Daha Aralık 2016’da çalışma izni yenilenmiş olan Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü hocalarından Noémi Lévy-Aksu, 22 Şubat tarihli YÖK kararıyla çalışma izni iptal edilerek ihraç edildi. İşin traji-komik yanı, 6 Mart haftası içinde Ankara’da doçentlik mülakatını geçti Lévy-Aksu. YÖK Şubat ayında çalışma iznini iptal ettiği birini neden doçentlik sınavına alıyor, anlamak imkansız. Acaba doçentlik verip bir daha atmak için mi? 2008’den beri Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünde profesör olan ve geçtiğimiz sene bu görevinden istifa eden Abbas Vali de aynı tarihli kararla çalışma izninden oldu. Bu iki akademisyen Ocak 2016’da Barış için Akademisyenler Bildirisi’ni imzalamışlardı. İkisi de “yabancı”, ikisi de devletin hazmedemediği, ağızda katur kutur ederek çiğnenmeye direnen türde çalışmalar yürütüyorlar. Türkiye’nin ve akademisinin derin ırkçı geleneği içerisinde ve Türk yasaları önünde kırılgan kılınan, milliyetçi hassasiyetleri suistimal etmek gerekli olduğunda rahatlıkla hedef haline getirilebilen insanlar.
Noémi Lévy-Aksu kararın ardından, Cuma günkü Modern Dünyanın Tarihi adlı kitle dersine misafir oldu ve aşağıda okuyacağınız konuşmayı yaptı. Bir tarihçi ve hoca olarak, bağımsız bilimsel ve kültürel üretimin ne denli önemli olduğunu genç tarihçilere, bilim insanlarına anlatmaya gayret etti. Akademi, tarihçilik diğer kamusal ve siyasi alanlardan kopuk mudur? Bir tarihçinin en dikkat etmesi gereken hususlardan biri çalıştığı dönemi, kendi zamanı ve gerçekliğinin değerler kümesi içerisinden okuma tuzağına düşmemektir. Ancak bu bilimsel bağımsızlık ve objektif olma çabası tepkisiz, ilkesiz ve apolitik olmak mı demektir? İfade özgürlüğü ve onun savunusunun ötesinde, bir tarihçi kendi yaşadığı zamanın sosyo-politik gerçekliği içinde nerede, nasıl durmalıdır?
Bana kalırsa bu tür bir kopukluk, bağımsızlığın ve objektifliğin mana ve ehemmiyetini baltalayan bir yanılgıda kök salıyor. İki uca savrulmadan, hem kendi hayatını savunmak hem de yaptığın işin hakkını vermek oldukça zor iş. Noémi Lévy-Aksu, kendimizi beyhude bir görünmez kılma çabasıyla korumaya çalışarak başımızdan savamayacağımız ve gözümüzü kapattığımızda yok olmayacak bir dehşetin daha da diplerine çekilirken şu çok önemli soruya yanıt arıyor: Bir akademisyen baskıya, haksızlığa karşı nasıl direnmeli?
Konuşmanın bana özellikle çarpıcı gelen kısımlarını boldladım. Buyrun:
Ben Fransızım, anlamışsınızdır herhalde. 2003’ten beri Türkiye’de yaşıyorum. 2010’dan beri Boğaziçi’nde tam zamanlı olarak çalışıyorum. Bildiğiniz gibi Ocak 2016’da Barış için Akademisyenler Bildirisi’ni imzaladım. Bu üniversiteye ulaşan 22 Şubat tarihli YÖK kararıyla sözleşmem iptal edildi. Aynı zamanda sosyoloji bölümünden istifa eden Abbas Vali’nin sözleşmesi de iptal edilmiştir. Onun da çok selamı var hepinize. Pazartesi doçentlik sınavına girdim, belki ilerde bir işe yarar.
İfade özgürlüğüyle ilgili ne diyebilirim diye düşündüm. Eminim aramızda kimse ifade özgürlüğü olmasın demez. Aynı zamanda hepimizin bildiği gibi bugün Türkiye’de ifade özgürlüğü aşikar şekilde, sadece üniversitelerde değil birçok kurumda ve tabi ki medyada kısıtlanmış durumda. Ben kısaca üniversitelerden söz edeceğim. İmzacılar—artık böyle kullanıyoruz terim olarak—yani barış bildirisini imzalayanları düşünürsek yüzlerce kişi ihraç edildi devlet ve vakıf üniversitelerinden. Sadece KHK ile işlerini kaybetmediler, aynı zamanda sosyal güvencelerini de yitirdiler. Çoğunun pasaportları iptal oldu. Ayrıca çeşitli mobbing, baskı ve soruşturmalar devam ediyor. Bunu neden belirtiyorum? Ben yalnız değilim. Bu kişilere nazaran mağduriyetim çok değildir. Haksızlığa uğradığımı düşünüyorum. Bu açıdan Boğaziçi’nden bir tepki çıkacaksa bugünlerde, sadece benimle ilgili değil aynı zamanda Mardin, Kocaeli, Ankara gibi birçok üniversitedeki arkadaşlar için çıkacaktır. Bunun ötesinde, özgürlük için, barış için çıkacak diye umuyorum.
