Tasavvufun klasik döneminde (9-13. yüzyıllar) aklın tanımı en temel tartışma konularından biriydi. Bazı sufilere göre, hakikatleri tecrübe edebilmek için insanın aklını yitirmesi şarttı.

KÜLTÜR

Din ve Maneviyat Üzerine Düşünceler V: Ortaçağ’da Akıl, Aşk ve Delilik

Fatih Artvinli’nin 5Harfliler’de yakın zamanda yayımlanan söyleşisi, Osmanlı’nın modernleşme sürecinde deliliğin nasıl tıbbi bir meseleye dönüştüğünü ve deliliğe bakışın nasıl kurumsallaştığını anlatıyor. Deliliğin akıl hastalığına dönüşmesi, aklın tanımının modernleşmesiyle bire bir bağlantılı. Foucault’nun Deliliğin Tarihi’nde dediği gibi, delilik doğal bir fenomen olmak yerine içinde var olduğu toplumun ürettiği yapılara bağlı olarak şekilleniyor. Sadece tanımı değil, tecrübesi de toplum tarafından üretiliyor. Dolayısıyla modern toplumun hiçbir izini taşımayan bağlamlarda bambaşka delilik tanım ve tecrübeleri mevcut. O zaman şu soruyu kolayca sorabiliriz: Peki bundan öncesi nasıldı? Modern aklın hegemonyasından önce nasıl bir akıl vardı? Bu çok geniş soruya Orta Doğu ve Anadolu’nun düşünce hayatından küçük bir kesit sunarak cevap vermeye çalışacağım.

 

Tasavvufun klasik döneminde (9-13. yüzyıllar) aklın tanımı en temel tartışma konularından biriydi. Bir yandan, felsefe kökenli bir kavram olarak ilk yaratılan varlığa İlk Akıl (akl-ı evvel) denilmesi ve bu aklın Cebrail veya Hz. Muhammed ile özdeşleştirilmesi yaygındı. Allah’a ait olan akıl tam akıl (akl-ı küll) olarak tanımlanırken, insanın aklı bu aklın küçük bir parçasından ibaretti (akl-ı cüz). Dolayısıyla insanî aklın icrası da her zaman Allah’la ilişkisi üzerinden tanımlanıyordu.

 

Akıl meselesi, hem mutasavvıflar ile ulema arasında, hem de mutasavvıfların kendi aralarında önemli bir polemik konusuydu. Bunun sebebi, Allah’a ulaşmanın cüzî olan insan aklının tümüyle terkine bağlı olduğunu iddia eden sufilerdi. Bu sufilere göre, insan aklı doğası gereği yarım olmaya mahkumdu ve ince hakikatleri anlama kapasitesine sahip değildi. Bu hakikatleri tecrübe edebilmek için insanın aklını yitirmesi şarttı.

 

Tahmin edersiniz ki bu bakış açısı İslam tarihi boyunca büyük tartışmalar yarattı. Vahdet-i vücut öğretisinin kurucusu İbn Arabi’nin öğretisi bu tartışmaların niteliğini bir ölçüde değiştirse de aklı terk etmenin zorunluluğu özellikle Anadolu’daki tasavvuf düşüncesinde temel bir kavram olarak kaldı. Belki de tam da bu yüzden, şehitliği kadar kendi aklını Allah’ın aklına tamamen terk etmiş olmasıyla da ünlü olan Hallac-ı Mansur, Anadolu’da başka hiçbir coğrafyada görmediği bir üne sahip oldu. Hem Alevi edebiyatının hem de tasavvuf edebiyatının temel kahramanlarından biri oldu.

 

Akıl ve aşk arasındaki karşıtlık, tasavvufun klasik döneminde yaygınlaştı; Ahmed Gazzali ve Mevlana gibi isimlerle ölümsüzlüğe kavuştu. Bu düşünce biçimine göre akıldan vazgeçmek ancak aşkla (bu bağlamda ilahi aşkla) mümkündü. Aşk, insanın kendi benliğini (nefsini) ortadan kaldıran yegâne güçtü. Anadolu tasavvufu ve Alevilik, akıl ve aşk arasındaki ilişkiyi yeni bir düşünce yapısıyla kodladı. Alevilikte hâlâ çok güçlü biçimde yaşayan bu düşünce yapısına “dört kapı öğretisi” (veya “dört kapı kırk makam öğretisi”) deniyor. Bu öğretiye göre insanın maneviyat mertebelerinde yükselişiyle paralel olarak akılla kurduğu ilişkinin dört farklı aşaması var:

 

Şeriat mertebesi: Buradaki akıl insanın bu dünyadaki gündelik varlığını sürdürebilmek için kullandığı akıl.

