Dünyaya geldiğiniz yıla bakıp şanslı mı, şanssız mı olduğunuzu düşündünüz mü hiç? Belirli bir yerde, belirli bir tarihte bulunmanın sunduğu olanaklar nelerdir? Neleri kaçırdık? Neleri elde ettik?
Mimar Lina Bo’nun hayatını okurken bunları uzun uzun düşündüm. Bir mimarın hayatının çizgisi ürettiği yapıları nasıl etkiler, sevdalısı olduğu konular çevresel koşullardan nasıl etkilenir, mimarlığı hem faydalı hem de zamanına ait olabilir mi? Lina Bo da benzer sorular üzerine sıkça düşünmüş olmalı ki kendisine mimarın nasıl bir duruşu olması gerektiği, yalnızca ayrıcalıklı zümreye değil tüm insanlara nasıl hizmet edebileceğine dair bir soru yönetildiğinde şöyle yanıtlıyor: ”Soru güzel; ancak bir o kadar da naif. Mimarlar, tüm diğer meslek insanları gibi bulundukları ülkenin sosyoekonomik düzeninden bağımsız değildirler. Bunun değişebilmesi için devrime ihtiyaç var.”
Lina Bo’nun kişisel hayatı ve mesleki hayatı birbirine sıkı sıkıya bağlı. 1914’te İtalya’da dünyaya geliyor. Doğum karnesindeki ismi Achillina Bo, ancak Lina olarak çağrılmış hayat boyu. Zor bir çocukluk dönemi geçirmiş, dışlanmış hissederek büyümüş, ilerleyen yaşlarında şöyle diyecek: “Doğmuş olmaktan ötürü öylesine korkmuştum ki asla çocuk sahibi olmamaya karar verdim.” Hatırındaki anılardan biri 1929 yılından; Lina ortaokulun son yılındayken kız öğrencilere koyu renk elbise giyme zorunluluğu getiriliyor. O ise pantolon giyip okula gidiyor. Ancak yolda takılıp yere düşüyor ve her tarafına çamur bulaşıyor. Eve döndüğü zaman ailesinin bunu ilahi adalet olarak yorumladığını anlatıyor. Lina sanat lisesindeki eğitiminden sonra 1934’te Roma’daki Mimarlık Fakültesi’nde mimarlık eğitimine başlıyor. Okulda çok az kız öğrenci var ve hiç kadın eğitmen yok. 1939’da fakülteden mezun olurken jüri karşısında bu sefer faşişt yönetimin şart koştuğu ve sınıfındaki bir erkek arkadaşından ödünç aldığı koyu renk pantolonu giymek zorunda kalıyor. Jüriye sunumunu yaptıktan kısa bir süre sonra Roma’yı terk ediyor ve 1940’ta Milano’ya yerleşiyor.
Mimar olarak çalışmak istiyor ancak yerleşmesinden iki ay sonra, Haziran’da, İtalya savaşa giriyor. İngilizler bu tarihten Aralık ayına dek şehri sekiz kez bombalıyorlar. Lina o günler için şöyle demiş: “Hiçbir şey inşa edilmiyordu ve her şey yıkılıyordu.” Bu sebeple mimarlık yapması zorlaşıyor, ister istemez grafik tasarımcılığına kayıyor ve mobilya ve dekorasyon gibi konularla ilgilenen Lo Stile dergisinde çalışıyor. 1943’te ileride kocası olacak olan Pietro Bardi’ye tanışıyor. Pietro Bardi o yıllarda sanat eleştirmenliği ve gazetecilik yapıyor. Aynı yıl içerisinde İtalya’da işler kötüleşmeye başlıyor, bombardımanların sıklığı artıyor ve 13 Ağustos’ta Lina Bo çalıştığı ofisin neredeyse tamamıyla yıkıldığını ve tüm çalışmalarının yıkıntılar altında kaldığını görüyor. Bundan sonra gene tasarımla ilgili konulara odaklanan bir dergi olan Domus’ta çalışmaya başlıyor fakat süregiden savaştan ve ekonomik ortamın zorlayıcılığından ötürü derginin yayın hayatı uzun sürmüyor ve 1944’te basımı durduruluyor. O yıllar için daha sonra şöyle yazmış: “Masmavi güneşli bir gökyüzü altında neşeyle geçirilmesi gereken günlerdi ama ben sığınaklarda koşturuyor ve hava bombardımanlarından ve makineli silahlardan kaçıyordum.”
