Zeynep

Ne öncesine ne de sonrasına dair bir ize rastlamadığımız bir sesin arayışında...

KÜLTÜR

YBonobonun Adı Yok
Bonobonun Adı Yok

Sevişen, gülen, oynaşan kuzenlerimiz bonobolar değil de neden hep şempanzeler önemseniyor? Bu kuzen kayırmanın ardında neler var?

Bir de bunlar var

Müjde Müslüman! Yeni bir adan oldu.
Üç kadın, bir köpek
Bari Aynı Ceketi Giydirmeselerdi

Pin It on Pinterest