Geçen hafta bu soruyla kafalarımızı ve ülke gündemini meşgul eden Kibariye, “hamile değilim, sakin olun” açıklamasıyla hepimize rahat bir nefes aldırdı! Yaklaşık on yıl önce ünlü bekar kadınların sperm bankasıyla hamile kalma vakalarını uzun uzun tartışan Türkiye, bu tartışmaları takiben 2010’da çıkarılan yasal düzenlemeyle yurtdışına yumurta, sperm ve embriyo donasyonu (bağışı yada nakli) ve taşıyıcı annelik için gidilmesini yasaklayan dünyadaki ilk ülkelerden biri olmuştu. Küçük bir hatırlatma; Türkiye’de “tüp bebek” teknolojileri ile ilgili 1987’de yayınlanan ilk yasal düzenlemeden beri teknolojik üremeye yardımcı uygulamaların sadece evli çiftlerin kendi sperm ve yumurtaları kullanılarak yapılmasına izin verilmekte. Yani, ülkemizde sperm, yumurta, embriyo donasyonu ve taşıyıcı annelik gibi uygulamalar evli yada bekar olsun kimseye uygulanmamakta.
Medyada çıkan haberler sperm bankalarından sadece bekar kadınların çocuk sahibi olduğu gibi genel bir algıya kapılmamıza neden olmuşken, Özcan Deniz’li (hem bolluk, bereket ve üremeyi hem de aile sırlarını bol bol imleyen) nar metaforlu TV dizileriyle (Kaderimin Yazıldığı Gün) de taşıyıcı annelik üzerine epey bilgi edinmiştik. Kibariye’nin hamilelik haberiyle ise artık sıra yumurtaya geldi! Gelin hep birlikte bu haber vesilesiyle kadın yumurtasının artık pek gizli olmayan dünyasına doğru küçük bir yolculuğa çıkalım.
Feminist antropolog Emily Martin’in 1991 yılında yayınlanan ve günümüzde artık klasikleşmiş olan makalesiyle başlayalım. Martin bu makalesinde, Amerika’daki zamanın tıp kitaplarını inceleyerek bilimin sperm ve yumurtayı basmakalıp kadınlık ve erkeklik rolleri üzerinden tarif ederek nasıl cinsiyetlendirdiğini tartışır. Buna göre, sperm ve yumurtanın romantizmine dönüşen üreme anı adeta prensesli, prensli masallar gibi anlatılır. Milyonlarca sperm arasından süzülerek yarışı birincilikle tamamlayan şampiyon sperm en hareketli, en çevik ve en hızlı olarak prens edasıyla resmedilirken, yumurta ise adeta nazlı bir prenses (sanki bir uyuyan güzel ya da kuleye kapatılmış bir Rapunzel) edasıyla, spermin aksine, sessiz, sakin, durgun, durağan bir şekilde kadın bedeninin karanlık dehlizlerinde kendisini dölleyecek (şampiyon/prens) spermini bekler. Ancak bu bekleyiş öyle sonsuza dek sürmez, süremez yumurta için!
Martin’in makalesinde belirttiği gibi, hakim tıbbi söyleme göre, erkekler sınırsız sperm üretimiyle bahşedilmiş iken, kadınlar daha anne karnından başlayan bir “çöküş,” “ kaçınılmaz son,” “biyolojik saat” gibi karamsar ifadelerle tanımlanan bir üreme sistemi ile adeta lanetlenmiş gibi resmedilirler. Buna göre, her regli dönemi döllen(e)meyen yumurtanın kaybıyla yaşanan bir süreç gibi anlatılırken, menopoz da her kadının üreme hikayesinin kaçınılmaz son perdesi olarak karşımıza çıkarılır.
Ünlü bir tüp bebek doktoru der ki:
“Bugün kadınlar için 3 tane önemli yaş olduğu ortaya çıktı. Bir tanesi, ilk adet gördükleri yaş. İkincisi, adetten kesildikleri menopoz yaşı. Üçüncüsü de 37 yaş, daha da basitleştirelim 35 yaş. 35 yaşından sonra yumurtalıklar içerisindeki yumurta sayısı anlamlı şekilde azalıyor.” (Bülent Gülekli, 99 Sayfada Tüp Bebek, p.8.)
