San Francisco’lu ressam Joan Brown’la bir Pazartesi öğleden sonrası dişçimin bekleme salonunda tanıştım. Tanıştığımızı söylüyorum çünkü ölen bütün yazar ve sanatçıların eserleriyle ilk karşılaşmamızda, bizleri ziyaret ettiklerine inanıyorum.
Joan Brown, karşıma Google arama motorunda çıktı. Resmine ilk tıkladığımda çok ciddi bir ifadeyle bana bakıyordu. Sağında ve solunda ona eşlik eden ve onu koruyan nesneler, hayvanlar ve figürler vardı.
20’lik yaş dişim çekildikten sonra eve gittiğimde ağrı kesicinin etkisi geçmeden yatağıma büzüşüp google görseller’de ona ait olan bütün resimleri bilgisayarıma indirdim. Hepsine çektiğim korkunç ağrıdan sızana kadar tek tek baktım.
Bu ülkede akıl sağlığımızı kaybetmemek istiyorsak, içine sadece bizim girebileceğimiz bir alan yaratmamız gerekiyor. Denk geldiğimde etrafımda bunu çaktırmadan müthiş bir şekilde yapan insanları gözlemliyorum. Mesela ölmeden önce bir kaç sene boyunca dedemin alanı: bulduğu bütün kovboy filmlerini sessizde izleyip bunu yaparken de bulmaca çözüp bir yandan da suda yumuşamaları için beklettiği kuru kayısıları yemekti. Bir çok memurun gözlemlediğim kadarıyla günlük devlet dairesi rutinlerini daha katlanılabilir kılmak adına kendileri için yarattıkları “alan” bol japon balıklı bir akvaryum veya çiçekçi dükkanını doldurabilecek kadar bitki sahibi olmak. Mesela tanıdığım bir arkadaşımın anneannesinin “alanı” ise bütün emekli maaşıyla, televizyonda reklamı yapılan ve çoğu zaman hiç bir işe yaramayan garip ev aletlerini satın alıp paketleriyle kilerinde saklamak.
Ben resimlere bakıyorum. Beni en çok rahatlatan şeyin bu olduğuna karar verdim ve kendim için yarattığım alan da kendiliğinden bu oluverdi. Bilinçsizce başlayan bu eylem, bilgisayar ekranımda yüzlerce resimden oluşan bir dosyaya dönüştü. Hiç bir sınıflandırma olmaksızın, beni kendine çeken bütün resimler ilgimi çekiyor. Onları kaydediyorum ve bazen çıktılarını alıp defterlerimin, kitaplarımın arasına koyuyorum.
Fotoğraflar artık ilgimi çekmiyor. Manzaralar, güzel gülümseyen insanlar, sofralar, masmavi denizler, upuzun kumsallar, hayallerimdeki koltuklar, lambalar, moda çekimleri, bunların, hiç biri umurumda bile değil. Gözüm hep birilerinin hayal dünyasına, saatlerce çizip boyadığı şeylere gidiyor.
Joan Brown’la tanıştığımız günden beri, ilk defa gitgide dolup taşan dosyamdan ayrı bir dosya tutmaya karar verdim. İçine de sadece onun resimlerini koydum. Çoğu otoportreleri: yüzmekle kafayı bozmuş ve bu sevdası yüzünden 1974 Alcatraz yüzme yarışlarında boğulmaktan zor kurtulan Joan, hayallerinde bir kaplana dönüşmüş kuyruğunu sallayarak güneşlenirken, duş alırken ona havlu tutan köpeğiyle yine Joan.
