Din ve Maneviyat Üzerine Düşünceler serisinde altıncı bölüm.

KÜLTÜR

Tanrı Ne Zaman Bize Benzemez Oldu?

Eski Türklerin mit ve destanlarını okuduğumuzda, tanrıyla insan arasında net bir ayrım olmadığı bir alanda olduğumuzu fark ederiz. Atalar tanrı mıdır, yoksa insan mıdır? Destanlar bize kavimdeki çeşitli boyların tarihsel kökenlerini sunarlar, fakat bu tarih tanrısal güce sahip ataların hikâyesidir. Atalar kültünün havzasındaysak, mit ve tarihi birbirinden ayırmamız imkânsızdır.

 

Mit dediğimizde aklımıza genelde Yunan mitolojisinin insana benzer tanrıları gelir. İnsani duygu ve kusurlarla donatılmıştır bu tanrılar. Yunan tanrılarıyla ilgili daha da temel bir özellik, insanlarla kurdukları ilişkidir. Tanrılar dünya üzerinde, insanlar arasında olan olaylara an be an müdahale ederler. İnsan kılığına girip insanlara görünerek akıllarını çelerler. En çok sevdikleri destan kahramanlarını korurlar, ölmek üzereyken savaş alanından kaçırırlar. Antik Yunan’da insanların tanrılara rahat ulaşımı vardır, yeri gelince kargılarıyla yaralamaları bile mümkündür tanrıları.

 

Antik Yunan’da tanrıların sahiplendikleri çeşitli şehir ve bölgelerle özdeşleşmesi gibi, farklı mitolojilerde de tanrılar yereldir. Dünyanın birçok yerinde yerlilerin sömürgecilerin dinlerini kabul etmelerinin arkasında aynı dinamik yatar: Sömürgeciler kendilerinden daha kuvvetli olduklarına göre, tanrıları da kendi tanrılarından daha kuvvetli olmalı. Bu mantığın da arkasında tanrılarla kurulan yakın ilişki ve özdeşlik vardır.

 

Tanrıların “aşkın” olarak tanımlanmaya başlanması, dinler tarihinin önemli bir evresidir. Semavi dinler olduğu kadar Budizm gibi düşünce sistemleri de bu evrenin parçası olarak görülür. Artık tanrı, insan tarafından bilinmezliği ve ulaşılmazlığı üzerinden tanımlanır hale gelmiştir.

 

Din değiştirmeyle ilgili temel dinamikleri de bu durum belirler: Tanrılarını yerel ve ulaşılabilir olarak algılayan kabileler, yeni tanrıları kabul etmeye çok daha hazırdır. Hristiyanlığı hızlıca kabul edebilirler, ama Hristiyanlığın kainat algısını içselleştirmeleri çok daha uzun zaman alır. Senkretizm dediğimiz olgu bu şekilde doğar. Tanrısını aşkın ve evrensel gören toplumların ise din değiştirmeleri çok daha zordur, yeni dine çok daha kolay adapte olabilecek olsalar bile.

 

İslam’ın ortaya çıkışından beri temel iddialarından biri, Hristiyanlık tarafından tahrif edilmiş olan tanrıya ait aşkınlığı yeniden tahsis etmesidir. Tanrının zatının tüm isim ve sıfatlarından “münezzeh” olduğu fikri, İslami düşüncenin temellerinden biridir. Tanrıyı isim ve sıfatlarıyla özdeşleştirmek teşbihe düşmek riskini doğurur ki, bu putperestlik demektir. Fakat bu noktada İslam tarihi, temel bir sorunsalla karşılaşır: ulaşılmaz olan bir tanrıya nasıl ibadet edeceğiz? İbadet kelimesinin kelime anlamı kulluk demektir. Kulluk, tanımı itibariyle tanrıyla ikili bir ilişkiyi varsayar. Kulluğun mümkün olabilmesi için, tanrının ulaşılmazlığıyla erişilebilirliği arasında bir denge gerekir.

