Tenis, beyaz elitlerin sporu. Kökleri Ortaçağ Fransasına dayanan bu sporun modern hali 1800’lerde İngiltere’de oynanmaya başladı. Zengin beyazların eğlencesi olan oyun, zamanla gelişip olimpik sporlar arasına girerken bazı değişiklikler gösterdi göstermesine ama geçmişten getirdiği birçok alışkanlığı da bırakmaya direniyor. Örneğin en prestijli ve eski grand slam olan Wimbledon’da hâlâ çilek ve krema yenip, şampanya içiliyor. Oyuncuların kıyafetlerinin beyaz dışında bir renk olması yasak. Ödül törenine Saray ahalisi katılıyor. Biletler delicesine pahalı. Ve her turnuvaya ünlüler akın ediyor. Çünkü Wimbledon ilk günden bu yana tenis üzerinden prestij ve sınıfsal ayrıcalık satıyor.
Bu beyaz, bembeyaz sporun dünyası bu nedenle farklı görünenleri sevmekte zorlanıyor. Tenis dünyasındaki ırkçılık ve cinsiyetçilik son yıllarda Serena Williams üzerinden tartışılmaya başlanmış olsa da (misal şurada) Serena ne maruz kaldığı ayrımcılıkta ne verdiği mücadelede yalnız. Venus Williams, Martina Navratilova, Billie Jean King, Amelie Mauresmo gibi isimler de ırkın, toplumsal cinsiyet rollerinin ve cinsel yönelimin tenis dünyasında ne kadar belirleyici olduğunu gözler önüne seren isimler. Gücü erkeklere layık görürken, kadınların estetik görünmelerini ve göze hoş gelmelerini bekleyen tenis dünyası bu isimlerin hepsini güzel olmamakla, erkeksi olmakla, zerafet yoksunu ve hatta avam olmakla dışlamaya çalıştı. Karşılığında ise iyi tenisin ya da kadın tenisinin ne olduğunu değiştirecek güçte mücadelelerle karşılaştı, ırkçılığının ve cinsiyetçiliğinin yüzüne yüzüne çarpılması da cabası. Nasıl mı? Gelin birlikte bakalım.
“Sessizliğin ihanet sayılacağı zamanlar gelecektir. Bu olaylara karşı sessiz kalmayacağım.”
Serena Jameka Williams 26 Eylül 1981’de, Saginaw, Michigan’da doğdu. Beş kız kardeşin en küçüğü. 1995 yılında profesyonel tenisçi oldu. İlk kupasını 1999’da, Paris’te kazandı. Aynı yıl kariyerinin ilk grand slam turnuvasını memleketi ABD’de düzenlenen Amerika Açık’ta, finalde dönemin 1 numarası Martina Hingis’i yenerek elde etti. Yedi Wimbledon (yedincisi şurada kutlanmıştı), yedi Avustralya Açık, altı Amerika Açık ve üç Fransa Açık olmak üzere 23 grand slam şampiyonluğu bulunuyor. Teklerde (hem erkekler de hem de kadınlarda) açık dönemde en çok grand slam kazanan isim. Dört slam’i arka arkaya iki kez kazanarak “Serena Slam” yaptı. Ablası Venus’le birlikte çiftlerde 14 grand slam kazandı. Karışık çiftlerde de iki grand slam kupası var. Kariyerinde 72 tekler şampiyonluğu bulunan ve 319 hafta 1 numara koltuğunda oturan Serena, 84.463.131 dolar para ödülü ile tarihin en çok kazanan kadın tenisçisi. Ayrıca bu yıl, Avustralya Açık’ı kazanırken iki aylık hamileydi. Doğumdan sonra da tenise dönmeyi planlıyor.
Yukarıda okuduğunuz beyin yakan “şeyler” Ekşi Sözlük’teki Serena Williams başlığından. Sabrınıza ve sinirlerinize güveniyorsanız, aynı başlıkta bu kıvamda sayısız “tanım” bulabilirsiniz. Google’a Serena Williams yazarsanız Ekşi Sözlük’tekilere benzer milyonlarca (ve hemen hemen her dilde) yoruma rastlayacaksınız. Tenis forumları, Twitter, Facebook’taki tenisle ilgili sayfalardaki postlar Serena’nın bedeniyle ilgili utanç verici yorumlarla dolu. Kadınlar tenisini yöneten kurum olan WTA’nın (Kadınlar Tenis Birliği) Facebook sayfasında da cümbüş hala sürmekte.
