Kadınların çoğu 'takılma kültürü'nden hoşlanmıyor. O halde neden bu oyuna dahil olmaya zorluyoruz kendimizi?

KÜLTÜR

Oyunun Bir Parçası Olmak: Takılma Kültürü Kadınlara Ne Kazandırıyor?

Takılma (hook-up) kültürü ve bunun kadınlar için ne derece güçlendirici olduğuna dair, bu konuda Middlebury College’da alan çalışması yaparak bir tez yazmış olan Leah Fessler’in Quartz’da yayınlanan, Playing the Game başlıklı yazısının çevirisi:

 

***

 

Middlebury Üniversitesi’nde ikili bir hayatım vardı.

 

Dışarıdan bakıldığında, başarılıydım. Çeşitli çevrelerden entelektüel arkadaşlarım vardı. Popüler bir öğrenci sitesinin yöneticisiydim, sanat ve spor aktiviteleriyle meşguldüm. Öğrenmeyi seviyordum ve üçüncü senemde Phi Beta Kappa‘ya (ABD’deki en eski ve saygın öğrenci kulüplerinden biri) katılmayı başardım.  Öte yandan, beyaz, heteroseksüel, cis bir kadınım. “Aman, ayrıcalıklı kıçınla neden şikayet ediyorsun” derseniz, haklısınız.

 

Ancak, içten içe, beni felce uğratan bir kaygı ve depresyon sorunuyla boğuşuyordum. Kendimi çok sert bir biçimde yargılıyor, neredeyse kendimden tiksiniyordum. Kendimi aşırı egzersize kaptırmış ve anoreksiyanın kapısına dayanmıştım. Böyle hissetmemin sebebi erkeklerdi – ya da bana öyle geliyordu.

 

Kamuya sunduğum benliğimle özel alanda yaşadığım arasında muazzam bir uçurum olsa da sabit kalan tek şey siyasi görüşümdü. Kendimi beni hiçbir şekilde tatmin etmeyen, duygusal olarak yıkıcı cinsel deneyimlere maruz bıraksam da, kendi kendime hep bir feminist olduğumu söylüyordum. Ve buna inanıyordum da.

 

***

Lisedeki erkek arkadaşımla bir gençlik aşkı yaşamıştım, filmlerde gördüklerinizden. Bekaretimi kaybetmek, saygılı ve sabırlı bir deneyimdi. Üniversiteye başlarken yaralı veya deneyimsiz değildim. Matt 2.0’ı bulacağımdan emindim. Şairane bir kişiliği olacaktı, kadın cinsel anatomisinden anlayan, ilgili biri olacaktı ve saçı sakalı da tam ayarında salaş olacaktı.

 

Ancak okula başlar başlamaz bu hayali yurt odamdaki plastik çekmecelere gömmek zorunda kaldım. Dans pistlerinden, yatak odalarına, ben de dahil olmak üzere herkes takılıyordu.

 

Popüler medya genellikle takılma kültürünü, bir dizi duygusuz tek gecelik ilişki olarak gösterir. Middlebury’de de böyle rasgele ilişkiler elbette olur. Ama daha da sık yaşanan şey ilişkimsilerdir; anlamsız seks ve sevgi dolu bir ilişkinin mutant çocuklarıdır bunlar. İki öğrenci, haftalarca, aylarca hatta yıllarca, düzenli bir biçimde birbiriyle takılır, ki genelde sadece de birbirleriyle takılırlar. Ancak, ağza alınmayan bir toplumsal kod adına, hiçbirinin duygusal olarak olaya dahil olmaya, birbirine bağlanmaya veya zayıflık göstermeye hakkı yoktur. Bu tarz ilişkileri tek eşli ilişki olarak tanımlamaya çalışmak “yapışkanlık,” hatta “manyakça” olacaktır.

 

Kısa süre içerisinde Middlebury’de gerçek ilişkilerin mümkün olmadığına inanmaya başladım. Ben de böyle bir şeyi zaten istemediğime kendimi ikna ettim. Beni, bağlanmanın olmadığı takılmaya dayalı yaşam tarzını yutmaya iten şey, sadece toplumsal baskı değil, aynı zamanda kendimi bir feminist olarak tanımlamamdı.