Burada beni özel kılan hiçbir şey yok, öyle olmasını da istemiyorum. Boğaziçili olmak, hele bir de ‘yabancı’ olmak! Bir şeye üzüldüysem o da budur; beni ‘yabancı’ olduğum için ayırmak, farklı görmek. Ben bu ayrımları YÖK’e bırakıyorum. Ben öyle hissetmiyorum. Umarım siz de benim gibi düşünüyorsunuz.
İfade özgürlüğüne dönecek olursam; Türkiye’de yaşanan süreç ve Ocak 2016 imza meselesi açık bir şekilde eleştirel sesleri cezalandırmayı, bu kişileri üniversitelerden kovmayı hedefliyor. Üniversite herhangi bir kurum değildir, demokrasi için, gelecek için çok önemli bir kurumdur. Dolayısıyla, çok üzücü ve zararlı bir süreç söz konusu. Tabi öncelikle ihraç edilenler, öğrenciler ve daha genelde bilimsel, kültürel üretim ve Türkiye’nin geleceği için çok üzücü ve zararlıdır.
Ancak çok fazla üzülmeyin. Geldiğimden beri herkes çok üzgün, ‘geçmiş olsun’larla karşılıyor beni. Teşekkür ederim mesajlarınız için. Üniversiteler ifade özgürlüğü ve eleştirel düşünce üretmek içindir. Ama başka alanlar da var. Sokaklar olsun, yeni yaratılan alternatif akademiler olsun, yurt dışında olsun, çok insan yazılarıyla ve eylemleriyle direnmeye devam ediyor. Dolayısıyla bu bir son değil. Hepimiz isterdik ki herkes üniversitede kalsın. Ben bunu geçici bir süreç olarak görüyorum. O yüzden çok üzgün değilim, ümitliyim. Dediğim gibi, bu mesele sadece bir ifade özgürlüğü meselesi değildir. Aynı zamanda hukuk devletinin yok edilmesiyle ilgilidir. Buna tepki vermek sadece ifade özgürlüğünü savunmak değil, bu hukuksuzluklara tepki vermektir.
Biliyorsunuz benim şu anki çalışma konum Osmanlı’da örfi idare. Örfi idare nedir bilmiyorsanız; bir tür OHAL, Osmanlı’da bir tür sıkı yönetim. Dolayısıyla çalışmam içinde sorduğum sorular, araştırdığım konular hukuku askıya almak, güvenlik ve devlet adına özgürlükleri kısıtlamak, anayasayı boş bir çerçeveye dönüştürmek gibi süreçleri kapsıyor. Osmanlı dönemi çalışıyorum ama bugünden ve başka coğrafyalardan çok da bağlantısız değil. OHAL Türkiye’den başka yerlerde de var. İfade özgürlüğünün ötesinde, şu anda hukuk devletine ne oluyor, demokrasiye ne oluyor diye sormamız lazım. Bunun için partili, aktivist veya örgütlü olmak gerekmiyor. Türk olmak da gerekmiyor. Ben bunların hiçbirisi değilim. Barış bildirisine imza atarken ve imzamın arkasında dururken sadece vicdanımı dinleyerek hareket ettim, ileride çeşitli dayanışma türlerinin içinde bulunurken de öyle yapacağım. Nitekim pek çok arkadaşımız da öyle.
Bu kesinlikle siyasi bir meseledir ve öyle yaklaşmak lazım. Ancak burada ‘siyaset’ ile kastedilen şey partili olmak veya bir partinin taraftarına karşı çıkmak değil. Burada sanırım bazı değerlerimizi birleştirmemiz lazım, Boğaziçi’nde ve tabi ki Boğaziçi’nin ötesinde. Barış, özgürlük ve adaleti savunmanın bir tarafın özelliği olmaması lazım. Bu konuda sanırım birleşebiliriz.
Ben kaç yıldır Boğaziçi’nde Modern Türkiye dersi veriyorum, çok severek verdiğim bir ders. Ermeni meselesinden Kürt sorununa kadar çok tartışmalı ve zor konuları konuşuyoruz. Konuşuluyor, tartışılıyor, kimseyi ikna ettiğim yok ama en azından bu meseleleri konuşmak eleştirel bir şekilde yaklaşabilmek çok önemli. Ve şanslıyız, şanslısınız, bunu Boğaziçi’nde yapabiliyoruz. Bu şansı kullanmalıyız diye düşünüyorum. Bu anlamda özel bir ortamdayız ve bunun farkında olmalıyız. Kimse kimseyi ezmeden, kimseyi dışlamadan bu kutuplaşmaların ötesine gitmemiz gerek artık. Temel değerler etrafında yapabiliriz; öğretim üyesi olarak, personel olarak, öğrenci olarak. En azından bu yönde gayret etmeliyiz.
