Suriçi’nde gönlümce dolaşırken en son İsmail Sefa Sokağı’nda kalmıştım. Vakit öğlene yaklaşırken dermanım azalıyor, sıcaklık kaçınılmaz hâle geliyor ve neyse ki Ermeni Patrikhanesi’ne -daha doğrusu onun önüne- varıyorum. Rupert Wilbrandt İstanbul Çeşitlemeleri’nde burası için “çok ama çok ahenkli bir ahşap bina” diyor ve aynı şehirde iki Hıristiyan Patrikhanesi bulunmasının müstesnalığından bahsediyor. Patrikhane, 1641 yılına kadar başka bir yazının veya şiirin konusu olabilecek Samatya Marmara Caddesi’ndeki Sulumanastır Kilisesindeymiş ve 1641 yılında İsmail Sefa Sokağı’nın sonuna taşınmış. Gerçekten de bakımlı, büyükçe ahşap bir köşk duruyor karşımda, bahçesinde de neşeli birkaç ağaç var.
Ancak kapıları kapalı gözüktüğünden ben de hemen karşısındaki Surp Asdvadzadzin Kilisesi’ne giriyorum. Ardımda bıraktığım kaos sokaklarından sonra burası çok sakin. Kilisenin dikdörtgen uzunca avlusunun bir ucunda 4-5 kişilik bir masa var, sohbet ediyorlar, bir diğer taraftaki bankta da iki kişi oturmuş. Bir de ara sıra avludaki sebilden bardağına su doldurmak için kulübesinden çıkan (kilisenin?) polisi var. Kilisenin içi de -mimari terimlerle anlatacak teknik bilgim yok ancak- oldukça güzel. Murat Belge, İstanbul Gezi Rehberi’nde bu kilisenin Bizans dönemindeki Ortodokslara ait olduğunu yazıyor. Ben avlunun sakinliğinden faydalanıp sandviçimi yerken yanıma da uzun kollu ve etekli bej rengi tayyör takımıyla çok hoş giyinmiş olan yaşlı bir kadın oturuyor ve Ermenice bir -sanırım- dua kitabı okumaya başlıyor. Diğer bankta oturanlardan, karşımızda kalan Patrikhane’nin ancak telefonla randevu alınarak gezilebileceğini öğreniyorum ve bir başka bahara diyerek çıkıyorum.
İsmail Sefa yakınlarında aklımı başımdan alan iki kilise görüyorum, çevre esnafın beni yönlendirmesiyle kapılarını çalıyorum ancak giremiyorum. Birinin adı Langa Aya Todori Rum Ortodoks Kilisesi. Ve şöyle bir kulesi var:
Diğeri ise dev bir han, bir kilise kompleksi, tabiri caizse bir külliye görünümünde. Altında türlü türlü dükkanlar var. Adı Aya Kiryaki imiş. 16. yüzyılda yapılmış ancak 17. yüzyılda iki kez yandığı için tekrar tekrar yapılmış ve bizim gördüğümüz cepheler 20. yüzyıl mimarisi imiş. Heybetine bakın:
Kumkapı’ya doğru surlar ve evler arasında kalan, sahile paralel ince sokaktan ilerliyorum. Bu saatte bu uzun ince sokağın tek sahibi kaldırımda oturan veya ayakta duran erkekler.
Murat Belge, Kumkapı için 1993’te şöyle yazmış:
“Kumkapı yakınlara kadar ahalisinin çoğu Rum ya da Ermeni olan bir balıkçı semtiydi. Bu geçmişten bugüne, belirli bir mimarinin ayakta kalabilmiş -bazıları oldukça güzel- örnekleri, Rum ve Ermeni Kiliseleri, bir de İstanbul’un en gelişkin “orta sınıf” balık tavernaları kaldı. İstanbul tavernacılığının son “klasiklerinden” bazıları iz bırakmadan kayboldu (Yorgo), bazılarının çocukları aile mesleğini sürdürüyor (“Kör” Agop), bazıları da hala hayatta (“Çamur” Şevket). Ama şimdi Kumkapı baştan aşağı meyhane; Paris’teki Mouffarde gibi, kendilerine özgü kişiliği olan, çok sayıda insana lezzetli meze ve balıklarla hoş vakit geçirtebilen ve “ticari turizm”i, “otantizm”le oldukça iyi dengeleyebilen bir bölge.”