Lina Bo 1946’da Pietro Bardi’yle evleniyor ve kocasıyla birlikte hayatının geri kalanını geçireceği Brezilya’ya taşınıyor. Brezilya Lina Bo’yu çok etkiliyor. O yıllarda zamanının başkenti Rio de Janerio’da pek çok modernist bina inşa edilmiş bile. Rio’ya dair ilk izlenimi şöyle: “Her şeyin mümkün olduğu bir şehirdeymişim gibi hissediyordum. Mutluydum ve Rio’da hiç yıkık bina yoktu. Pietro’ya ‘Hiç geri dönmeyelim ve hep burada kalalım’ dedim.” Bu dönem Lina Bo’nun kocası Pietro Bardi Brezilya’nın hatırı sayılır sanat koleksiyonerlerinden Assis Chateaubriand’a danışmanlık yapıyor. Modern sanat koleksiyoneri olan bu adam müze açmak sevdasını gerçekleştirmek için Lina Bo’dan ve kocasından yardım alıyor. Böylece Lina Bo’nun mesleki yaşamında önemli yere sahip üç yapıdan ilki vücut bulmuş oluyor: Sao Paulo Sanat Müzesi (MASP).
MASP Projesine 1957 yılında başlanıyor ve inşası ancak 1968 yılında tamamlanabiliyor. Lina Bo binayı sergi elemanları ve mobilyalarıyla birlikte tasarlamış. Oldukça meşhur olan sergileme elemanları aşağıdaki fotoğrafta görülebilir. Maalesef 1996’da depoya kaldırılmışlar.
Bu elemanlar sayesinde sergilenen eserler duvarlardan ve müzelerde çoğu zaman karşılaşılan izlenmesi gereken patikalardan bağımsız hale geliyor. Pek çok deneysel yapı gibi MASP de bazı teknik sorunlarla karşılaşıyor ve 1988’de kapsamlı bir tamirata giriyor, bu esnada binanın en baskın ögesi olan dışarıdan binayı taşıyan U şekilli taşıyıcı sistem kırmızıya boyanıyor. Lina Bo binanın üzerinde yükseldiği platformu kamusal alan olarak düşünmüş, “Burada insanların açıkhava sergilerini gezmelerini, filmler izlemesini, müzik dinlemesini istiyorum, çocuklar oyunlar oynamalı, bir müzik grubu kötü de olsa kendi müziğini çalmalı.” (Binanın planlarını merak edenler tık.) Binaya ilişkin çarpıcı şeylerden biri de Lina Bo’nun inşa sürecine nasıl dahil olduğu. Binanın taşıyıcıları ve mekân kurgusu çok alışıldık şemaları barındırmadığı için Lina Bo inşaat sırasında bu işin zanaatkarlarından, yani ustalardan bolca fikir almış. Kendisi bilfiil inşaat esnasında sahada bulunmuş ve kararlar almış.
Lina Bo’nun en çok bilinen üç yapısından bir ötekisi ise 1952’de inşası tamamlanan Glass House. İnşasından ölümüne dek Lina Bo ömrünü burada geçiriyor. Bu evi ilkin kendisinin ve kocasının yaşayacağı bir yerden ziyade atölye çalışmalarının düzenleneceği ve sanatçıların girip çıkacağı bir yer olarak düşünmüş Lina Bo, artist-in-residence benzeri bir işleyiş denilebilir. İnşa edildiği dönemde arazisi bakirken bugünlerde yeşillikler arasında kaybolan bu ev neredeyse tamamen cam cepheyle çevrili. Zemini mümkün olduğunca açıkta bırakmak isteyen Lina Bo evi minik koloncuklar üzerinde yükseltmiş.