İzleyiciler kadar olmasa da benzer şeyler yazmış/söylemiş çok sayıda spor gazetecisi, köşe yazarı ve spor insanı da var. Yorumlardaki en popüler tema -açık arayla- Serena’nın “kocaman götü”. Hatta Ekşi Sözlük’te “Serena Williams’ın götü ” diye başlık bile var. Liste kaslı bacakları, kolları, güce dayalı oyunu, burun delikleri, hırsı, çirkefliği diye uzayıp gidiyor.
Serena, 22 yılı geride bıraktığı ve devam eden kariyerinde sadece zorlu rakipleriyle değil, peşini bırakmayan ırkçılık ve cinsiyetçilikle de mücadele etti, etmeyi sürdürüyor. Ondan nefret edenler, başarılı siyah bir kadın olmanın bedelini bitmek bilmeyen hakaretleriyle, bedeniyle ilgili yaptıkları “şakalarla” ya da teninin rengiyle ilgili ırkçı yorumlarla ödetmeye çalışıyorlar. Ancak şiddetin her türlüsünü yaşamış, ayrımcılıkla doğar doğmaz tanışmış siyah bir getto kızı olan Serena, tüm bu nefrete rağmen ne bedeninden utanıyor ne de sözünü sakınıyor. Sadece tenis dünyasında değil, spor aleminde de dünyada olup bitenlere dair konuşan birkaç isimden biri. ABD’de siyahlara yönelik polis şiddeti vakalarında sosyal medya hesaplarından bu konuda tepkisini dile getirmekten hiç çekinmedi. Minnesota eyaletinde 32 yaşındaki siyahi Philando Castile, arabada kız arkadaşının yanındayken polis memurlarınca vurularak öldürüldüğünde Martin Luther King’e atıfta bulunarak şöyle dedi: “Sessizliğin ihanet sayılacağı zamanlar gelecektir. Bu olaylara karşı sessiz kalmayacağım.”
Serena ne izleyicilerin tepkisinden ne sponsorlardan ne de medyadan korkuyor. Ve asla geri adım atmıyor. 2015’te spor dünyasının Oscar’ları sayılan Sports Illustrated tarafından Yılın Sporcusu seçilmesi şerefine hazırlanan kapağı kendi hazırladı. Bedeniyle ilgili yapılan tüm yorumlara yanıt niteliğindeki kapakta Serena br tahtta oturuyor ve vücudunu “saklamak” yerine onu gururla herkese gösteriyordu. Kapağı Twitter hesabında paylaşan Sports Illustrated şu notu iliştirdi: “Kapak? Serena’nın fikri. O’nun güzellik idealini, dayanıklılığını ve gücünü sembolize ediyor.” Kapak gibi yani!
Kadınlar tenisinin çehresini değiştiren kız kardeşler
Venus Williams’ın yedisi grand slam (Beş Wimbledon, iki Amerika Açık) olmak üzere toplam 49 tekler şampiyonluğu bulunuyor. Tenis tarihinin ilk Afrikalı Amerikalı 1 numarası olan Venus, biri teklerde üçü de çiftlerde olmak üzere dört Olimpiyat altın madalyasına sahip. Tenisçi kariyerinde toplam 36.235.486 dolar para ödülü kazandı. Billie Jean King ile birlikte kadın tenisçilerin erkeklerle aynı miktarda para ödülü almaları için yıllardır mücadele ediyor.