 

Diyebiliriz ki tasavvufu bin yıla yakın bir süre boyunca toplumsal dinamiklerin merkezine oturtan sebeplerden biri, bu dengeyi kurmaktaki başarısıdır. “Evliya” kelimesinin anlamı, “tanrı dostları” demektir. Tanrıyla dost olmak, onun isim ve sıfatlarının taşıyıcısı olmakla mümkün olur. Bu taşıyıcı vasfını gerçekleştirebilmiş olan insan tanrıyı aynalar hale gelir. Tanrının ulaşılabilir yüzü olur. Selefiliğin günümüzde şiddetle reddettiği evliya kültünün temelinde bu anlayış yatar. Evliya, tanrıyı ulaşılabilir kılan kişidir. Tanrıyla iletişimin aracısı olmanın ötesinde, bu iletişimi aracısız bir şekilde hayata geçirmek isteyen kişi için model oluşturur. Mükemmelliğin, insan zihninin algılayabileceği yüzüdür evliya.

 

Mutasavvıflar farklı mertebelerdeki kişilerle konuşurken farklı diller kullanırlar. Sıradan bir müslümana veya tarikata yeni girmiş bir kişiye tanrının aşkınlığını vurgularlar. Allah’tan korkmayı telkin ederler. Ödül olarak cennetten, ceza olarak cehennemden bahsederler. Kişi maneviyat mertebelerini tırmandıkça korkunun emniyet duygusuna dönüşmesi gerçekleşir. Bu kişi için artık ödül ve ceza sistemi işlemez, çünkü onun tek amacı Allah’a ulaşmaktır. Bu noktadakilere konuşan sufi, aşkınlık yerine içkinliğe vurgu yapar. Tanrı her şeyde içkin olduğu gibi sende de içkindir. Dolayısıyla yapman gereken keşif, kendi benliğinin keşfinden başka bir şey değildir.

 

Evliya aralarında konuştuklarında ise aşkınlık ve içkinlik bir olur, aralarında bir denge oluşur. Bu dengenin yaratılmış varlıklar arasında, tanrısal olmayanın dünyasında yaşamını sürdürürken, bir yandan da tanrıyla bir olmayı mümkün kılan şey olduğu düşünülür. Evliya da hem aşkındır, hem içkindir. Aşkındır, çünkü onu ancak gönül gözü açılmış olanlar görüp tanıyabilir. İçkindir, çünkü insan olmak evliyalık vasıflarına sahip olmak demektir. Allah’ın tüm isim ve sıfatlarına mazhar olmak insanı diğer tüm canlılardan ayıran şeydir.

 

Tasavvufun maneviyat mertebelerine göre organize olan dünyasında, bazılarının tanrıya ulaşımı aracılarla olur: Evliya ve mürşidin temel bir işlevidir bu. Bir kesime ise tanrıyla hemhal olmak bahşedilmiştir. Bu açıdan bakıldığında Hristiyanlıkla temel bir ayrım da çarpar gözümüze. Hristiyanlık kurumsallaştıktan sonra tanrıyla insan arasına aracılar koyarak insanın tanrıya doğrudan ulaşımını koparmıştır. Tabii benzer bir eleştiriyi sufiler tasavvufun kurumsallaşmasına da yapıyorlardı. Aracısız, doğrudan bir ilişkinin kemale ermek için tek yol olduğunu savunan akımlar vardı. Bunlar arasından Anadolu’da en bilineni Melamilerdir.

