Tarihte herhangi bir alanın öncülerinin hayatını ve işlerini yazmanın ayrı bir sorumluluğu oluyor. Araştırmacı ve araştırılan arasında gerekliliği şaibeli bir duygusal mesafe ve objektiflik beklentisinin verdiği sorumlulukla hesaplaşmak başta geliyor. Aynı zamanda tarihi yazılan bir kadınsa ya da ezilen bir zümredense cesaretinin, liderliğinin, ileri görüşlülüğünün, sınırlarını zorlayışının, gücünün hakkının verilmesi gerekiyor. Artık sesini çıkartamayacak birisi sesini bugün nasıl duyurmak isterdi sorusunun gizemi ise ayrı bir incelik talep ediyor yazardan. Bir de tabii özellikle kadın öncülerin tarihi sözkonusu olduğunda, kadın kimliğiyle kaydedilmesinin, ismini duyurmasının, kamusallaşmasının önündeki engellerle tarihin kara delikleri de büyüyor.
Sinema tarihinde kadın öncülerin işleri giderek daha büyük bir özenle kamuya yeniden sunulmaya başlandı. “David W. Griffith için sinemanın babası denirdi ama Alice Guy-Blaché var ondan önce” denen yazılar popüler basında yerini buluyor, Germaine Dulac’ın hayatına ve filmlerine adanmış kitaplar basılıyor. Türkiye’de de Cahide Sonku, Bedia Muvahhit, Neyyire Neyir gibi kadın oyuncu ve yönetmenlerle ilgili çalışmalar yapılıyor artık. İstanbul Sessiz Sinema Günleri örneğin iki sene önceki festival temasını Modern Kadının Doğuşu temasıyla açtı, hemen her sene öncü kadın yönetmenlerden, divalarıyla meşhur kadın filmlerine kadar da o bilinci muhafaza etti. Bu kendince objektif ya da kuru girizgah elbette Sabahat Filmer gibi renkli, her parmağı ayrı yetenekli, tutkulu ve cesur bir öncünün hakkını vermeyecek. Yine de kendisinin yeniliklere açık ve yol açan ruhunu bir nebze daha ortaya çıkarmak adına bu denemeyi sizlerin de hoş göreceğini umuyorum.
Kadınlar ve Sessiz Sinema konferans serisinin sonuncusunun yapıldığı Shanghai’da Sabahat Filmer üzerine ilk sunumumu geçen yaz yaptım. Bu sunum esnasında çok hoş bir detayı feminist sinema tarihçisi Shelley Stamp sormuştu. Bütün konuşma boyunca hep Sabahat diye kendisini anıyor olmamın özel bir sebebi var mıydı… Aslında vardı, çünkü soyadıyla onu anmak direkt eşini çağrıştırıyordu benim için. Filmer deyince akıllara Sabahat değil, Cemil Filmer gelecek gibi kendimin de pek farkında olmadığım bir düşünceyle hareket etmiştim. Bu tercihten bahsediyor olmanın 5Harfliler yazısı için önemi ise burada ters davranıp Filmer ismini serbestçe ve sadece Sabahat için kullanabileceğim güveni.
Sabahat Filmer’in doğum ve ölüm tarihine dair elimizde kesin bir veri yok. Sinemayla bağlarının kuruluşu ise İstanbul’un işgaline ve şehirde kadın hareketinin yaklaşık on senedir varlık gösteriyor oluşuna denk geliyor. Filmer’in hemşirelikten öğretmenliğe, milli mücadele hareketinin içinde aktivistlikten, 1919’da Kadın Kalbi ve Zehirli Kudret adıyla yayınladığı öykü ve sinemacılığa kadar çoğalan becerileri belki de bu dönemin içinde bulunduğu her yöne kayabilecek geniş potansiyel alanından beslendi. Sinemayla olan ilişkisi ise İstanbul Üniversitesi’nde okurken Ordu Film Merkezi’nde staj yapmasıyla başladı.