Tarikat mertebesi: Buradaki akıl insanın ahlaki tekâmülü için kullandığı akıl. Onu cennete doğru yönlendiren akıl.

Hakikat mertebesi: İnsani aklın tümüyle yitirildiği, Tanrıyla birliğin tecrübe edildiği mertebe. Bu mertebede aklın sahip olduğu yetinin yerini gönül alıyor. Tanrıyla birliği sağlayan gönül oluyor.

Marifet mertebesi: İnsani aklın geri döndüğü, fakat gönüle ait yetinin de korunduğu mertebe. Bu mertebede insan toplumsal hayattaki varlığına geri dönüyor; bu varlığı sürdürmek için aklını kullanıyor. Fakat artık bu akıl cüzî bir akıl değil, külli aklın bir izdüşümü. Yani ilahi aklın yansıması. Zaten “marifet” kelimesi de “tecrübî bilgi” demek. Hakikat mertebesinde akıl olmadığı için bilgi de yok; sadece tecrübe var. Marifet mertebesinde ise tecrübe bilgiye dönüşüyor ve bunun gerçekleşebilmesi için akıl tekrar devreye giriyor.

 

16. yüzyıldan itibaren bu mertebelerden üçüncüsü ve dördüncüsü yer değiştirmiş. (Hacı Bektaş Veli’ye isnad edilen Makâlât adlı eserin ona aitliği şaibeli olduğu için bahsettiğim kronolojiyi bu eseri saymadan kuruyorum). Fakat aklın yitimi ve geri kazanılışına dair kurulan düşünce sistemi aynı kalmış. Bu sisteme göre kâmil insan, yani mükemmelliğe ulaşmış kişi, akıl ve gönül arasındaki mükemmel senteze sahip olan kişi.

 

Bu noktada “mertebe” derken neyi kastettiğimin altını çizmeliyim sanırım. Mertebeler mükemmellik yolundaki mutasavvıfın katettiği aşamalar. Fakat bu demek değil ki her mutasavvıf ömrü süresince bu mertebelerin her birine ulaşabiliyor. Bazısı ikinci mertebede, bazısı üçüncüsünde kalıyor. Hatta mertebe yitirmek diye bir şey de var.

 

Bütün bunlardan şu sonucu çıkarabiliriz: Tasavvufun dünyasında aklını yitirmiş bir kişi, tasavvufi bir mertebede bulunan bir kişidir. Aklını tekrar kazanabilir ve yine kaybedebilir. Dolayısıyla modern dünyada olduğu gibi delilik (veya daha şık bir ifadeyle akıl yitimi), belli bir toplumsal kimliğe işaret etmiyor, şahsı bu toplumsal kimliğe hapsetmiyor.

 

Söyleşisinde Fatih Artvinli “mecnun” ve “meczup” kavramları arasındaki farka dikkat çekiyordu. Aklın terk ettiği kişiye mecnun, aklı terk eden kişiye meczup dendiğini söylüyordu. Şu ana kadar bahsettiğim akıl yitiminin meczup kategorisine girdiğini söyleyebiliriz. Bununla birlikte, özellikle edebiyatta bu ikisi arasındaki ayrımın pek de net olmadığını belirtmek lazım. Leyla ve Mecnun’daki Mecnun’un aşkla aklını yitiren insanın tüm İslami edebiyat içinde en temel prototipi ve tasavvufi aşkın başlıca simgesi olduğunu hatırlayalım. Aradaki farkın muğlaklığını mecnun ve meczup denilen kişilere gösterilen toplumsal ilgiden de anlayabiliriz. Evliya kültüyle bağlantılı olarak halkın önemli bir bölümü bu kişileri ilahi cezbeye kapılmış insanlar olarak görüyordu. Aklın kendisi gibi, yitiminin de Allah kaynaklı olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle bu kişilerin yeri geldiğinde evliya mertebesine bile yükseltildikleri görülüyordu.

 

Bir meczubun evliya olarak görülüp görülmemesinde temel parametre, icra edilen deliliğin tasavvuftaki cezbeye ne ölçüde benzediğiydi. Bu benzeşme ise topluma bir ölçüde uyum sağlayabilmeyi gerektiriyordu. Yüzeysel seviyede anlamsız gelen sözlerin belli bir yorumlama sonucu manevi anlamlar kazanabilmeleri gerekiyordu. Yani deliliğin toplumsal icrasında da belli kodlar vardı ve bu kodlar deliliği sisteme entegre kılmayı başaran şeylerdi.