 

Cinsel özgürlüğün kadının failliği için temel olduğu fikri, ilerici basında başat konumda. Gerçek feministler, duygusuz, bağlanmanın olmadığı cinsel deneyimleri istemekle kalmaz, bu tür ilişkilenmelerden güç alırlar diye düşünüyordum. Hanna Rosin, The Atlantic’e yazdığı “Erkekler yan cepte” başlıklı makalesinde bu yaklaşımı şöyle özetliyor:

 

“Kabaca ifade edecek olursak, feminist ilerleme, şu anda büyük ölçüde takılma kültürünün varlığına bağlı. Bilhassa okulda, şaşırtıcı derece yüksek oranlarda -erkekler değil- kadınlar bu kültürü besliyor; asıl amaçlarını hiç akıllarından çıkarmayarak, kendi başarılarına alan açmak için kurnazca bu kültürü manipüle ediyorlar. Bu günlerde, üniversiteli kızlar için haddinden fazla ciddi bir talip, 19. yüzyılda kazara hamile kalmak gibi bir şey: umut vaat eden bir geleceğin önüne geçmemesi için ne pahasına olursa olsun kaçınılması gereken bir tehlike.”

 

New York Times muhabiri Kate Taylor, 2013 yılında yazdığı “Kampüste Seks: Kadınlar da Bu Oyunu Pekala Oynayabilir” isimli makalesinde benzer bir iddiada bulunuyor. Makale University of Pennsylvania’da, bağlanma olmayan cinselliğe “kâr-zarar” hesabı üzerinden yaklaşan ve bunu “düşük riskli ve düşük yatırımlı maliyet” olarak gören bir kadının hikayesiyle başlıyor.

 

Pek çok akademik makale, takılma kültürünün zararlı etkilerinin çığırtkanlığını yapsa da, ben böylesi etkilere pek de rastlamamıştım. Bu bir yana, takılma kültürünün alternatifi bana cinsel perhiz gibi geliyordu – bir o kadar tatmin vermeyen bir seçenek. Eski kafalı tek eşlilik arzumu bir tarafa bırakmaya karar verdim. Taylor’ın makalesinde öne sürüldüğü üzere, “ben de bu oyunu oynayacaktım.”

 

***

Yıllarca, ne zaman birinden hoşlansam takındığım “kendine güvenen Leah” karakterimle alay ettim durdum. Hoş bir çocuğa ilk mesajı ben gönderirdim, ki bu bizim okulda sık rastlanan bir tabu, konuşmayı başlatan kişi olmak iyi gelirdi bana. Erkekler de bu ilgiye olumlu yanıt verince, kendime güvensizliklerim en azından geçici olarak çözünürdü.

 

Üçüncü senemin kışında, parlak mavi gözlü, sessiz, akıllı bir felsefe öğrencisi olan Ben’i bir peynir-şarap partisine davet ettim. Birkaç ay görüştük. Hafta sonları, akşam 10 gibi, genelde biraz da sarhoş mesaj atardım ona. Onun ya da benim yurt odamda buluşur, felsefe ve Fleet Foxes şarkı sözleri üzerine tartışır, ailelerimiz, hayallerimiz üzerine konuşur, sonra da o gelene kadar sevişirdik. Hafta içi Netflix izlemeleri ve şehirde yürüyüşleri de eklersek, bu rutini üniversitenin son yılına kadar en az beş erkekle tekrarladım.

 

Bu erkeklerle sevişmeye başladıktan sonra, güç dengesi hep diğer tarafın lehine döndü. Birkaç takılmanın ardından, her şeyden önce, durumun belirsizliğine kafayı takmaya başlardım. Arkadaşlarımla durmaksızın durumu analiz ederdik: Benden hoşlanıyor mu? Sen ondan hoşlanıyor musun? Bütün gün hiçbir şey yazmadı. Şu mesaja bak. Kafam karıştı. Bir şey istemiyorum dedi ama şimdi de görüşelim diyor.

 

Ben uykuya daldığında, ben de uyuyormuş gibi yapardım. Gece boyunca, nevresimi çeker, parmak uçlarına değer, kolunu belimde hissetmek isterdim. Konuşmalarımızdan parçaları inceler dururdum kafamda. Bazen, yatağının yanında bir küpe bırakırdım ayrılmadan önce, o uyanmadan. Geri dönmek için bir nedenim olsun diye.