Yeni avladığı balığı gururla herkese gösterirken, yanında köpeğiyle kadeh kaldırırken, tiyatro lobisinde dalgın bir şekilde arkadaşlarını beklerken, oğluyla kışı karşılarken, vücudunun her gün yaşlanan parçalarını tek tek kayıt altına alırken…
Joan’nın size saydığım ve daha bir çok resmine baktıkça sanki hiç tanımadığım bir kadının günlüğüne gizlice göz gezdiriyormuşum hissinden kurtulamıyorum. Bu yüzden de hayatını artık kafamda canlandırmakla yetinmeyip, 1980’lerde ve 90’ların başında San Francisco sanat dergilerine verdiği bir kaç röportajını okumaya başladım. Kafamı meşgul eden “Neden bu kadar otoportre çizmiş ki? “ sorusuna verdiği cevaba, işte bu röportajlardan birinde rastladım:
“Bir çok insan neden bu kadar otoportre çizdiğimi soruyor, bunun iki sebebi var birincisi başka birini bu iş için tutmaktansa kendimi model olarak kullanmak çok daha kolay oluyor ve resim yaparken başkalarının varlığını çok sevmiyorum yalnız kalmayı tercih ediyorum. İkincisi de bu otoportreler benim nereden geldiğimi gösteriyorlar. Kenara çekilip kendime bir izleyici gibi bakabiliyorum. Resimlerimi hep yakınımda tutuyorum. Bir günlük gibi bana şimdiye kadar nerede olduğumu, nereye gitmek istediğimi ve şu anımı gösteriyorlar…” (Exposse Mag 1985- Mart Nisan)
Brown’nun, bütün resimlerinin bu kadar kişisel oluşunun tek sebebinin sayısız otoportresi olduğunu düşünmüyorum. Dosyamdaki resimlerine göz gezdirdikçe, günlük hayatını dolduran her şeye duyduğu ilgi ve onları çizerek bir nevi kayıt altına alma tutkusu hemen fark ediliyor. Pişirdiği noel kurabiyeleri, her gün açıp kapadığı hantal buzdolabı, lavabodaki kirli tabakların önünde köpeğiyle mutfakta bir işler karıştıran oğlu, bol şarap tüketilen bir İtalya seyahatinden hatırda kalan David heykeli, erkeklerle yaşadığı hayal kırıklıkları, yüzme antrenmanları, kedileri, köpekleri, kabusları ve rüyaları kısacası Joan’nı etkileyen her türlü tecrübe resimlerine konu olabiliyor. Bu resimlere baktıkça, birilerini etkileme gayesinden ve her türlü iddiadan ne kadar uzak olduklarını düşünüyorum. Joan, bir röportajında kendi dünyasında bulduğu ilhamla yaptığı resimlerin onun için ne ifade ettiğini şu şekilde açıklıyor:
“Yaptığım bütün resimler sadece o gün, o hafta veya o an için önemliydi. İfade ettikleri şey sadece bununla sınırlıydı, sonrası için veya tarih için sanat yapma düşüncesi aklımdan asla geçmiyordu. “
Joan Brown’nun yüzme tutkusu ve San Francisco körfezinin onun için önemi yüzme koçuyla olan resimleri, boğulmaktan zor kurtulduğu Alcatraz yüzme yarışları, yüzme antrenmanlarının yer aldığı bir çok resimde kendini belli ediyor.
Bir röportajında, küçükken babasının alkolik oluşu ve annesinin depresyonu ve geçirdiği epilepsi krizlerinden uzaklaşabilmek için ya antik medeniyetleri araştırmaya şehir kütüphanesine ya da yüzmek için San Francisco körfezine kaçtığını okuyorum. Ve yine yıllar sonra babasının geçirdiği ani kalp krizinden ölmesi ve hemen ertesinde annesinin evinde kendini asması, onu yeniden huzur bulmak için San Francisco körfezine sürüklüyor.
Joan’nın hayatına dair yazılanlara göz gezdirmeye devam ettikçe 80’lerden itibaren gittikçe ticarileşen sanat dünyasına duyduğu öfkeyi ve bunun sonucunda eserlerini galeriler yerine halkın bedava girebileceği müzelerde veya kamusal alanlarda sergilemeyi tercih ettiğini öğreniyorum. Brown, sanatın sadece zenginlere özel bir şey olmadığını aktif bir şekilde savunurken yavaş yavaş resimlerinin yanı sıra, Mısır hiyerogliflerinden esinlendiği obelisklerini farklı kamusal alanlara yerleştirmeye başlıyor. 1991’de The Monthly dergisine verdiği bir röportajda ona boğucu ve tek düze gelmeye başlayan sanat dünyasıyla ilgili şu yorumları yapıyor:
”Sanat dünyası sokaktaki insanları sanattan koparıyor. Bu insanların kaçının bir galeriye veya müzeye gidecek parası veya isteği var ki? Sırf kendilerini cahil hissettikleri için gerilen ve hayatında asla müzeye gitmemiş bir sürü insan tanıyorum. Aynı antik çağlarda olduğu gibi sanatın tekrar toplumun parçası haline gelmesi fikrini çok seviyorum. Yıllar geçtikçe koleksiyonculara dair inancımı yitirdim. Şimdi sanat eseri toplayanların çoğu yatırımcı. Sanatı bir şişe şarap veya araba satın alır gibi alıyorlar. Koleksiyoncular sanatı statü sembolü gibi satın alıyorlar. Bazı resimlerimin bir hafta içerisinde bir çok kez el değiştirdiğini hatırlıyorum. Bazen resimlerimi satmayı reddettiğim dönemler oluyor. Bazı sergilerimde hiç bir şeyi satışa çıkarmıyorum ya da o kadar büyük boyutlarda parçalar üretiyorum ki satın almak için satışa elverişli olmuyorlar.” (The Monthly Ocak 1991)
Joan’nın çizdiklerini anlatırken yazı boyunca sanat terminolojisindeki anahtar kelimeleri cümlelerime serpiştirerek, profesyonel bir dil kullanmayı denedim beceremiyorum. Desenlerden, çizgilerden de pek anladığımı söyleyemem. Ama Joan’nın resimlerine bakmayı çok seviyorum. Onlarla, 70’lerdeki bir kadının hayallerini, vücudunu, hayatını kafamda kuruyorum ve fark ediyorum: kadın olmanın getirdiği bir çok ruh hali üzerine sırf yazıp konuşurken, bence Joan’nın resimleri bakılmayı bekliyor.