35 yaşındaki Serena ve kendisinden bir yaş büyük ablası Venus Williams, kadınlar tenisinin çehresini değiştiren ve sınırlarını genişleten iki büyük şampiyon. Zengin ve beyaz sporu olarak bilinen tenisin zirvesine zorlu bir yolu aşarak geldiler. Kaliforniya Campton’da (Gangsta rapin doğduğu yer) büyüyen kardeşlerin tenise başlama nedenleri babaları Richard Williams. (Kızkardeşlerin muhteşem minnoşluktaki çocukluk videolarını 5Harfliler şurada işlemişti.)Televizyonda izlediği maçlardan ve kitaplardan öğrendiklerini kızlarına aktaran babaları için tenis yoksul ailesini, özellikle de küçük kızlarının geleceklerini kurtaracak yegâne yoldu. Ancak baba Williams, iki siyah kızı gelecekte ne gibi zorlukların beklediğini de öngörebiliyordu. Kız kardeşler, Campton’da, kırık bira şişeleri ve uyuşturucu iğneleriyle dolu basket sahalarında ve halka açık kortlarda tenis oynamaya başladılar. Babaları sadece tenisle ilgili öğrendiklerini aktarmakla kalmıyor, onları zorlu olacağını öngördüğü geleceğe de hazırlıyordu. Öyle ki, mahalledeki çocuklara para verip, kızları antrenman yaparken onlara hakaret etmelerini isteyecek kadar ileri götürmüştü işi. Serena ve Venus, çocuklar onlara “pis zenciler”, “maymunlar” gibi hakaretler yağdırırken tenis oynamayı öğrendiler. Babaları öngörüsünde ne yazık ki haklı çıktı. Serena ve Venus özellikle kariyerlerinin başlarında, bazı turnuvalarda seyircilerin ırkçı hakaretlerine maruz kaldılar. Ancak buna hazırlıklıydılar ve ırkçı nefretin onları yenmesine izin vermediler. Çünkü geri adım atmamayı, çelik gibi dayanıklı sinirlere sahip olmayı ve pes etmemeyi daha çocukken öğrenmişlerdi.
2001’de Indian Wells’te düzenlenen turnuvada yaşadıkları hâlâ hafızalarda. İki kardeş turnuvanın yarı finalinde karşı karşıya geleceklerdi. Ancak Venus sakatlık nedeniyle maça çıkmayınca Serena tur atlamış, izleyiciler bunun babalarının kararı olduğunu söylemiş ve kız kardeşleri yuhalamış, hakaretler etmişlerdi. Bu olay üzerine ikili turnuvayı, maruz kaldıkları ırkçılık nedeniyle boykot ettiler.
Serena, o olaydan 14 yıl sonra Time’a yazdığı yazıda boykotu bitirmeye karar vermişken şunları yazdı: “Bütün kariyerim boyunca dürüstlük benim için her şeydi. Venus için de aynı şey geçerli. Maçta şike yaptığımıza yönelik yanlış söylentiler bizi yaraladı ve paramparça etti. Bu gizli ırkçılık acı verici, kafa karıştırıcıydı ve hiç adil değildi. (…) Tüm kalbimle sevdiğim bir sporda, en sevdiğim turnuvalardan birinde, bir anda dışlanmış ve korkmuş hissetim. (…) Şu an artık hiçbir şey ispat etmek zorunda olmadığım bir noktadayım. Hâlâ ilk günkü kadar hırslıyım ancak baskı yok. Tenis sporuna olan sevgim için oynuyorum. Zihnimdeki sevgi ve affetmenin gerçek anlamını benimsemem ile 2015’te Indian Wells’e gururla döneceğim”
Ve Serena 14 yıl sonra Indian Wells’e döndü. Yıllar sonra ilk kez geldiği turnuvada seyirciler bu büyük şampiyonun dönüşünü ayakta alkışlayarak kutladılar. Geçmişte yaşadıklarını asla unutmamış ancak onları affetmişti. Korta ayak bastığında gözyaşlarına hâkim olamadı . Abla Venus de bir sonraki yıl kardeşi gibi boykotu sona erdirdi ve 15 yıl önce yuhalandığı turnuvaya döndü.