 

Zamanla, ister istemez, bağlılık baş gösterirdi. Bağlılıkla birlikte de utanç, kaygı ve boşluk hissi. Kız arkadaşlarım ve ben iyi öğrenciler, bilim insanları, sanatçılar ve liderlerdik. Hakkını savunamayacağımız hiçbir şey yoktu, kendi bedenlerimiz dışında… Hocalarımızdan iltifatlar alırdık ama yattığımız adamlar, ertesi sabah bizle kahvaltı bile yapmazdı. Daha da kötüsü, durumu da gerçekten bu şekilde değerlendiriyorduk: “O kahvaltı edelim demedi, ben de eve yürüdüm.”

 

İstenmenin ne olduğunu bilmek için yanıp tutuşuyorduk; bir yakınlık şansı yakalamak için ölüp bitiyorduk. Gündüz ele el tutuşmak, kamusal alanda arzulandığımızın onaylanması, ki normal koşullar altında bir iki bir şey içtikten sonra olurdu bu ancak. Bağlanmayı denemek, sonra da zamansız şekilde kesilip atılmak yerine bunun işe yaramadığına karar verebilmek istiyorduk.

 

Erkekler gibi olabilsem keşke derdim, öyle ya hiç umurlarında değil gibiydi bütün bunlar. Ben’le aramızdaki mesele bittikten aylar sonra, Ben “Takılırken seni insan gibi görmüyordum” dedi. İroniktir, takılmayı bırakınca arkadaş olduk ve o zaman bana karşı bir şeyler hissetmeye başladı.

 

Cinsel özgürleşme buysa, bunun nasıl olup da kadınların işine yaradığını anlamakta zorlanıyordum. Diğer yandan, ne benim, ne arkadaşlarımın hayatın boyunca tek bir kişiyle flört ettiğin zamanlara geri dönmek isteyen gizli muhafazakarlar olmadığımız da ortadaydı.

 

Bitirme tezimi, Middlebury’de kadınların oyunu gerçekten oynayıp oynamadıklarını ve birilerinin bundan keyif alıp almadığını incelemeye adadım.

 

***

75 kadın ve erkek öğrenciyle röportaj yapıp 300’ün üzerinde online araştırmayı inceledikten sonra, bu konuda kadınlar arasında dayanışma inkar edilemez boyutlardaydı: Görüştüğüm kadınların tamamı ve anket sorularına cevap verenlerin dörtte üçü, ciddi bir ilişkiyi tercih ediyordu. (Araştırmam, heteroseksüel kadınların deneyimlerine odaklanıyor ama elbette Middlebury’de heteroseksüel olmayan birçok ilişki yaşanıyor.) Sorulara yanıt veren ve o sırada bir ilişkimsi içinde olan 25 kadının sadece yüzde sekizi durumdan ‘”memnun” olduklarını söylüyordu.

 

Röportaj yaptığım kadınlar, cinsel partnerleriyle bir bağ, yakınlık ve güven tesis etmeye hevesliydi. Ancak neredeyse tamamı, bunaltıcı derecede kendinden şüphe, duygusal istikrarsızlık ve yalnızlık hissi doğuran takılma durumlarında buluyorlardı kendilerini.

 

Kelsey, bir ilişkiden çıktıktan sonra “geleneksel” takılma kültürünü denediğini belirtiyor, yani özgürleştirici bir deney olarak pek çok erkekle yatmak. “Görünüşte, insanlarla takılmak ister gibiydim,” diyordu, “ama asıl motivasyonum bu değildi bence… Bu adamların çoğunun seviştikten sonra benimle göz teması bile kurmaması veya bir partide karşılaştığımızda benden kaçması hayatımda hissettiğim en kırıcı şeylerden biriydi.”

 

Juliet, aynı erkekle üç hafta takıldıktan sonra, başkasıyla yattığını duyduğunu anlatıyor. Kendini “sadece eğlendiklerine” inandırmış ama kendi tepkisine kendi bile şaşırmış. “işin komik yanı, belki de seks yüzünden, yaşadığımız şeyi gerçekten de umursamışım” diyor. “Yattığım insanın benim için bir şey ifade ettiğini düşünüyordum ama bu nasıl mümkün olabilir ki, birbirimizi sadece birkaç haftadır tanıyorduk… Benimle dışarıda buluştuğu ya da lisedeki oğlanların yaptığı gibi gündüz vakti, hatta gece de, bana parkın içinden geçerken eşlik ettiği filan da yoktu zaten.”