Eh, yirmi beş sene olmuş. Çamur Şevket hayatta mıdır bilmiyorum ama Kumkapı pek bir şeyi dengeleyebiliyor gibi görünmüyor. Kalemle çizilmiş hissi veren meyhaneler sınırına varmadan önce sokaklar pek salaş; biraz yıkılan dökülen evler, birkaç seyyar satıcı, oto yıkama türevi iş yerleri var.
Ancak birkaç adım sonra, TA-TA! Birbirinden farkı olmayan bir kötü desenli, renkli, masa ve sandalye ordusu. Öğlen olduğu için henüz oturan kimse yok ve sandalyeler gerçekten zombilere benziyor.
Merak ediyorum, son klasik tavernalar can çekişerek ne zaman kapandılar? Bunu düşünerek, aklımdaki hatırasıyla beni bu yürüyüşü yapmaya iten Kadırga Meydanı’na yollanıyorum ve orada artık oturup dinlenmenin hayalini kuruyorum. Meydana çok yaklaşmışken coşkulu bir sokak beni karşılıyor, iplere dizilmiş çamaşırlar (ne beter fotoğrafçı klişesi değil mi?), çocuklar, sokağın ilerisinde yükselen merdivenler, elden ele yük taşıyan seri adamlar -ve arada fotoğraf çekmeye çalışan ben-.
Kadırga’da, su ve fıskiye dolu parkın yanına kendini iliştirmiş duvarı yerine brandası olduğu için oldukça salaş görünen ancak menüsüne “Chicken Wrap” yazarak insanı bir tokatlanma tedirginliğine sokan çaycıya yapacak bir şey yok hissiyatıyla oturuyorum. Ve orada hayatımın en ucuz sıkma limon-sade soda-tuz karışımını içiyorum; üç te le. Parkı, ağaçları, insanları seyredip tekrar ayaklanıyorum. Bu arada Kadırga’da hiç de fena sayılmayacak bir fotoğraf müzesi var. Vergi dairesi ile aynı binayı paylaşıyor. Yolunuz düşerse ülkemiz fotoğrafçılığının Ara Güler dışındaki işlerini de görebilirsiniz. Kadırga meydanının çıkışında, oldukça yakında bulunan kitaplarda çinileri methedilen Sokullu Camii’ye yöneliyorum. Küçük kubbeli bir girişi aşarak; dev, sessiz, güneşli, ağaçsız bir taş avludan geçerek içeri giriyorum. Camiinin içi taş duvarlara yerleştirilmiş mavi İznik çinileriyle dolu.
Camiinin avlusunda pek kimse birbirine karışmıyor. Epey yaşlı bir adam bir köşede, ben başka bir köşede oturuyoruz. Sonra turist bir kadın geliyor. Bu kadar ferah bu camiinin avlusundan çıkarken propaganda dolu bir afiş görüyorum. “Camiide çocuk sesi, vatanımın neşesi” imiş. Niyet propaganda olunca her şey ne çabuk yan yana koyup birbirine bağlanabiliyor diye düşüyorum, çocukların camiide olması –> bir neşe yaratımı –> bu neşe yaratımından sebeplenen vatanım ve camii arasında bir sevgi çemberi. Ben de aynı afiş gibi aklımda her şeyi birbirine bağlayarak çıkarken tam karşımda güzelce tarihi bir yapı görüyorum. Girişin yanındaki küçük levhada buranın İstanbul Tasarım Merkezi olduğunu okuyorum, ve tahmin edin kime bağlı? Ensar Vakfı’na. Pencereden içeride kalabalık toplantıların yapıldığını görüyorum ve tasarım merkezinden her şeyin en kötüsünü bekleyerek hızlıca oradan uzuyorum.