Bitirirken, tarihten bir örnek vermek istiyorum. Normalde HIST 106 dersinde ben faşizmin yükselişini, 2. Dünya Savaşı’nı anlatıyorum. Bu döneme ait ünlü bir örnekten yola çıkarak, yine ifade özgürlüğü ve direniş konusunda birkaç şey söyleyeceğim. Öncelikle belirtmem gerek, Türkiye’de şu an yaşadığımız zamanla o dönemin aynı olduğunu iddia etmiyorum. Bu tür iddiaları siyasetçilere bırakıyorum. Baskıcı rejimlere karşı direnme yöntemleri hakkında düşünmemiz gerekiyor.
İnsanlar nasıl ilişkilere giriyor ve nasıl direniyor, bir akademisyen olarak ve tabi bir insan olarak. Aramızda çok tarihçi var bölümden ve başka yerlerden. Bölümdeyseniz tarih yazımıyla ilgili birçok ders aldınız ya da alacaksınız, orada karşılaşacağınız en önemli akımlardan biri Annales okuludur, Lucien Febvre ve Marc Bloch’un öncü olduğu. Toplumsal ve iktisadi tarih konusunda çok önemli yenilikler getiren bir akımdır. Bugün bunlardan bahsetmeyeceğim, yani tarih yazımıyla ilgili bir ders vermeyeceğim. Sadece Febvre ve Bloch’la ilgili çok bilinen bir anekdotu aktaracağım.
Beraber Annales dergisini kurup yürüten bu iki tarihçi, 2. Dünya Savaşı’nda Fransa işgal edildikten sonra bir ikilemle karşı karşıya kalmışlardı: Marc Bloch Yahudi olduğu için Annales dergisinin ortaklığını bırakması ve isminin dergiden silinmesi gerekiyordu. O dönemde Bloch ve Febvre arasındaki yazışmalar çok acıklı ve düşündürücüdür; çünkü mesele “ne yapacağız”dır. Febvre, Bloch’a yazıp “ne yapalım, dergiye devam edelim mi?” diye sorduğu zaman, Bloch “devam etmeyelim, bu şartlar kabul edilemez, yani benim ismim olmayacaksa, ortaklıktan çıkmam gerekecekse devam etmememiz lazım” diyor. Ancak Febvre bu cevabı kabul etmiyor ve o şartlar altında bile Annales dergisine ve bilimsel üretime devam etmenin bir görev olduğunu savunuyor ve sonunda Bloch’u ikna ediyor. Böylece tüm savaş boyunca Annales dergisi hiç sekteye uğramadan basılıyor ve tarih açısından önemli makaleler çıkıyor. Bu arada Marc Bloch üniversitesinden atılıyor, Direniş’e katılıyor ve 1944’te Almanlar tarafından kurşuna diziliyor.
Bu konu üzerine çok tartışıldı, Febvre işbirlikçi miydi, yoksa o da entelektüel katkısıyla bir tür direnişçi miydi diye. Bana kalırsa, o dönemin baskı ve şiddet seviyesini düşünürsek Febvre’i suçlamak kolay değil. Bence onun durumu bize, “bir insan ve bir akademisyen olarak nasıl direnebiliriz” sorusunu sorduruyor. Bu meseleyi o dönemin spesifik savaş koşullarından daha genele taşıyarak da sorabiliriz: Bir akademisyenin baskıya karşı nasıl direnmesi gerekiyor? Benim cevabım: hem Febvre hem Bloch gibi direnmek gerekiyor. Yani, hem çalışmalarına, derslerine, bilimsel ve entelektüel üretimine devam ederek, hem de protesto ederek, sesini duyurarak ve bazı durumlarda doğrudan direnerek. Bu ikisi beraber de yapılabilir. Ancak, ne yazık ki her zaman mümkün olmuyor ikisini bir araya getirmek.
Ben Boğaziçi’ni çok seviyorum, işimi de çok seviyorum ve her şeyden önce öğrencilerimi yani burada olan sizleri çok seviyorum. Dolayısıyla bu işe devam edebilmek ve Türkiye’de yaşamamı sürdürmek için her türlü mücadeleyi vereceğim. Ama akademik pozisyonum ve ifade özgürlüğüm, yani haksızlıklara karşı direnmek arasında bir tercih yapmam gerekirse, hiç tereddüt etmeden ikincisini seçerim. Şu an bu tercihi yapmak durumunda değilim çünkü YÖK zaten benim yerime tercih yaptı. Yine de bunu söylemek önemlidir: YÖK beni ya da bizi ya da tüm bu arkadaşları okuldan uzaklaştırabilir ama sesimizi hiçbir şekilde susturamaz. Gidenler de kalanlar da hep birlikte hem üretmeye devam edeceğiz hem de direnmeye. Sizlere de sessiz kalmamayı öneriyorum.
Konuşmayı izlemek isterseniz:
Ana görsel: Etel Adnan, “Dünyanın Yükü” sergisinden.
Metnin İngilizcesi için buraya.