 

Olayın üstünden üç yıl geçmiş olmasına rağmen bu deneyim hala canını sıkıyordu. “Arkadaşlarıma unuttum dedim ama unutmamıştım işte, nedenini kendime açıklayamıyordum, hala açıklayamıyorum. Keşke unutabilen bir kadın olsam.”

 

Son sınıf öğrencisi Sophie, arkadaşları, haftalarca görüştüğü çocuğun bir barda başka bir kızla fotoğrafını gösterdiklerinde hissettiği hayal kırıklığını anımsıyor. (Sophie’ye o gece bir ödevi bitireceğini söylemiş).

 

“İnsanlar tek eşli olmakla, ‘resmi olmayan’ bir ilişki içerisinde olmayı bir arada düşünemiyor, ama bence olabilir,” diyor Sophie. “Bar olayından sonra ona bunu anlatmaya çalıştım ama tek eşlilik kısmına ikna olmadı. Ama arada bağlılık olmayacaksa, cinselliğe veya düzenli bir yakınlığa dayalı bir ilişkiyle ilgilenmiyorum, bunun nedeni de rahat olmak ve kendimi kullanılmış değil değerli hissetmek, o kadar az şey istiyorum ki aslında.”

 

***

Araştırmam bana bir nebze teselli oldu. Middlebury’de kadınların çoğu, “oyunu kurallarına göre oynuyordu,” ama neredeyse hiçbirimiz bundan hoşlanmıyorduk. Tezimi internette yayınladım ve ülkenin dört bir tarafından öğrencilerin hikayeleri yağmaya başladı. Yalnız olmadığımız ortadaydı.

 

İşin aslı, birçok kadın için, duygusuz, karşılıklı bağlanmanın olmadığı cinselliğin özgürleştirici bir tarafı yok. Konuştuğum genç kadınlar, erkekler öyle istiyor diye veya ‘resmi olmayan’ bir ilişkinin bağlanmaya varabileceğine inandıkları için bu takılma kültürünün bir parçası oluyordu. Oysa böyle yaptığımızda, bir yandan kendimizi ilerici feministler gibi davrandığımıza ikna ederken, aslında kendi fail konumumuzu inkar ediyor ve erkek egemenliğini besliyoruz. Tüm içtenliğimizle sevgi ve istikrar isterken takılma kültürüne dahil olmak, benim ve yüzlerce yaşıtımın yapabileceği belki de en az feminist davranış.

 

Erkeklerin takılma kültüründe deneyimleri de eşit derecede karmaşık. Röportaj yaptığım ve anket cevaplarını okuduğum erkeklerin çoğunluğunun ideal koşullar altında bağlılık içeren ilişkiler tercih ettiklerini belirtmem gerek. Ancak sadece sekse dayalı ilişkiler yaşamaları yönünde ciddi bir toplumsal baskı altında hissediyorlar kendilerini. Kültürel olarak, takılma kültürünün “taşıyıcısı olmaları” gerektiğine inandırılıyorlar; üniversite deneyiminin ciddi bir kısmı da, pek çok kadınla yatma ve bu “kaçamakları” erkek arkadaşlarına anlatma üzerine kurulu. Erkeklerin gerçekten istedikleri şey ne olursa olsun, her yere yayılmış takılma kültürü, heteroseksüel bir erkek olarak kamusal kimliklerini, yattıkları kadın sayısına ve bu kadınların fiziksel çekiciliklerine dayandırmaya teşvik ediyor. Bu performans baskısının yıkıcı etkilerinin sayısız ve çok ciddi olduğunu söylemeye bile gerek yok.

 

Aradan geçen bir yılın ardından, takılma kültürü üzerine araştırmamın eksik bir kısmı olduğunu fark ettim. Peggy Orenstein gibi yazarların belirttiği gibi, üniversite öğrencileri bolca seks yapıyor olsa da, sekse dair kadın olsun erkek olsun çoğumuzun temelde hiçbir şey bilmediğine inanıyorum. Korunmadan ve cinsel yolla bulaşan hastalıklardan bahsetmiyorum. Kadın hazzından ve kadınların kendileriyle ilişkisinden bahsediyorum.

 

Bekaretimi 16 yaşında kaybettim ama üniversitenin son yılına, erkek arkadaşımla tek eşli olana kadar hiç orgazm olmadım. Denemedim de değil hani: ikinci senemde, kampüsteki hemşireye gidip klitorisim olup olmadığına bile baktırdım (bir gece önce ıslanmadım diye bir erkek benimle ilgilenmeyi reddetmişti).