O zamanki adıyla Hilâl-i Ahmer olan Kızılay’da hemşirelik yapan Filmer, Asrî Kadınlar Cemiyeti’nin de aktif üyelerinden oldu. Aynı dönemde Halide Edip’e asistanlık yapmış olan Sabahat, sinemada dublajdan senaryoya, prodüksiyondan dağıtımcılığa ve sinema salonu yöneticiliğine kadar farklı kollarda ilerlediyse de sinema tarihçiliğinde ismi eşinin gölgesinde kaldı. İstanbul’da Birinci Dünya Savaşı sırasında başlayan film yapımcılığı, Enver Paşa’nın liderliğinde Osmanlı Ordusu vasıtasıyla oluyor. Askeri fabrikaları, manevraları, yeni silahları ve cephelerin durumlarını göstermek üzere propaganda unsuru olarak başlayan sinemacılık savaşın kaybıyla birlikte yön değiştiriyor. İstanbul’un işgaliyle birlikte sinema salonlarının denetimi işgal güçlerinin eline geçiyor. Sabahat’in stajının da başladığı bu dönem Atatürk’le olan ilişkisinin de ete kemiğe büründüğü dönem. Ordu Film Merkezi’ne diğer askerlerle birlikte film seyretmeye gelen Atatürk’ün Sabahat’in ve diğer kadın arkadaşlarının mücadeledeki ve sinemacılıktaki rolünü takdir ettiğini söylüyor anılarında öncümüz.
Kurtuluş Savaşı başlamadan biraz önce İstanbul’da ittifak devletlerinin filmlerinin gösterimi yasaklanır. 1919 Mayıs’ında ise Sabahat Filmer ve Asrî Kadınlar Cemiyeti’nin diğer üyeleri ihtilaf devletlerine karşı mitingler düzenlemeye başlarlar. Şehrin kadınları tarafından kadınlar için düzenlenen bu mitingler Halide Edip’in önderliğinde yapılır, Sabahat de arka arkaya düzenlenen bu üç mitingden birinde konuşma yapar. Tahminen 200 bin kadının katıldığı ve işgal güçleri tarafından sıkıca denetlenen bu mitingleri Sabahat’in eşi de kameraya alır. Filmer çifti kaydedilen görüntüleri yeni devletin kuruluşunu takip eden yıllarda tekrar tekrar kullanır. Bu sinematik geridönüşümlerden bir tanesi de Sabahat’in de prodüksiyonunda çalıştığı 1951 tarihli Allahaısmarladık filmiyle olur.
(1.15’ten itibaren)
İşgal ordusunun baskı ve tehditleri sürmekte iken Sabahat, Binnaz ve Mürebbiye filmlerinin yazım ekibinde çalışmaya başlar. Kendisinin film senaryolarındaki etkisinin ne kadar olduğunu bilemesek de iki film de vamp kadın karakterin başrolüyle sinema tarihine geçerler. Binnaz (Ahmet Fehim, 1919) filminin Mimar Sinan Üniversitesi’nin arşivinde bir kopyası halen mevcut. Müslüman-Türk bir kadın karakter ve onun adeta bir femme-fatal olarak sebep olduğu trajik bir aşk üçgenini anlatan film, röntgenci bir bakışı vurgulayan öznel kamera kullanımı ve kendine dönüşü (self-reflectivity) ile de ilginçtir. Bir çekimde örneğin seyirci kıyafetlerin arasına saklanmış bir kişinin direkt kameraya bakan gözleriyle karşılaşır. Bir sonraki planda ise bu gözlerin Binnaz’ın bir partide öpmüş olduğu adama ait olduğu anlaşılır. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanından uyarlanan Mürebbiye filminde (Ahmet Fehim, 1919) ise Sabahat’in yönetmen yardımcısı olarak çalıştığı söyleniyor. Fransız bir mürebbiyenin evlerinde çalıştığı Türk ailesinin bütün erkekleriyle yaşadığı ilişkileri ve aileyi dejenere edişini anlatan film çekim kalitesinin kötülüğü ile eleştirilir. Yine gazete raporlarına göre Fransız kadınını kötü temsil ediyor oluşu nedeniyle işgal ordusu gösterimleri yasaklıyor.