Türkiye’de kadınların menopoza girme yaşının ortalama 47-49 olduğunu aklımızda tutarak, kadın üreme sisteminin bilimsel olarak nasıl tarif edildiğine bir örnek üzerinden bakalım:
Her kadın doğduğu sırada yumurtalıklarında 400.000 – 500.000 yumurta ile dünyaya gelir. Bu sayı sabittir ve artık geri sayım başlamıştır. Yumurtalar yumurtalıklarda ergenlik çağına yani adet görme yaşına kadar sakin, sessiz beklerler. Bu dönemde vücudun gelişmesi ile paralel olarak cinsiyet ile ilgili hormon salgıları başlar ve artık yumurtalar bu salgıya olgunlaşarak cevap verirler. Düzenli adetler yumurtanın olgunlaşmasını ve her ay kadın vücudunun gebeliğe hazırlığını gösterir. Her adet döneminde yaklaşık 900 – 1000 yumurta olgunlaşma çabasına girişir, ancak bunlardan sadece biri, pek nadiren de ikisi yeni bir canlı oluşturabilecek kadar olgunlaşır ve döllenmek üzere yumurtalık dışına atılır. Geri kalanlar, yani seçilemeyenler bulundukları yerde yok olurlar. Bu yumurtaların tükenmesi ile birlikte menopoz oluşur ve menopoza girme yaşı kadından kadına farklıdır.”
İstatistiklere göre (ülke olarak) menopoza girmiş olduğunu düşündüğümüz 56 yaşındaki Kibariye’nin hamile olduğunu açıklayarak tıp uzmanlarını heyecanlandırması boşuna değil yani! Peki, bahsi geçen yumurta nakli/ bağışı/ donasyonu ne ola ki?
Boşalma sonucunda erkek bedeninin dışına çıkan, bedenden bedene kolaylıkla geçebilen ve saatlerce canlı kalabilen sperm, yumurtaya kıyasla, yıllar öncesinden üreme teknolojileri uygulaması olarak sperm donasyonu ile yerini tarih sahnesinde almıştır. Yumurta donasyonu ise 1980’lerin ortasında Avustralya’da donör yumurtasıyla (yani başka bir kadından alınan yumurtayla) gerçekleşen ilk doğum vakasıyla resmi olarak dünyada uygulanmaya başlamıştır. Bundan önce, 1978’de dünyanın ilk tüp bebeğinin İngiltere’de dünyaya gelmesiyle kadın bedeninin karanlık dehlizlerinde gizli saklı sessiz sakin bekleyen yumurta, bilim dünyasının meraklı çabalarıyla artık gün yüzüne çıkmaya başlamıştı zaten.
Yumurta donasyonuyla yaklaşık olarak 20-30 yaş aralığındaki genç kadınların (tüp bebek tedavi sürecindeki kadınlar gibi) yaklaşık 10-12 gün boyunca hormon ilaçları kullanarak birden fazla (10, 20, 30 olabiliyor bu sayı) yumurta üretmeleri sağlanıyor. İstenilen büyüklüğe ulaşan yumurtalar daha sonra genel anestezi altında özel aletler yardımıyla vajinal yoldan “toplanıyor.” Önceleri, yumurta vericisinden toplanan yumurtalar spermle döllenip hemen yumurta alıcısı kadına nakledilirken, son zamanlarda geliştirilen yumurta dondurma teknikleriyle, hemen nakledilmeden, dondurulup daha sonra kullanılmak üzere uzun yıllar saklanabiliyor. Artık, yumurta donörlerinin kendileri ya da dondurulmuş yumurtaları ulusal sınırları aşarak seyahat edebiliyor, yumurta bankaları açılmaya başlıyor. Böylece yumurta, bedenler arasında değiş-tokuş edilebilen, elde edilmesi (sperme göre oldukça) zor ve zahmetli olan kıymetli bir “meta” statüsü almış oluyor. Belirli bir ücret karşılığında başkalarının çocuk sahibi olması için hormon ilaçları kullanarak işlemlerden geçen yumurta donörlerinin aldığı sağlık riskleri halen tartışılırken, yumurta donasyonu dünyada hızla yükselen milyon dolarlık bir sağlık sektörüne dönüşmüş durumda.