Arazinin peyzaj tasarımını da yapan Lina Bo binanın ortasındaki boşluktan ışık almayı amaçlamış, aynı zamanda aşağıdaki fotoğrafta görünen güzelim ağaca ayrıca bir önem atfetmiş, böylece gölgesinden faydalanabilmiş. (Binayla ilgili daha fazla görsele ve bilgiye ulaşmak isteyenler için tık.)
İlerleyen zamanlarda burası iyiden iyiye çiftin evi olmuş ve ilk başta düşünülen kurguda kullanılmamış, hatta Lina Bo yetmişli yaşlarında evin arazisi içerisinde kendi ofisi olacak olan başka bir bina daha inşa etmiş. Glass House’ın şeffaflığı ve taşıyıcılarının hafifliği zamanın modernist yapılarında çokca görülen bir özellik ancak naçizane yorumum bu binayı özel yapan şeyin zaman içerisinde peyzajıyla bütün haline gelmesi olduğu. Lina Bo tasarladığı bu binayı zamansal bir perspektife yerleştirmiş ve yıllar içerisinde peyzajıyla beraber nasıl güzelleşeceğini öngörmüş.
Lina Bo’nun kariyerindeki üçüncü önemli projesi SESC Pompeia. Sao Paolo’da bir rekreasyon kompleksi olan bu proje yeniden işlevlendirilmiş eski fabrika binalarından ve fabrikanın hemen yanına inşa edilmiş üç yeni binadan meydana geliyor. (Projeye ilişkin fotoğraflar için tık.) 1977’den 1986’ya dek projede yer alan Lina Bo öncelikle projenin mimarı ve tasarımcısı olarak sürece dahil oluyor ancak ilerleyen zamanlarda arazideki etkinliklerin organizasyonuyla da uğraşıyor. Lina Bo projeye ilgilenmeye başladığı dönemde burası zaten sosyal bir merkez olarak kullanılmaktaymış ancak iyileştirme adına arazinin içinde yer alan fabrikanın yıkılması söz konusuymuş. Araziye ikinci kez gidişine dair Lina Bo şöyle diyor: “Haftasonu gittiğimde atmosfer çok farklıydı, bina kimsesiz değildi: çocuklar ortalıkta koşturuyor, yetişkinler barbeküde et pişiriyor, yaşlılar açık havada geziniyorlardı. Yakında bir kukla tiyatrosu vardı, içerisi tıklım tıkıştı. “Böyle devam etmeli,” diye düşündüm ve arazideki canlılığı anlayabilmek için başka pek çok haftasonu orada zaman geçirdim.” Böylece Lina Bo’nun ısrarıyla arazideki eski fabrika binalarının yıkılması fikrinden vazgeçiliyor, binalar temizleniyor ve yeniden işlevlendiriliyor: tiyatro salonu, videotek, atölye alanları, kütüphane, sergi salonları gibi alanlar yaratılıyor.
Eski binaların hemen yanına inşa edilen üç yeni betonarme binadan büyük olanı spor kompleksi olarak düşünülmüş, ortanca olanında soyunma alanları ve hizmet alanları mevcut, dar ve uzun olanı ise su kulesi olarak işlevlendirilmiş. Lina Bo binaların içindeki kontrollü iklimden nefret ettiği için spor kompleksine camı olmayan açıklıklar tasarlamış; böylece binanın içindeki havayla dışarıdaki havanın her zaman birbirine yakın olmasını amaçlamış. Uzun yıllar alan bu dönüştürme ve inşa sürecinde Lina Bo’nun projenin yöneticileriyle arası pek çok kez açılmış ve 1986’da inşaatın tamamlanmasıyla Lina Bo projeden tamamen kopmuş. En kapsamlı ve etkileyici projesi olan bu yapılar bütünü için Lina Bo şöyle diyor: “Burayı şehrin içinde hafifçe esen bir rüzgara benzetiyorum. Bana kalırsa kültür gündelik hayatın kendisidir, yalnızca parası olanın katılabildiği özel bir etkinlik değildir. İnsanlar burada olmaktan gurur duyuyorlar, kendileri değerli hissediyorlar, burada hayal kurabiliyorlar ve kaynaşabiliyorlar. Bunu gördüğüm zaman topluma bir şey katabildiğimi de görmüş oluyorum.”
