Brexit’lerden Trump’lardan sonra kelime dağarcığımıza bir yenisi eklendi: İngilizce haliyle “post-truth”, Türkçesi muhtelif, hakikat sonrası diye çevirmek istiyorum. Bu zor bir kelime. Duygu ve algıların gerçeklerden daha önemli hale geldiğini, onların önüne geçtiğini ve insanların artık gerçeklere göre değil, bu algılara göre davrandığını anlatan bir kavram. Ama bizler bu kelimenin ifade ettiği şeyi, tam aynısı olmasa da “algı operasyonu” adı altında çoktan keşfetmiştik. Keşfetmiştik keşfetmesine ama böyle yaptığımızı kabul etmiş miydik? Hep öteki algı operasyonu yapmıyor mu, biz gerçekleri söylerken? “Ben değil, sen!”
İşte topu atana iade etmek dediğim bu, “ben değil, sen” hâli, yani en iyi bildiğimiz şeyin resmi!
“Ben değil, o!” mantığı başka kelimelerde de işliyor, özellikle zor kelimelerde. Bunlardan çok var ama ben bu yazıda sadece bazıları üzerinde durmak istiyorum. Ayrımcılık, önyargı, kalıp-yargı ve nefret suçları bu kelimelerden bazıları. Ne demek bunlar? Kötü şeyler olduğu kesin ama “kadınlar duygusaldır” dediğim zaman önyargı ile mi söylemiş oluyorum, kalıp-yargı mı kullanıyorum, ayrımcılık mı yapıyorum, nefret suçu mu işliyorum?
Birkaç tanımla işe başlayalım. Lafı fazla dolandırmamak için Melek Göregenli’nin bu tanımları yaptığı çok kullanışlı “Temel Kavramlar: Önyargı Kalıpyargı Ayrımcılık” başlıklı makalesine başvuracağım. Önce ayrımcılık: “Bir gruba veya bir grubun üyelerine önyargılardan beslenen olumsuz tutum ve davranışların tümüyle ilgili bir süreçtir.” (s.21., vurgu yazarın) Vikipedia da benzer bir tanım yapıyor: “Bir kişiye ya da gruba belli özelliklerinden dolayı önyargılı davranmaya denir. Bu davranış pozitif ya da negatif yönde olabilir.” Demek ki ayrımcılığı anlamak için önyargının ne olduğunu bilmek gerekiyor. Melek Göregenli’ye göre “Önyargılar, diğer insanları, bireysel varoluşlarından değil, grup aidiyetlerinden hareketle değerlendiren bir tutumu ve olumsuz, dogmatik kanaatleri ifade eder. Ayrımcılığın yöneldiği kişiler, kişisel özellikleri değil, ait oldukları grubun özellikleri nedeniyle bu davranışın hedefi olmaktadır.” (s.21) Göregenli, önyargıları doğuran şeyin toplumda var olan farklılıkların algılanma biçimleri olduğunu da sözlerine ekler.
Önyargıların ilişkide olduğu bir diğer kavram da Kalıp-yargı’dır. Göregenli bunu şöyle tarif eder: “Kalıp-yargılar, belirli bir objeye ya da gruba ilişkin bilgi boşluklarını dolduran, böylece onlar hakkında karar vermeyi kolaylaştıran, önceden oluşturulmuş̧ birtakım izlenimler, atıflar bütünü olarak zihnimizde oluşturduğumuz imgelerdir.” (s.23) Yani önceden oluşturulmuş, ama kimin de oluşturduğu pek belli olamayan başkaları ve özellikle de farklı olana ilişkin düşüncelerden söz ediyoruz.
Altını tekrar çizmekte yarar var: önyargı ve kalıp-yargı düşünce ifade ederken, bu düşünceyi hafif bir şekilde (?) davranışa dökmenin ayrımcılığa yol açtığı söyleniyor. Düşünceler daha da sert bir biçimde, yani bir suç işleyecek raddede davranışa dökülünce ise nefret suçları işlenmiş oluyor. Nefret Suçları Yasa Kampanyası Platformu’na göre: “Belirli ve ortak karakteristik özellikleri bulunan birey ve gruplara veya onların mülklerine yönelik önyargılarla işlenmiş suçlara nefret suçları denir.”
Şimdi sorun davranışla düşünceyi birbirine bağlayan bu kavramların toplumda ne kadar yer edindiği, ya da edinebileceği sorularını sormak, ya da bunları edinmenin yolu da “şart olan eğitimden” mi geçer sorusuna cevap bulmaya çalışmak. Mahkemelerde bile kadın katillerinin kolaylıkla haksız tahrik indirimi alabildiği ülkemizde acaba düşüncelerle davranış arasındaki ilişkiye mi bakmalı yoksa, yılların getirdiği alışkanlıklar, ideolojiler ve demagojiler yoluyla otomatik reaksyonlarımız mı incelenmeli?
