İki kişilik tekneyle minik minik açılıyoruz, Haliç’in etrafında oturan türlü çeşit yaştaki erkekten sesler geliyor: “Kızlar batarsınız, açılmayın açılmayın. Bak şimdi nasıl ters dönecekler, tiplere bak.”

KÜLTÜR

Kadınlar, Deniz Küreği, Travmalar

 

Ben de isterdim Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar[1] diye afili bir başlık atıp iç hoplatan bir yazı kaleme almayı, ama İstanbul semalarından yazdığım bu yazı yüreğimi hafifletmeye çalıştığım bir yazı olacak. Elbette içinden kadınlar, deniz küreği ve travmalar geçecek. A, hiç erkeksiz olur mu! Onlar da var…

 

Geçtiğimiz günlerde deniz küreği öğrenmeye başladım. Yirmili yaşlarındaki genç bir kadın arkadaşım, ki kendisi lisanslı kürekçidir, bir yerde çalışmaya başlamış ve bir de tatlı çağrı yapmış sosyal medya mecralarından derslere katılmak isteyen olursa diye. O an isteyiverdim ve anlaştık başlamak için. Böyle ha deyince de başlayamıyorum ben bir süredir yeni bir şeylere. Anneciğim Mart ayında kısmi felç geçirdi, Ankara’da patlamanın olduğu günün gecesi. Tüm akşam yüreği sıkıştı, ağladı, üzüldü; hani ‘insanları üzüntüden öldürecekler bu gidişle’ dediğimiz noktaya gelmiştik ya, o noktadan döndük. Velhasıl Mart ayından beri anneciğimi sağlığına kavuşturmak için çabalıyoruz. Hareketleri kısıtlı olduğundan her ikimiz de fiziksel olarak epey efor sarf ediyoruz kendi çapımızda. Deniz küreği de bedenimi güçlendirmede bana yardımcı olacak diye düşündüğüm için biraz da ivedilikle parçası olmak istedim bu aksiyonun. Başlayacağım gün babamın işten gelmesini bekleyip Çekmeköy’den Haliç’e gitmek için yola çıktım, iki saat içinde toplu taşımayla epey koşturmalı bir şekilde katetmeyi başardım.

 

Ve heyecandan yer çekimini neredeyse hissetmez bir halde iskeleye vardık. Önce tekneyle tanıştım, küreklerle, birkaç teknik bilgiyi kapıp atladım tekneye. Nasıl heyecanlıyım anlatmam mümkün değil. İki kişilik tekneyle minik minik açılıyoruz, Haliç’in etrafında oturan türlü çeşit yaştaki erkekten sesler geliyor: “Kızlar batarsınız, açılmayın açılmayın. Bak şimdi nasıl ters dönecekler, tiplere bak.” Heyecanıma odaklanmak istiyorum, sanki o kayalıklar boşmuş gibi görünüyor bana bitmek bilmiyor o sesler, bu sırada kürek çekmeyi öğreniyorum, aslında yavaş yavaş yol almak gerekirken ben neredeyse küreklere asılıyorum onlardan uzaklaşmak için. Sesleri daha mı az geliyor yoksa artık ben mi duymuyorum bilmiyorum. O sesleri bastırmak için sürekli konuşuyorum konuşuyorum ve evet, artık epey uzaklarındayız, Haliç durgun, deniz trafiği yok, gün batıyor çok acayip renklerle ve ben kürek çekiyorum! Ehliyeti olmayan ben denizde müthiş bir keyifle yol alıyorum.

 

Dawson’s Creek diye bir dizi vardı benim ilk gençliğimde –gençliğimde demeye dilim varmıyor da– ve bir de Joey vardı, gölün öbür yakasında oturup sandalla hayata karışan, ah onu anıyorum, o zamanlar ne kadar heveslendiğimi. Baya başka kafalardayım yani, bir keyif bir keyif. Arkadaşım ‘ileride tavşanlı bir ada var, gidelim mi?’ diyor, o da benim gibi Leyla, hoop oraya doğru dönüyoruz. Birden aklımıza saatin kaç olabileceği geliyor, kıyıdaki bir teknede sohbete koyulanlara sesleniyoruz “Saat kaç acaba?” diye, “Gelin gelin, çay var” diyorlar. Samimiler, denizdeki insanların arasında başka bir dil olduğunu da görüyoruz ve bir de saati duyunca bir buçuk saat olduğunu fark ediyoruz. Tatlı adanın etrafından birkaç kuşa selam verip zıplayan balıkların yanından süzülerek kıyıya doğru dönüyoruz. Şahane hislerle yol aldıktan sonra yine kayalıklardan sesler gelmeye başlıyor: “ablaaa düşersiniz, bak düşeceksiniz bak, geberin!” Geberin diyor ya, GE-BE-RİN! Nasıl bir şey bu! Hiç tanımadığın iki insan, kendi halinde kürek çekiyor ve sen onlara “GEBERİN” diyorsun. Yine dönüp yüzlerine bile bakmak istemiyorum. Yüzlerine bakmazsam ve üzerinde fazla düşünmezsem sanki gerçekliklerini yitirecekler. Bu sözlerin hissettirdiklerinin bir de yüzü olsun istemiyorum. Yine kendi aramızda konuşmaya çabalıyoruz, biraz daha bıkkın…