Kendi ülkelerinde yasal, dini, etik, teknik vs. kısıtlamalar nedeniyle yumurta donasyonu yaptıramayan insanlar (yeterli maddi imkanları varsa) başka ülkelere seyahat ederek bu uygulamaya erişmeye çalışarak global sağlık turizminin bir alt dalı olarak kabul edilen üreme (ya da bizdeki popüler tabiriyle tüp bebek) turizminin müşterilerini oluşturuyorlar. Özellikle, Doğu Avrupalı genç kadınlar fiziksel özellikleriyle Batı Avrupalıların öncelikli yumurta donör tercihleri arasında yer alıyor. Böylece, çoktandır hem eviçi temizlik ve bakım emeğinin hem de seks ticaretinin emekçileri olan Doğu Avrupalı kadınlar artık global yumurta donasyonu ağının da “gözde” “üreme emekçileri”.
Yumurta donasyonu birçok yönüyle 21. yüzyılın önemli feminist gündemlerinden biri olarak karşımıza çıkmakta. Kibariye’nin hamilelik haberi üzerinden de gündeme gelen “postmenopoz (menopoz sonrası) annelik” gibi bir durum kadınlar için artık mümkün. Ancak, bu durum, bir yandan, “ileri yaş” anneliğin sağlık bakımından risklerini tartışmaya açarken, diğer taraftan doğacak çocuğun bakımı ve yetiştirilmesi konusundaki endişeleri gündeme getirmekte. Erkekler ileri yaşta baba olurken (mesela İbrahim Tatlıses) çocuğun bakımı ve yetiştirilmesi konusu pek gündeme gelmezken, torunlarına bakan anneler gerçeği üzerinden bile sadece düşünecek olursak bu konuda kadınların zaten oldukça antrenmanlı olduğunu söyleyebiliriz. Yumurta donasyonu ile kadınların istedikleri zaman anne olabilmelerinin önü menopoz sonrası yaşları da kapsayacak şekilde açılmışken, bazı feministler bu durumun kadınlar üstünde bir çeşit çocuk doğurma baskısı kurma biçimine dönüşebileceğine dikkat çekiyor ve ekliyorlar: menopoz, pekala yeni bir başlangıç olarak kadınlar tarafından kabul edilip kucaklanabilir!
Konu, hem yumurta vericileri hem yumurta alıcıları açısından çok katmanlılık arz ediyor. Yumurta alıcılarını heteroseksüel çiftlerin ötesinde LGBTİQ bireyleri de kapsayacak şekilde (örneğin, yumurta donasyonu ve taşıyıcı annelik yoluyla çocuk sahibi olabilen gay çiftler) düşünmek gerekiyor. Ya da, Derviş Zaim’in Çamur (2003) filmindeki orta yaşlı bir kadının ölen kızının geride kalan dondurulmuş yumurtalarıyla hamile kalma çabasındaki gibi “ölüm-sonrası gerçekleşen üreme (posthumous reproduction)” boyutlarını da unutmamak gerekir.
Peki, Kibariye yumurta nakli yaptırsaydı ne olurdu? 2010 yasal düzenlemesi kapsamında “sakıncalı” gebeliği ile hakkında soruşturma açılabilirdi! Bu düzenlemenin yayınlanmasından kısa süre sonra sperm donasyonuyla hamile kaldığını açıklayan Sevda Demirel’in başına gelenleri hatırlayalım! Fakat, yumurta donasyonu, sperm donasyonuna kıyasla cinsel çağrışımları daha az olduğu için daha az “tehditkar” görülebiliyor. Bu nedenle her iki uygulama kafaları, kavramları, normları, ilişkileri ve tahayyülleri zorlasa da bunu farklı şekillerde yapıyor. Hele ki, ülkelerin yasal düzenlemelerini, toplumsal norm ve ideolojilerini, etik ve ahlaki kodlarını da göz önünde bulundurursak.
* Başlık şuradan. Görsel buradan.