Serena ve Venus’e dek beyaz oyuncuların hakimiyetinde olan kadınlar tenisi daha çok tekniğe dayalıydı. Graf, Monica Seles, Aranxa Sanchez Vicario, Martina Hingis ve Lindsay Davenport gibi isimler zirvedeydi. Ve kadınlar tenisi hep zarafetle ve estetikle anılıyordu. Williams kardeşler atletik yapıları, güçlü oyunları ve hırslarıyla estetik ve teknik tenise level atlattılar. Bugün birçok tenis yorumcusu onların kadınlar tenisine yaptıklarını devrim olarak tanımlıyor. Haklılar da. Zira, onlardan sonra kadınlar tenisinde teknik kadar hızlı servisler ve güçlü vuruşlar da önem kazandı ve oyunun parçası oldu. 20 yıl önce kimse kadınların iyi ve hızlı servisler atmalarını önemsemiyordu. Bu erkek tenisçilere göreydi. Güç erkeklere bahşedilmiş, narinlik ve estetik olmak da kadınların payına düşmüştü. Öyle ki Rusya Tenis Federasyonu Başkanı Şamil Tarpisçev 2014 yılında ikiliden “Williams Biraderler” diye bahsetmekte beis görmedi . Şamil, bu beyanından sonra 25 bin dolar para cezasına çarptırıldı. Parası neyse verdi, ırkçılığını da cinsiyetçiliğini de yaptı.
Williams’ların yıktığı ilk duvar bu algı oldu. Onlarla birlikte kadınlar tenisinde güç de önemli bir şeye dönüştü. Ancak bugün bile bu durumdan rahatsız olan dev bir kalabalık var. Yukarıda bahsettiğim nefret korosunun Serena ve Venus’e yönelik yıllardır süren eleştirilerinden biri de bu: “Kadınlar tenisinin estetik yönünü katlettiler, erkek gibi güçlüler ve tenisi çirkinleştiriyorlar”.
Tenis dünyasının homofobi ile imtihanı
Ancak bu argümanın hedefinde sadece Serena ve Venus yok. Geçmişte Martina Navratilova ve Billi Jean King de benzer eleştirilere maruz kalmışlardı. İki efsane tenisçinin açık lezbiyen olması elbette konunun cinsiyetçilikle olduğu kadar homofobiyle de alakası olduğunu gösteriyor.
Martina Navratilova 1956 Prag doğumlu. Teklerde 18, çiftlerde 31 (rekor) ve karışık çiftlerde 10 olmak üzere 59 grand slam şampiyonluğu bulunuyor. 167 tekler, 177 çiftler kupasıyla gelmiş geçmiş en çok şampiyonluk yaşayan tenisçi konumunda. ABD vatandaşlığına geçtikten sonra, lezbiyen olduğunu açıklayan Navratilova, yıllardır LGBT hakları ve eşit haklar konusunda mücadelesini sürdürüyor.
Çekoslovak asıllı Navratilova, kadınlar tenisinde en çok turnuva kazanan isim. Öte yandan, ABD’ye kaçtıktan sonra 1975-1981 yılları arasında vatansız olarak yaşayan Navratilova, Göçmenlik Bürosu’nun heteroseksüel olmayanlara vatandaşlık vermediğini bildiği için uzun yıllar sessiz kalmak zorunda kaldı. Caner Eler, Socrates Dergisi’nin 24. sayısının giriş yazısında bu konudan şöyle bahsediyor:
Bilhassa 1982-84 yılları arasında dünyanın en iyisiydi. O dönem sadece altı tekler maçı kaybetti. 254 tane de kazandı. Öte yandan onun bile tam olarak açılması zaman alacaktı. 1993’te Washington’daki eşcinsel yürüyüşünde asıl konuşmasını yaptı. Bu ona, yıllarca dünya tenisini domine ederken almadığı alkışı ve takdiri getirecekti. Oyunu; kuvvete ve kas gücüne dayalı, geleneksel kadınsal estetik algıdan, diğer bir deyişle güzellik yanılgısından uzak olduğu için hep hakir görüldü. Fakat tamamen açıldıktan sonra, ülkedeki 18. yılında, nihayet kendini evinde hissetmeye başladı. O günden bu yana, sadece eşcinsellerin değil tüm ezilenlerin haklarını korumaya çalışıyor.
Billie Jean King ise 1943 Long Beach, Kalifornia doğumlu. Kariyerinde 12’si grand slam olmak üzere 129 tekler şampiyonluğu bulunuyor. Kadın tenisçilerin erkeklerle eşit para ödülü almaları için mücadeleyi başlatan isim olan King, kendisini feminist olarak tanımlayan açık bir lezbiyen.