 

Kıyıya çıktık, toparlandık, bir sonraki tarihi belirlemeye çalışıyoruz; o sırada annemden bahsediyorum, önceden bir tarih belirlemenin zorluğunu anlatabileyim diye. Ve öğreniyorum ki karşımdaki gencecik kadın da 10 Ekim’de Ankara’da patlama olduğunda o kitlenin içindeymiş. Yaşadığı travmadan, o günden beri yüreğine oturan ve bir türlü gitmek bilmeyen sıkıntıdan bahsediyor. Bu tatsızlıklardan bahsederken bile birbirimize moral vermeye, bulabildiğimiz çıkış yollarını göstermeye çabalıyoruz ve nihayetinde yüzümüz gülüyor, birbirimize sarılıyoruz. Ben yine sayıklar gibi oluyorum “adam geberin dedi ya” diye, ama yok diyorum üstünde durmaya değmez. Durağa doğru yürürken aldığı psikolojik destekten bahsediyor, onun da faydasını gördüğünden. Bir de kitaptan bahsediyor ve bu sırada biz durakta dikilirken iki kişinin bindiği bir motor hareket halinde dibimize gelip konuşmamızın arasında duyduğum sikmeli sokmalı temennilerini iletip gidiyor. Ama bu defa o sikmeli sokmalı temennilerin bir yüzü var, aradan kaç gün geçti bak hala o yüz gözümün önünde. Bir sessizlik çöküyor üstümüze ve dayanamayıp “bu da travma işte” diye başlıyoruz ve tüm o susup yokmuş gibi davranırsak geçeceğine bir an inandıklarımız dile geliyor…

 

Buralarda kadınların ânı yaşamasına müsaade yok! Kendinizle baş başa kalamıyorsunuz, bir hissi sonuna kadar yaşayamıyorsunuz. Sanki biz şehrin ve hayatın içine erkekler eğlensinler, hayatlarına renk gelsin diye serpiştirilmiş nesneleriz. Adamlar Haneke filmlerindeki yabancılaştırma unsuru gibi, bırakmıyorlar ki kendi eylemlerime, o anki hislerime odaklanayım. Aksine, sanki ben onlar için bir performans sergiliyorum, kendim için değil de seyirlik her halim. Sürekli en az bir çift gözün üzerimde olduğunu hissediyorum. Yani, illa ki ben de insanlara bakıyorum, hatta hareketli şeyler çok ilgimi çeker, farkında olmadan öylece seyreder dururum ama bu öylece seyretmek değil “ben seni seyrediyorum, ben buradayım, ben var yaaa…” hali. Korkunç bir kafa!

 

Muhatap olmayı da denedim defalarca, misal “sen kimi sikiyosun!” diye yine bana şahane temennilerini ileten birinin suratına haykırınca “devam et, yürü git, devam et” demekten öteye de geçemedi. Ama yorgunum, yoruldum. Bunca derdin içinde cidden artık çok yoruldum. Hangi biriyle uğraşayım, uğraşalım ve aslında temel soru NEDEN uğraşalım! Yalnız olmadığını bilmenin hiç iyi hissettirmediği hallerden biri bu. Çünkü Hande Kader bugün İstanbul’un göbeğinde tecavüz edilip yakılarak öldürülebiliyor. Çünkü insanların belli standartları aslında çok da standart değil, “tecavüz” misal her koşulda tu kaka değil. Gözaltına alınan bir gazeteci kadın “Polisler bizi tecavüz etmekle tehdit etti” diyor, biri çıkıp “Güzel değiller ki, neyine etsinler” diyor. Her yerdeler, bitmiyorlar, bölünerek çoğalıyorlar yazık ki…

 

Deniz küreği için ikinci dersi henüz alamadım, anneciğimle dolu dolu zaman geçiriyoruz diye. Ama onca heyecanla düşünürken kürek çekmeyi, bir yandan da yüreğimi sıkıştırdıklarını fark ettim. Sonra da o gece yaptığımız gibi birbirimize sarılarak hüznümüzü nasıl dağıttığımızı hatırladım, bunlara rağmen gülüp durduğumuzu. Neyse ki bu “ar” anlayışının karşısında bir “arsızlık” var üzerimizde de kolay kolay sinmiyoruz. Yine de buraya kadar içini kararttıklarıma bir küçük hatırlatma ile bitireyim: sarılmak şahane bir ilaç. Bir de birbirimizi kolladık mı her şeyi çözmüş olmayız ama kolay kolay da yıkılmayız.

 

Küreklere asılmaktan vazgeçmeyen tüm kadınların yüreğinden öpüyorum.

 

[1] Ursula K. Le Guin’e selam olsun!

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

On the Verge: Bağdat’tan Bile Dönemeyen Yanlış Hesap
Korku Ortaklığımız
Kadınlar, Futbol ve Gelir Eşitsizliği

Pin It on Pinterest