Yorgunluğum artarak, o günün en sevimsiz insanlarıyla karşılaşacağımdan bihaber küçük Ayasofya’ya yollanıyorum. Buraya birkaç kez daha gelmiştim ve her gelişimde içeri girmeden küçük avlusunda huzurlu birkaç dakika geçirmiştim. Ama bugün avluda hareket var, turistler gelmiş. Camiiye giriyorum, içerideki iki görevli üzerime diğer camiilerden farklı olarak kumaşlar atıyorlar. Bunlar Küçük Ayasofya için özel mi diktirilmiş bilmiyorum, epey elverişsiz kıyafetler. Uzun, upuzun bir bedene geçirmelik kısım ve ondan çıkan başa örtmelik başka bir kumaş uzantı, ancak kafanızı kollarınızı bunun uygun deliklerine geçirmeniz hakikaten zor. İçerisinde gerçekten debeleniyorum. Uzun pantolon, yarım kollu tişört giydiğim ve içeri girerken başımı örtmek için bir eşarp da getirdiğim için gün içerisinde başka bir camiide de ek bir şeyler örtmem istenmemişti. “Başımı örtmüştüm, yetmez miydi” diyorum, kumaşları içlerine doğru giremediğimden görevlilere geri veriyorum, onlar da içini dışını düzeltiyor, bu sefer olduğu kadar giyiyorum, giymek denirse. Bu arada “Türkçen ne düzgün” diyorlar bana. İç sesim bambaşka şeyler söylerken dışımdan “Buralıyım çünkü.” diyorum. Kaçınılmaz bir “nerelisin” muhabbetinden sonra sınırsız görevli bana çok şen bir anekdot anlatıyor. Daha o sabah biri gelmiş de, çıkarken onlara “Teşekkür ederim” demiş de, onlar da adama demiş ki “Sen yalancısın! Hiç Türk olduğunu anlamadık. Niye baştan bize Türk olduğunu söylemedin?! Biz de seni turistlere rehber ederdik. Ha – Ha – Ha.” Ben camiiden çıkarken görevliler içeri giren bir kadın grubuna “Siz nerelisiniz? Haaa, Kosova. Doğru oraların kızları uzun olur derler. HAHA” diyordu. Bu güzergahtaki en turistik noktada en vasat görevlilerin olması elbette tesadüf değil diye düşünüp devam ettim. Kimsenin olmadığı bir anda gelirseniz, güzel tabii ki Küçük Ayasofya ve onun çıkmaz sokak sürprizli arka çıkışı.
Küçük Ayasofya’dan çıktıktan sonra günün en merak ettiğim noktasına artık çok yakınım: Bukaleon Sarayı. Eskiden görkemli, bayağı bayağı bir saray olan Bukaleon’dan günümüzde geriye sahne dekoru gibi bir ön cephe kalmış. Ancak bu hâliyle de çok güzel. Küçük Ayasofya’dan sahil yoluna inip, Çatladıkapı’yı geçince Bukaleon önüme çıkacak. Sahilin bu kısmı Yedikule, Bakırköy, Yeşilköy veya Anadolu Yakası’nda Bostancı, Maltepe sahili gibi değil, pek yürüyen yok, insan yok, ıssız, çok tekin olduğu da söylenemez. Kalabalık bir öğrenci grubu kendilerini bekleyen araca binmek üzere yanımdan geçiyorlar. Sıcağın en harlı olduğu vakitte azimle yürüyorum ve muhtemelen çok kez bilmez gözlerle dikkat etmeden yanından otobüsle geçip gittiğim bu “delikli saray”a yakından bakıyorum.
Gerçekten kendine has bir havası var, eski görkemli günlerine dair insanın aklında hemen bir şeyler canlanıyor.
Sarayın hemen altında neşeli ve yaşlı bir şarapçı grup öğle sıcağında faaliyete devam ediyor. Hafif çekinerek de olsa onları da kadraja katıyorum (fotoğraf etiği konusunda aklımda sorular).
Bukaleon’un yanısıra uzayan surların hemen üzerinde bir ev var, gezinin ilk bölümünde gördüğüm sur üstü evlerinden. Böyle bir evde yaşamak ne kadar ilginç olurdu diye düşünüyorum, pencereden aşağı bakınca 16 yüzyıllık saray kalıntısı iki kol mesafesi uzağında.
Şimdi tarihi eserlerini 500 metre yarıçapından başlayarak çevirerek park/müze haline getirip muhafaza eden Avrupa zihniyetinde olsak muhtemelen Bukaleon -ve diğer nice nice eser, yapı- çok daha iyi durumda olurdu ancak bir yandan da küçücük bir evle, asırlar öncesinin surunun kaynaşmasının modern dünyanın sterilliğine, kültür politikalarının kategorizasyonuna direnen gündelik yaşama dair, büyülü bir tarafı da var. Elbette öyle bir durumda Bukaleon’un yanına bilet kesilerek, turnike çevrilerek girileceği için altında evsiz amcalar şarap filan da içemezdi.
