Kuaför koltuğuna oturduğunda azarlanan, saçlarına kötü muamele ettiği için hapislerde çürümesi gereken kadınımdır genelde ben. Benim gibi hisseden kadınlar olduğunu anlamam ancak son dönemlerde, saçını partnerine kestiren ya da kendi kesen, nişan-düğün zamanlarında kuaföre gitmek durumunda kaldığında strese girdiğini söyleyenlere denk gelmemle başladı. Önceden ‘’benim kuaföre gitsene’’ ya da ‘’Necati harikadır‘’ diyenlerin arasında yapayalnız olduğumu hissediyordum. Zira ‘’benim kuaför’’ dediğim bir kuaförüm hiç olmadı. İnsanların böyle samimi, sadık bir ilişkiyi nasıl geliştirebildiklerini de hiç anlayamadım.
Bir kuaför saçıma dokunduğu an söylenmeye başlar. Saçlarınız biraz kurumuş, der önce. Evet farkındayım, derim ben de. Bakım yapmıyor musunuz, diye sorar. Saç kremi kullanıyorum aslında, derim. Yüzü ekşir. Diğer koltukların etrafında az önce neşe ile fır dönen adamın bir anda tüm motivasyonu bitmiştir. Onun gözünde ya saçına değer vermeyen özensiz bir kadınımdır ya da çulsuzun teki. İki ihtimal de bana harcayacağı enerjinin isteksiz bir mecburiyete dönmesine sebep olur. İki haftada bir uğrayacak, yeni keşfettiğim bu harika kuaförü arkadaşlarıma önerecek kişi olmadığım kuaför ahalisi tarafından anında tespit edilir. Bu andan itibaren kapıya soyadını astıran baş kuaförden stajyer gence kadar herkes bana çocuk kadın muamelesi yapmaya başlar.( Bunda küçük göstermemin de etkisi olabilir.) İlişkimiz siz’den ışık hızıyla sen’e geçer. Parmak uçlarında tuttuğu saçlarıma acıyarak şöyle bir bakar, ‘’Senin bu uçları komple almak lazım,’’ der.
İki koltuk yanımda saçına gölge attıran Aysel Hanım’a aynı anda manikür de yapılmaktadır. Aysel Hanım tek eliyle sütlü kahvesini yudumlamaktan geri durmaz. Bizimki yan gözle hart hurt saçlarımı tararken muhtemelen yaşıtım olan Aysel Hanım’a neredeyse kur yapmaktadır. Eski müşterisi olmadığı anlaşılan Aysel Hanım gülmekten kırılır. O an aynalardan etrafı süzer, içimi rahatlatacak, bana benzeyen bir kadın ararım. Saçı boyasız, parlamayan, mümkünse kırık ve tülermiş, aynada kaygılı gözlerle nereye düştüğünü sorgulayan bir kadınla, bakışarak da olsa dayanışmak isterim. Yoktur. Hepsi ipek saçlı, kuaföre bile aman rezil olmayayım diye evde saçını azıcık fönleyip gelmiştir. Makyajları tam, rujları yerinde, gözleri parıl parıldır. İçimi bir umutsuzluk, yetersizlik hissi kaplar. Önce saçıma bakım niyetine yalnız krem sürdüğüm için kendimi suçlarım. Aynada gördüğüm yüz çirkinleşir. Duvarlardan dolgun dudaklı, sarışın, mavi gözlü kadınlar düşmanca bakar. Kuaför her köşesiyle bir kadının nasıl görünmesi gerektiğini bilinçaltıma işler. Sağda solda boyalar, takma tırnaklar, kozmetik ürünleri o dünyaya ait olmadığımı suratıma haykırır. Bu zamana kadar inandığım bütün değerler yarım saat içinde sarsılmış, kendimi çirkin ördek yavrusu görmeye başlamışımdır. Hem birazdan asıl felaket yaşanacak, saçımı bir amatörün kestiğini de şıp diye anlayacaktır kuaför.
Lise döneminde, kuaförde kendimi kötü hissetmeye başladığım zamanlarda bu durumun anormalliğini sorgulamış, saçın kuaförlerin tekelinde olmadığına karar vermiştim. Kuaföre gitmenin beni suçlu ve yetersiz hissettirmek yerine iyi ve ferahlamış hissettirmesi gerekmiyor muydu? Kesim gerektiğinde annemin kapısını çaldım. Katlı yapamam yalnız, dedi. Katlı kesimden bir çırpıda vaz geçtim. ‘Güzel-bakımlı kadın’ dayatması elbette daha çocuk yaşta, etek altı çorapları, önlük süsleri ile başlamış, ilk gençlikte kuaförlerden gülümseyen kusursuz kadın fotoğrafları ile şaha kalkmıştı. Kuaförde bu durumun çok daha belirgin olmasının bir sebebi de o salonun da bir iktidar alanı olması. Üstelik kuaförlük edenin iktidar alanına özgür iradeyle giriliyor. Kendi normları, güzellik ölçütleri olan özerk bir ülke gibi. O koltuğa oturduğun an ister iktisatçı, ister siyaset bilimci, daha geçenlerde fizik doktoranı başarıyla vermiş ol, erk sahibi tam tepende, kıvrak parmaklarıyla yön verdiği makasını sana doğrultmuş eksiklerini sıralıyor. Nem dengesinin öneminden, yılın moda renginden bahsediyor. Yetkinliğinin sorgulanmasından ise -bütün erk sahipleri gibi- hiç ama hiç hoşlanmıyor.
Stresle başladığım mecburi kuaför serüvenim, kendimi sorguladığım, boncuk boncuk terlediğim anlar sonunda neyse ki kendi zaferimle sonlandı. Dış kapıdan serin havaya çıkar çıkmaz yeniden özgürdüm. İçeride fönlenen saçlarımı avucumla dağıttım. Vitrinden dudak büzen kadına sırt çevirdim. Nasıl biri olduğumu yeniden hatırladım. Yarısı dökülmüş ojelerimi tamamlamaya bile üşenen biriydim ben. Ne yaparsam yapayım, kaşlarımdan biri diğerinden daha ince kalırdı. Topukluyla yürürken yeni ayaklanmış çocuklara benzerdim. Çantamla ayakkabım uysa, ayakkabımla montum uymazdı. Bunda da ‘eksik’ hissettirmesi gereken bir şey yoktu. Kendimi Frances Ha* gibi hissettim. Eve koşarak döndüm.
Yine de bir gün canımı sıkan kuaföre herkesin ortasında , ‘’Güzellik dayatmalarınızdan sıkıldım, benim saçım benim kararım,’’ diye bağırmanın, sonra kapıyı çarpıp çıkmanın hayalini kuruyorum. Kapıyı çarpmadan bir hışımla çıksam da olur. Hayali bile zevkli. Ama yapamayacağımı biliyorum. Çünkü bu da ben değilim. Tanıdığım benin kendine ait bir kuaförü olmadığı gibi, kuaförlerle baş başa kalmaktan da ödü patlıyor.
*Frances Ha, 2012 yapımı bir Noah Baumbach filmi. Baş kahramanımız Frances çoğu zaman heyecandan eli ayağına dolaşan, 27 yaşında, hayalperest bir kadın.
Ana görsel: Marie Mainguy çizimi http://www.mariemainguy.com