 

Aşkınlık ve ulaşılabilirlik ekseninde baktığımızda Alevilik kendine has bir yerde durur. Dedelik kurumu, tanrıyı ulaşılabilir kılan aracı konumundadır. Bununla birlikte, tanrının ulaşılabilirliğinin en önemli temsilcisi Hz. Ali’dir. Az önce evliyanın tanrının ulaşılabilir yüzü olduğunu söyledim. Alevilikte bu vasıf Hz. Ali’ye ve onun uzantısı olarak Oniki İmam’a aittir. Sünni tasavvufta ilk yaratılan varlık Hz. Muhammed’in nurudur. Tüm kainat Hz. Muhammed’de tecelli etmiştir. Alevilikte ise bu nur Muhammed-Ali’nin nurudur. Muhammed ve Ali, aynı nurun zahiri ve batını olarak birbirlerini tamamlarlar. Bu dünya görüşünde kainat, görünmez olandan görünür olana, batından zahire doğru gerçekleşen bir tecelliler zinciridir. Evliyaya baktığımızda Muhammed-Ali’yi, Muhammed-Ali’ye baktığımızda Allah’ı görmüş oluruz.

 

Allahın ne ölçüde ulaşılabilir kabul edildiği, farklı tasavvufi tarikatları ve farklı mezhepleri birbirlerinden ayıran bir ibre gibidir. Bu konuyla ilgili tartışmaların kaç defa ölümle sonuçlandığını hatırlatmaya gerek yok. Bu gözle baktığımızda, tanrının erişilebilirliği sorunsalının teolojik olduğu kadar sosyal bir mesele de olduğunu görürüz. Aslında bu tarih boyunca böyledir: krallar, kabileler, ordular, meşruiyet zeminlerini tanrılarıyla kurdukları ilişkiden ve onun sunduğu iktidar alanından almışlardır. Kralların meşruiyeti dinlerine, dinlerin meşruiyeti krallarına bağlı olmuştur.

 

Bütün bu aşkınlık-ulaşılabilirlik tartışmasını günümüze nasıl bağlayabiliriz? Dinin kurumsal ağlarla örüldüğü, bu kurumsal ağların dışında kalan din tanımlarının meşruiyetleri için savaş vermek zorunda oldukları bir düzenin içinde yaşıyoruz. Günümüzdeki tarikatlaşma, klasik tasavvufta olduğu gibi kişinin kendi içsel yolculuğuyla tanrıya ulaşmasına odaklanmıyor. Tam tersi, aracıların sayısını arttıran bir dinamik sunuyor. İçkin bir tanrının yerini tamamen aşkın bir tanrının almış olduğunu söyleyebiliriz.

 

Tanrı ulaşılmaz hâle geldikçe, dine dair toplumsal dinamikler arasında gözden yittikçe, tasavvufun ileri mertebedekilere telkin ettiği emniyet duygusu da kayıplara karışıyor. Günümüzde tasavvufun kendisi, kendi sunduğu maneviyat mertebelerinin ilkine sıkışmış durumda.

 

(Fotoğraf: Duygu Aytaç)

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YHikmet Şırlak’la Söyleşi: Kilimi Keşfetmek
Hikmet Şırlak’la Söyleşi: Kilimi Keşfetmek

Bir kilimi sanatsal açıdan tecrübe etmenin yolu onu deşifre etmekten geçmiyor.

KÜLTÜR

YDin ve Maneviyat Üzerine Düşünceler V: Ortaçağ’da Akıl, Aşk ve Delilik
Din ve Maneviyat Üzerine Düşünceler V: Ortaçağ’da Akıl, Aşk ve Delilik

Tasavvufun klasik döneminde (9-13. yüzyıllar) aklın tanımı en temel tartışma konularından biriydi. Bazı sufilere göre, hakikatleri tecrübe edebilmek için insanın aklını yitirmesi şarttı.

KÜLTÜR

YDin ve Maneviyat Üzerine Düşünceler IV: Din Dışı Maneviyatın Alanı Ne Olabilir?
Din ve Maneviyat Üzerine Düşünceler IV: Din Dışı Maneviyatın Alanı Ne Olabilir?

Tüm dinlerde ibadetin kökeni, en derindeki “ben”in bir başka varlığın önünde benliksiz bir sevgiyle eğilmesinden ibarettir.

Bir de bunlar var

Dünyayı Kurtarmayan Adamlar (Ve Saçları)
Siz Hiç Ahtapot Ağaç Gördünüz mü?
“Beauvoir Olmak” ve Yazmak

Pin It on Pinterest