Tarihi yapılara var olma hakkını bir kez tanıdıktan sonra (yıkım fetişisti Türkiye’de o aşamaya gelmek bile çok önemli biliyorsunuz), o yapının değerini, nasıl kullanılacağını, kimlerin erişimine açılacağını nelerin belirlediğini, bunların hakkaniyetli olup olmadığını, bunları belirleyenlerin de bir ayrıcalıklı grup oluşturup oluşturmadığını düşünüyorum. Tam bir cevap bulamıyorum bunlara ama Bukaleon’un birilerinin gündelik hayatının bir parçası olması hoşuma gidiyor ve yürümeye devam ediyorum. Sirkeci’ye çıkmadan önce soluklanabileceğim Cankurtaran parkı var. Tam olarak hangi noktada belediye el atmış bilmiyorum, Beltur parkın deniz manzaralı kısmını yarı kapatarak restoran olarak işletiyor, parkın iç kısmında da yine bir Beltur büfesi ve art arda sıralanmış çardak-masalar var. Aynı zamanda ücretsiz tuvalet – mescit de var parkın içerisinde. Bir taraftan insanların çok çeşitli şekillerde kullanımına açılmış oluyor bu kamusal mekan diye düşünüyorum. Ancak kamusal kullanımın bile kendi içinde hiyerarşisi oluyor işte, parkın denize bakan kısmında ayaklarını sallayarak yere oturamıyorsun, masa ve sandalyede oturman ve o kısım restoran olduğu için restoransal bir şeyler tüketmen gerekiyor. Ben gezerken restorana girmediğim için fark etmemiştim ancak sonra internetten mekanın resimlerine bakınca restoranın sahile bakan cephesinin surlardan oluştuğunu gördüm. Surlarımız müşterilerimize tahsis edilmiştir.
Daha mütevazi takılacaksan ve kendine sur alacak bütçen yoksa manzarasız park kısımlarına oturabilirsin. Ancak bir yandan da parkı o kadar doldurmuşlar ki, parka birkaç parça masa-sandalye koymuşlar gibi değil de sosyal tesisi de parka benzetmişler gibi geliyor. Gönül isterdi ki Beltur ve Belediye şu küçücük parka el atmasın da, zamanında Kadıköy Boğa’da yapıldığı gibi bağımsız tasarımcılar, mimarlar, mahalle sakinleri veya kimin canı çekiyorsa onlar oturulacak, vakit geçirilecek park mobilyaları tasarlasalar geri dönüştürülmüş malzemelerden, daha ferah ve insanların kullanım konusunda daha kolektif katkıda bulunabildikleri, çeşitli grupların istedikleri etkinlikleri Belediye’yle muhatap olmadan yapabildikleri bir yeşil alan haline gelseydi. Neyse, bu yüzyıla kısmet değilmiş herhalde.
Cankurtaran “Sosyal Tesisleri”nden karışık duygularla ayrılıyorum, beni kestirme bir şekilde sahilden Gülhane’ye ve oradan Sirkeci’ye çıkartacak olan İshak Paşa ve Soğuk Çeşme yokuşlu sokaklarından geçiyorum. Turistik zonun ta kendisi olduğu için buradaki ahşap köşkler mükemmelen restore edilmiş ve çok hoş görünüyorlar. İstanbul sokaklarında salaş olmayan, lüks köşk görmeyi biraz yadırgıyorum ilk bakışta hatta. Neden terk edilmişlik, çürümek illa da köşklerin kaderi olsun ki bir yandan? Deprem açısından da avantajlı olabilecek bu İstanbul’un doğal yapı dokusu korunsa -tekrar Avrupa zihniyetini bu sefer hüzünle anıyorum- nice semtler alçak mimarili, doğal malzemeli, insana oturduğu yerle daha çok etkileşebildiği hisini veren köşklerle dolu olur ve İstanbul ne kadar ama ne kadar farklı görünürdü diye düşünmekten kaçamıyorum. Sonra Gülhane’den aşağı inerken bir şekilde çakma gibi gözükmeyi başarabilen sözde otantik pahalı kebapçılar, beton binalar, insan seli, Marmaray istasyonu yapacağız derken Sirkeci Garı’nın tümden değişen çehresi. Daha ziyade acısıyla, az miktarda da tatlısıyla gündelik İstanbul güzergahıma geri dönüyorum.
Kaynaklar:
Murat Belge: İstanbul Gezi Rehberi, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, 1994.
Rupert Wilbrandt: İstanbul Çeşitlemeleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Görsel: Kumkapı sahili, 1960, Ara Güler.