 

Bütün bunlardan çıkarabileceğimiz en önemli sonuç belki de şu: akıl ve delilik arasında keskin bir çizgi yerine geçişkenlik mevcuttu. Deliliğin icrası yeri geldiğinde toplumsal kabulün en yüksek mertebesini elde edebiliyordu. Bunun tam tersini de söyleyebiliriz: Bir mutasavvıf, aklın yitimiyle özdeşleşen cezbeyi izleyicilerine bir performans olarak sunabiliyordu. Bazen belli bir toplumsal kabul için, bazen de tasavvufi öğretisine ulemadan gelecek suçlamalara karşı bir savunma olarak “akıl yitimi”ni belli anlarda icra ve iddia edebiliyordu. “Şathiye” isimli edebi tür üzerine günümüzde yapılan çalışmalar, ortaçağdaki teorisyenlerin aklın yitirildiği anlarda söylendiğini iddia ettiği bu türün diğer edebiyat türlerinden farklı olmayan bir üretim sürecinden geçtiğini ortaya koydu. “Şathiye” söyleyenlerin birçoğu bu sözlerin cezbe anında kendilerine geldiğini iddia ediyorlardı çünkü bu iddia onlara halkın nezdinde prestij, ulemanın nezdinde ise koruma sağlıyordu. Bunların ikisini de önemsemeyen sufiler için ise belli bir akıl tanımını ortaya koymak için alan açıyordu.

 

Çok basit bir örnek: Allah’la konuştuğunu iddia eden bir insan düşünelim. Modern tıbbın bu kişiye karşı nasıl tavır alacağı açık. Fakat geleneksel İslami bağlamda bu kişiyi doğru kategorize edebilmek hayat memat meselesi olabilir. Bu kişinin aklı şeytan tarafından çelinmiş olabilir veya Allah’ın “ilham”ına mazhar olmuş bir evliyayla karşı karşıya olabiliriz. Daha da önemlisi, toplumun bir kesimi için biri, diğer bir kesimi için diğeri gerçek olabilir. Örneğin rüya tabirleri dev bir alan ve bu tür problemleri çözebilmek için sayısız strateji geliştirilmiş. Dev bir klasik literatür var bu konuda.

 

Tüm bu tartışmanın sonunda şunun altını çizmek lazım: Ortaçağ İslam̱ dünyasında deliliğin toplum içinde yer edebilmesi ilahi aşkla nasıl ve ne oranda ilişki kurduğuna bağlı. İlahi aşkı içinde taşıyan her türlü delilik toplumda kendine yer bulabiliyor. Zaten delilik statik bir olgu değil, çünkü bir kurumsallığa bağlı değil. Farklı bağlamlara göre farklı tanımlanabiliyor ve çok çeşitli şekillerde icra edilebiliyor. İnsanların birbirlerine yönelik bakışlarının kimlik algıları tarafından yönetilmediği bir dünyada başka türlüsü de beklenemez herhalde. Ortaçağ İslam dünyasında ideal olan hem deli hem akıllı olmak; yeri gelince deli, yeri gelince akıllı olabilmek. Aklı da deliliği de aşkla yapmak. Akıl, aşk ve deliliğin sınırlarının son derece muğlak olduğu bir alandayız.

 

Ana görsel: Pembe Resim (2013), Pouran Jinchi.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YHikmet Şırlak’la Söyleşi: Kilimi Keşfetmek
Hikmet Şırlak’la Söyleşi: Kilimi Keşfetmek

Bir kilimi sanatsal açıdan tecrübe etmenin yolu onu deşifre etmekten geçmiyor.

KÜLTÜR

YTanrı Ne Zaman Bize Benzemez Oldu?
Tanrı Ne Zaman Bize Benzemez Oldu?

Din ve Maneviyat Üzerine Düşünceler serisinde altıncı bölüm.

KÜLTÜR

YDin ve Maneviyat Üzerine Düşünceler IV: Din Dışı Maneviyatın Alanı Ne Olabilir?
Din ve Maneviyat Üzerine Düşünceler IV: Din Dışı Maneviyatın Alanı Ne Olabilir?

Tüm dinlerde ibadetin kökeni, en derindeki “ben”in bir başka varlığın önünde benliksiz bir sevgiyle eğilmesinden ibarettir.

Bir de bunlar var

İnce Eleyip Sık Dokuyan
Sen Yürürsen Bahar Yürür
Günler ve Fasulye Taneleri

Pin It on Pinterest