Sabahat Filmer’in bu filmlere dair haberlerde isminin direkt olarak geçmemesi tesadüf olmasa gerek. Galip Arcan’ın Temaşa gazetesindeki bir yazısında Mürebbiye’nin basına açık bir gösteriminde müessesenin katibesi olarak “Cemil Bey tarafından takdim olunan bir hanım” diye bahsettiği kadının o olduğunu ise tahmin edebiliyoruz (Lütfi Akad’ın anılarında sinema camiasında Sabahat’ın “hanımefendi” olarak anıldığını hatırlamak da bir ipucu belki). İdarenin amaç ve çalışmalarını anlatan bir konuşma yapan kadını “narin ve mühtez bir ses, nezih bir eda”, “iyi tahsil görmüş”, “ciddi kadın” gibi tabirlerle anan Galip Arcan kadınların sanata katılımlarının önemi ile yazıya devam eder. Sabahat, Cemil ile evlenmeye karar verdiğinde Kurtuluş Savaşı artık başlamıştır. Atatürk’ün İzmit cephesinde Halide Edip başta olmak üzere gazeteci ve yazarlarla buluşmasını kayda almak üzere Cemil Filmer de cepheye gider. Ordu Film Merkezi’nin kopyasının nerede olduğundan henüz emin olamasak da Pathe kameramanlarının çektiği görüntüler EYE Film Enstitüsü’nden Elif Kaynakçı tarafından Osmanlıdan Görüntüler Projesi ile açığa çıkartılmış durumda.
Bu filmlerin Ordu Film Merkezi tarafından İstanbul’da yapılan gösterimine ise Atatürk ve diğer komutanlar birlikte katılır. Bu deneyimi adeta kutsal bir seremoni olarak betimleyen Sabahat için merkezin filmleri seyirciye cesaret ve umut aşılamaktaydı. Öyle ki kendisinin de ileride İzmir’deki sinemalarında muharebe görüntülerini Atatürk’e bizzat gösterecek oluşunu kocası cepheye gittiğinde kendisini geride kalmış hissetmemesinin bir sebebi olarak açıklar. Bu şehirde bir de açık hava sineması açan çiftin yeni ve ilgi çekici filmleri bulabilmeleri gerekir. Buradaki tehlikeli görevi Sabahat üstlenir. O dönem nitrat gibi fazla yanıcı bir madde içeren film pelikülünün gemiye alınması riskli olduğundan özel bir şekilde korunan bir valizle filmleri kendisi getirmeye karar verir. Güvenliği konusunda annesinin endişelerine aldırmadan filmleri kendi başına taşımaya devam eder. Bu sırada Ordu Film Merkezi’nde yeni ve son moda filmleri göstermek üzere programlar yapmayı da ihmal etmez.
Tabii ona göre İzmir’deki en büyük başarısı film gösterimlerinde kadınlarla erkekler arasındaki perdenin kaldırıldığı ilk gösterimi düzenleyişidir. Kadın erkek karışık gösterimlerin tepki alışı ya da denetlenişine dair haberlere daha önce rastlanmış olsa da aradaki perdenin özellikle Müslüman mahallelerdeki gösterimlerde hep olduğunu tahmin edebiliyoruz. Cumhuriyetin ilanınından sonra öğretmenliği ve diğer işleri bir kenara bırakan Sabahat kendisini neredeyse tamamen sinemacılığa adar.
Cumhuriyetin kuruluşunu takip eden sene ise İstanbul’a geri taşınırlar. Filmer, yabancı dil becerileri sayesinde uluslararası film endüstrisiyle de ilişkiler kurabilecektir. Bu amaçla Paris’te, Viyana’da, Londra’da ve Mısır’daki film şirketleriyle ilişkiler kurmaya başlar. Bu firmalar çoğunlukla Avrupa’daki Amerikan firmalarının yabancı satış temsilcileri ya da Mısır örneğindeki gibi Mısır sinemasının büyük yıldızlarına aitti. Türkiye’de sinemanın Amerikanlaşması ve aynı zamanda Mısır sinemasının da popülerleşmesinin göstergeleri Sabahat’in bu çabalarında izlenebilir.