Aslında bence sorun Anayasa’da. Herkes ırk, dil, din, inanç, cinsiyet, gibi farklılıkları ne olursa olsun eşit vatandaş olarak tanımlanıyor. Ama kimse kimseyle eşit olmak istemiyor ki! Önyargı, ayrımcılık ve nefret suçları eşit olmak istemeyenlerin, eşit olunduğuna inanmayanların yaptığı şeyler aslında. Eşitlik varsayılmasa, herkes belli hiyerarşileri tanısa belki de bu suçlar işlenmeyecek! Erkekler kadınlardan üstündür, zenginler fakirlerden (ama bir dakika Yeşilçam böyle demiyordu: fakir ama gururlu genç, neoliberal kapitalizme kurban gitti galiba!), beyazlar siyahlardan, okumuşlar cahillerden (burada da bir es vermek gerekiyor galiba: hakikat sonrası toplumlarda cahiller daha makbul hale geldi mi gerçekten?) üstün olduğu kabul edilse kimse ayrımcılık yapmayacak çünkü yapmak için neden kalmayacak, çünkü birileri diğerlerinden zaten ayrı ve üstün olacak.
Ayrımcılık yapıldı diyelim. Örneğimiz cinsiyetçilikten gelsin. Yani birisine kadın ya da erkek olduğu için ayrımcılık yapılmış olsun. Şöyle bir konuşma hayâl edelim:
Erkek: -Önce ben konuşacağım.
Kadın: -Neden önce sen? Sen erkek, ben kadın olduğum için mi? Buna cinsiyetçilik denir.
Erkek: -Ne alakası var? Ben daha önce elimi kaldırdım. Hem asıl cinsiyetçiliği sen yapıyorsun. Ben kadınlarla ilgili bir şey dedim mi?
Kadın: -Benim elimi kaldırdığım görülmedi bile!
Bu örnekte tabii ki kadın karşısındaki erkeğin kendini bir kategoriye, kadınlar kategorisine koyduğu için elinin kalktığını bile görmediğini iddia ediyor. Muhtemeldir ki o kadın bir feministtir. (Zaten cinsiyetçilik yapmasalar, feminist olmazlardı, öyle değil mi?!) Cinsiyetçiliği dile getiren kadının cinsiyetçilikle suçlanmasına ise topu atana iade etmek diyorum. “Esas sen o şeyi yapıyorsun!” mantığı var olan nedensellik ilişkisini ters yüz etmek. Sara Ahmed nefretle ilgili daha güzel örnekler veriyor aslında. “Siyahları İngiltere’den kovmalı” diyenlerin nefret suçu işlediği iddiasına verilen karşılık şu oluyormuş: “Hayır, ben ülkemi sevdiğim için bu zararlıların gitmesini istiyorum. Sen aslında bu ülkeden nefret ediyorsun ki gelmelerini destekliyorsun.”
Irkçılık, cinsiyetçilik gibi ayrımcılıklar, önyargılar ve nefret suçları, eşit olmak istemeyenlerin kabul edeceği suçlamalar değildir. Genelde ayrımcılığın eşitlikle olan ilişkisi kabul edilir ama insanlar arasında var olmaya devam eden bir eşitsizliğin ayrımcılığa yol açtığı söylenir. Yani eşitsizlikler yok edilse ayrımcılık kalmayacak sanılır. Ama işler böyle değil ve sorun çok daha ciddi. Kimse kimseyle eşit olmak istemiyor. (Eşitliği de aynılık olarak algılayınca “Beş parmağın beşi de bir mi?” hamasetine aniden kayıyoruz.) İstenmiyor çünkü eşitlik zor zanaat. Herkes eşit olsa ben nasıl bir adım öne geçebilirim ki?Halbuki eşitlik olunan bir şey değil, mücadele ile, acı çekerek, sürekli olarak, kendini sorgulayarak ve yeniden ve yeniden yaratılan bir şey, her daim üzerinde düşünülmesi gereken bir iş yapma biçimi.
Unutmamak lazım ki eşitlik uğruna da az suç işlenmiş değil şu dünyada. “Medeniyet götürmek boynumuzun borcudur” diyerek girişilen sömürge savaşları bunun en bariz örneği. Ama başkasının inancını, dünya görüşünü küçümsediğimiz, kafamızdaki bir ölçüye (modernlik olur, bilimsellik olur, hiç yoksa birisi yeterince “serin!” değildir) göre eksik bulduğumuz her an bu suçlar işlenmiyor mu? Brexit ve Trump yorumcuları bu yüzden, bu günlerde bu tarihin bedelinin ödendiğini iddia ediyorlar.
Ana görsel: John Baldessari, Tiger and Trainer.