Billie Jean King, kadın tenisçiler için eşit haklar mücadelesinin ateşini yakan isim. Kadın ve erkek tenisçilerin turnuvalarda eşit para ödülü kazanmalarındaki en büyük pay onun. Hikayesini akademisyen Nilgün Toker’in yine Socrates’da yayımlanan “Billie Jean King’in Yolu ” başlıklı makalesinden alıntılıyorum:
İkinci dalga feminist hareketinin yaşamın her alanında cinsiyet savaşı verdiği, ABD Anayasası’na ‘Eşit Haklar Değişikliği’ni ekleme mücadelesine giriştiği ama Kongre’nin erkek zihniyetini değiştiremediği zamanlarda; 1970’lerin başında, tenis dünyası da büyük bir cinsiyet savaşına tanık oldu. (…) Erkekler ve kadınlar arasında ‘doğal güç farkı’ olduğu iddiasının hüküm sürdüğü zamanlarda, bu eşitsizliği göstermeyi kendisine görev bilmiş Amerikalı tenisçi Bobby Riggs (yıldızının yaşlandıkça sönmemesi için popüler kalmanın yollarını aradığından olsa gerek), kadınlar tenisinin 1 numarası Billie Jean King’i düelloya (!)davet etti. Ancak ret yanıtı alınca, biraz da piyasanın zorlamasıyla diğer bir tenis yıldızı Margaret Court ile herkese çok kazandıran bir maça çıktı. 55 yaşındaki Riggs, 30 yaşındaki Margaret Court’u kolayca yenince, adeta bir “Gördünüz mü?” şımarıklığıyla kadın-erkek eşitliğini değersizleştiren tutum yükselişe geçti. Bu popülist, aşağılayıcı saldırıya bu kez yanıt veren Billie Jean King, aynı yılın Eylül ayında, cinsiyet savaşlarının devrimci anı olarak adlandırılan maçta (The Battle of The Sexes), Riggs’i -hem de bu kez iki değil üç set üzerinden oynanan maçta- set vermeden yenmeyi başardı. (…) Maç; ‘Şeker Baba’ tişörtlerinden King’in ‘pazu’larının resmedilmesine kadar, çeşitli popülist ve kapitalist oyuna sahne oldu ama King’in bir feminist aktivist olarak kadın sporcular için vereceği mücadele de bu maçla start aldı. O, artık tüm görünürlüğünü kadın-erkek eşitliği mücadelesinin güçlenmesine adayan bir aktiviste dönüşmüştü.
İlgilisine not: King ve Riggs arasında oynanan bu sansasyonel maçın hikayesi film oluyor. King’i Oscarlı oyuncu Emma Stone’un, Riggs’i de Steve Carell’in canlandıracağı “Battle of The Sexex ” bu yılın Eylül ayında gösterime girecek.
Son olarak 1979’da Cenevre’de doğan Fransız tenisçi Amelie Mauresmo’dan bahsedelim. 2006’da hem Avustralya Açık’ta hem de Wimbledon’da şampiyon oldu. 39 hafta kadınlar tenisinin 1 numarası olan oyuncunun kariyerinde 25 tekler şampiyonluğu bulunuyor. 2009’da emekli olduktan sonra, 2013’te vatandaşı Marion Bartoli’ye Wimbledon’da şampiyonluğunu kazanmasında yardım etti. Ardından Andy Murray’nin koçu olan Mauresmo hamileliği nedeniyle koçluk görevini bıraktı. Şimdi oğlunu büyütüyor.
Toplara güçlü vurduğu için hedefe konulan Amelie Mauresmo da açık bir lezbiyen. Zarafet ve estetik timsali olarak nitelenen ve genç yaşta elde ettiği başarılarla efsane mertebesine yükselen Martina Hingis, 1997 Avustralya Açık finalinde karşılaştığı rakibi Mauresmo’yu toplara erkek gibi vurmakla “eleştirmişti”. Dönemin zirvedeki oyuncularından olan Davenport da aynı turnuvanın yarı finalinde yenildiği Mauresmo hakkında benzer bir yorumda bulunmuştu.Fransız oyuncunun cinsel yönelimi de tıpkı güçlü vuruşları ve kasları gibi tenis dünyasının sürekli burnunu soktuğu bir konu oldu. Fakat Mauresmo saklanmadı, utanmadı ve asla geri adım atmadı. Erkeklerin şu anki 1 numarası Andy Murray’nin koçluğunu yaptığı dönemde, kadın tenisçilerin bile kadın koçlarla çalışmadığı tenis dünyası bu konuyu da eleştirmekten geri durmadı. Özellikle tenis fanları o kadar ileri gittiler ki bir kadının koç olamayacağına dair vaazlar verip durdular internet sitelerinde.