Bahsi geçen bu üç proje haricinde Lina Bo’nun vücut bulamayan veya bunlar kadar ön planda olmayan başka projeleri de oluyor. Gerçekleştirilemeyenlerin bazısı bütçe sıkıntıları sebebiyle, bazısı ise türlü anlaşmazlıklar sebebiyle rafa kaldırılıyor. Hayatı boyu kendi çizgisini tutarlı bir şekilde sürdürmeye çalışan Lina Bo’nun inatçılığı onu bazı çevrelerden ve yerleşik mimarlık kültüründen uzak tutuyor, örneğin modernizme mesafeli durmaya çalışıyor. Yapılarında modernizmin beslendiği fikirlerden beslenen pek çok şey var, ancak kendisini bu akımın içerisinde görmüyor. Şöyle demiş: “Sorun mimarlığın “modern” olup olmadığı değildir, sorun mimarlığın ne kadar “geçerli” olduğudur.” Takip ettiği değerler bütünü bugünün mimarlık tarihi terminolojisiyle biraz “karışık”, yani ne modernist bir mimar ne de vernaküler mimariye aşırı bir düşkünlüğü var, bir şekilde kendi kişisel tarihinde değerli bulduğu yolu takip ediyor.
Lina Bo’ya ilişkin çarpıcı şeylerden biri de çabalamayı hiç bırakmamış, sürekli koşullara göre görüşünü ve değerlerini yenileyebilmiş olması. Aslında bakılırsa bu duruş tipi mimarlık tarihinde pek kıymeti bilinen bir duruş değildir. Mimarları mimari akımlarla isimlendirmeyi çok severiz, insanların fikirlerindeki, tarzlarındaki değişiklikler bağışlanamaz hatalarmış gibi. Ancak zaten Lina Bo’nun hayatı radikal değişikliklerle dolu: İkinci dünya savaşını yaşıyor, yaşadığı ülkeyi temelli değiştiriyor ve gittiği ülkede de bir süre sonra darbe oluyor. Lina Bo elinde olanları, yani yetkinliklerini ve ilişkilerini inandığı bir amaç için kullanabilen insanlardan olduğu için hayatın zorlayıcı yanları karşısında pes etmiyor. Mimarlık yapamadığı dönemde dergilerde çalışmış, sergilerde küratörlük yapmış, yarışmalara girmiş; üretkenliğini hep sürdürmüş.
Peki bu kadar aktif ve yaratıcı biri olmasına rağmen tarihin Lina Bo’ya adil davrandığını kim söyleyebilir? Adı mimarlık çevresinde ancak son birkaç yıldır duyulur oldu. Yeni ama yoğun bir ilgi bu. Adına sergiler düzenleniyor, hakkında bir belgesel çekildi ve eserlerine mimarlık yayınlarında çok daha sık rastlanıyor artık.
Kredisi çok yüksek mimarların yanında Lina Bo gibilerin olduğu bilmek bana rahatlatıcı gelmiştir her zaman. Çünkü Lina Bo gibiler tarihin içerisindeki minik boşlukları bir şekilde yakalayarak yapılarını var edebilmek için çabalamışlar. Ortaya çıkarttıkları ürünler topyekün bir düşünsel sistem oluşturmuyor belki, büyük iddiaları yok. Söyleyeceklerini söyleyip çekiliyorlar; dünyayı hafifçe adımlıyorlar ve gürültüsüz bir şekilde tarihe karışıyorlar, en nazik halleriyle.
Yararlanılan kaynaklar:
1.Lina Bo Bardi, Zeuler R. M. de A. Lima, Yale University Press.
2.Şurası.