 

Röportaj yaptığım kadınların neredeyse hepsi, cinsel güvensizlikler yaşadıklarını söylüyordu. Orgazm hakkında yalan söylüyor, sonra da erkekler bize “aramızdaki cinsel bağ eksik” dediğinde bedenlerimizi suçluyorduk. Bir yıldan uzun bir süredir aşk dolu bir ilişkiyi tecrübe ettikten sonra, üniversite yıllarında yaşadığım sıkıntıların esas nedeninin ilişkiye girdiğim erkekler değil, bedenim ve zihnim, ve cinsel olarak kusurlu olduğum yönündeki o yıpratıcı inanış olduğunu fark ettim.

 

Her şey bir yana, beni tanımayan ve tanımakla da ilgilenmeyen bir erkekle orgazm olma şansımın da zaten çok, çok az olduğu aşikar. Daha da aptalcası, orgazm olmadım diye dövünüp durmamdı.

 

Kadının cinsel anatomisi üzerine haz-odaklı bir eğitim aldığımdan ve yalnız başıma ve erkek arkadaşımla bedenimin nüanslarını keşfetmeye zaman ayırdığımdan beri, seksin, ayrılmaz bir biçimde duygulara, güvene, meraka ve her şeyden önce kendinin farkında olmaya bağlı olduğunu fark ettim. Duyguları seksten ayrıştırmaya çalışmak sadece mantıksız değil -zira duygular hazzı ciddi derecede artırır- çoğu kadın için neredeyse imkansız da.

 

Geriye dönüp baktığımda, kendi cinselliğimizi keşfetmeye, o zamanlar “tabu” olarak gördüğümüz soruları sormaya ve partnerlerimizi yatak odasında eğitmeye çaba gösterseydik biriktirebileceğimiz zamanı ve duygusal enerjiyi düşününce hayretler içerisinde kalıyorum. ABD’de cinsel eğitimin durumu düşünüldüğünde, gençlerin kendi kendilerine öğrenmeleri gereken çok şey var.

 

Hâkim kamusal söylem erkeklerinki kadar kadınların cinsel hazzını da önemsese, takılma kültürü hepten yerle bir olur muydu diye merak ediyorum. Orta okuldan ve liseden itibaren üniversite boyunca haz-odaklı cinsellik eğitimi versek açılabilecek ihtimalleri hayal ediyorum da… Fiziksel yakınlığı yeni yeni keşfetmeye başlayan genç kadınlar, duygusuz, gelişigüzel cinselliğin, bedenlerinin arzularına ciddi derecede ters olduğu bilgisiyle kuşanabilirler böylece. Erkekler de kadınların cinsel hazzını umursamanın, ki buna onların hislerini umursamak da dahil, kendi sorumlulukları olduğunu bilir. Eğer hem erkekler hem kadınlar seksin nasıl hissettirmesi gerektiği konusunda daha net fikirlere sahip olabilirler ve dolayısıyla cinsel saldırıyla “kötü seks” arasındaki farkı daha kolay ayırt edebilirlerse, cinsel saldırılar da azalabilir ve saldırıya uğrayan öğrenciler şikayetçi olmaya daha kolay cesaret edebilir.

 

Akademik yıl sona ererken, yaz, öğrencilere bunların üzerine düşünme fırsatı sunuyor. Bütün genç kadınlara bu fırsatı kullanmalarını tavsiye ediyorum. Feministler olarak, ilerleme, başkalarının bedenleriyle ilişkiye girmeden önce kendi bedenimizle ilişki kurmamızı gerektiriyor. Bence buna değer.

 

Görsel: Duncan Grant, Bathing

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YAkışkan Aşkın Geldiği Nokta: Hangi Markayı Satın Alsam?
Akışkan Aşkın Geldiği Nokta: Hangi Markayı Satın Alsam?

Arzuların çokluğu fikri hoşuma gidiyor, ilişkiler de öyle olabilir. Ancak insanlar ikame edilemez.

Bir de bunlar var

Artık Seks Değil Aktivizm Satıyor (ve Markalar Bunun Farkında)
Bonobonun Adı Yok
Bir Kertenkelenin Ömrü: Patrick Melrose

Pin It on Pinterest