Asla yalnız yürümediler
Farklı dönemlerin yıldızları olsalar da bu tenisçilerin yolları sıklıkla kesişti. Kort içinde ve dışında eşitlik mücadelesini sürdüren King’in tenis dünyasındaki en büyük destekçileri Venus, Navratilova ve Serena oldular. Williamslara yönelik ırkçı ya da cinsiyetçi saldırılarda King ve Navratilova onları savunan açıklamalar yaptılar. Birlikte kadınlar ve LGBTİ’lerle ilgili kampanyalara katıldılar, öncü oldular. Bu elbette ki bir tesadüf değil. Zira bu isimler kariyerleri boyunca hem kort için de hem de dışında cinsiyetçilik belasıyla uğraşmak zorunda kaldılar. Ve bu nedenle dayanışma onları bir araya getirdi. Hayatın diğer her alanında olduğu gibi, ezilenler güçlerini birleştirmek zorundaydı. Tamamlanmamış bir süreç olsa da King önderliğinde sürdürülen mücadele birçok turnuvada kadın ve erkek tenisçilere eşit para ödülü verilmesini sağladı.
Burada bir hatırlatma daha yapmakta fayda var. Kadın tenisçilerin erkeklerle eşit miktarda ödül almaları geçen yıl bir kere daha gündeme geldi. Birkaç yıl önce Fransız tenisçi Giles Simon “kadınların erkeklerle aynı para ödüllerini almamaları gerektiğini” söyledi. Bu açıklama bitmek bilmeyen eşit para ödülü tartışmasını yeniden gündeme getirdi. Ardından, geçen yıl Indian Wells CEO’su kadın tenisini hakir gören açıklamalar yaptı ve kadın tenisçilerin bulundukları noktaya erkekler tenisi sayesinde geldiğini iddia etti. Geçen yıl bu turnuvada şampiyon olan Victoria Azarenka ve finalist Serena Williams CEO’yu kınadılar. O da hemen bir özür yayımladı ancak bu görevinden istifa etmesini engelleyemedi. O görevinden istifa etmeden evvel, gazeteciler açıklamalarını o dönem dünya 1 numarası olan Novak Djokovic’e sordular. Geçen yıl Indian Wells’de şampiyon olan Sırp oyuncu şunları söyledi:
Kadınlar tenisi son senelerde eşitlik için çok çalıştı ve hak ederek istediklerini kazandılar. Öte yandan erkek tenisi ve ATP olarak daha fazla mücadele etmeliyiz, çünkü istatistikler erkek tenis maçlarının çok daha fazla seyirci getirdiğini söylüyor. İşte bu yüzden, belki de biz daha fazla ödül almalıyız… Kimin daha fazla bilet sattığını seyirci çektiğini gösteren data olduğu sürece, bununla orantılı bir şekilde ödül dağılımı yapılabilir.
King ve Navratilova da Djokovic’i kınadılar. Serena tabiki lafını esirgemedi: “Novak’ın kızı olursa –sanırım şu anda oğlu var- kızının neden oğlundan daha az para kazandığını kendisi açıklar.” Simon, Djokovic, Sergiy Stakhovsky (ki kendisi geçmişte kadın tenisçilerin yarısının lezbiyen olduğunu iddia etmişti) dahil oldukları bu tartışmada aklı selim laf eden tek erkek tenisçi Andy Murray oldu. Bu tartışmanın ayrıntılarını ve yaşananları şuradan okuyabilirsiniz.
Djokovic gibiler hâlâ veryansın ededursun hikâyeleri dünyanın dört bir yanındaki kız çocuklarına, kadınlara, LGBTİ’lere, beyaz olmayanlara ilham veren bu kadınlar beyaz ve steril tenis dünyasında bir çığır açtılar. Oldukları gibi, kendilerinden emin ve memnun, boyun eğmeden oynadıkları bu sporun zirvesine yerleştiler. Oyun, set ve maç onların!