Zeynep Şirin’e
Hem Osmanlı kadın hareketinin hem de Çerkes kadın ve milli hareketinin önemli figürlerinden Hayriye Melek’in 1926’da yayımladığı romanı Zeynep Türkçe edebiyatın az bilinen, ilginç metinlerinden biridir.
Yakın tarihte Tahrir ve Rabia meydanlarında gördüğümüz direnişin akrabası sayılabilecek bir ayaklanma, 1919 Mart’ında Abidin Meydanı’nda olanlar romanın zeminini oluşturur. Hayriye Melek’in aidiyetler ve kültürler arası tecrübesinin, hareket halindeki hayatının izlerine Zeynep’te rastlanmakla birlikte Zeynep’in bunları aşan bambaşka bir kültürel bağlamı vardır. Hayriye Melek, romana yazdığı önsözde bu bağlamdan bir nebze söz eder. Sömürgecilik karşıtı Mısır milli hareketinin 1882’den itibaren gelişimini verdikten sonra 1919 yılına odaklanır. I. Dünya Savaşı’nın ardından oluşan ortamda bağımsızlık mücadelesini artıran milli hareketin lideri Saad Zağlul ve arkadaşlarının İngilizler tarafından Malta’ya sürülmesinden sonra, 15 Mart 1919’da başlayan sivil itaatsizlik eylemleri ve ayaklanmalar sırasında İngilizler 800 Mısırlıyı öldürür. Farklı din ve mezhepten grupların yan yana yürüdüğü erkekler kadar kadınların da aktif olduğu bu ayaklanma, aynı zamanda Huda Şaravi öncülüğündeki kadın hareketinin ilk kamusal eylemidir. Hayriye Melek, önsözünde bu noktayı özellikle vurgular: “Mısır’da milli hareketle beraber, mütevaziyen [paralel olarak] yürüyen bir fikrî ve nisvî hareket var.” (73) diyerek Mısır kadın hareketinin kısa bir tarihini verir. Ayaklanmadan bir yıl önce vefat eden Melike Hefni Nasıf’ın hareketteki öncü rolünü ve kadın özgürlüğü üzerine yazan ve metinleri Osmanlı Türkçesine de çevrilen Kasım Emin Bey’in etkisini belirttikten sonra anne tarafından Çerkes olduğu özellikle belirtilen Huda Şaravi’nin öncülüğünde Ülfet Ratip, Ester Veysa, Nebviye Musa, Şerife Riyaz, Naime Ebu Saba’nın aktif katılımıyla kadın hareketinin nasıl şekillendiğini anlatır. [1]
Romanın asli kişisi Zeynep de metinde Mısır kadın hareketinin en önemli figürü olarak sunulur. Zeynep, Ahmet ve Nadya’nın dahil olduğu ıstıraplar, kırgınlıklar ve hasretle dolu aşk üçgeninin gerilimleri, romanın sonunda Abidin Meydanı’ndaki halk ayaklanmasıyla çakışır ve roman ilerledikçe âşıkların duygu dünyaları siyasallaşır ve cinsiyetlendirilir. Çocukluklarından beri birbirine âşık olan Zeynep ve Ahmet, romanda belirtilmeyen bir sebeple ayrılırlar ve Ahmet yurtdışında Nadya’ya aşık olur. Nadya ve ailesi Bolşevik İhtilali’nden sonra Rusya’yı terk etmiştir ve Ahmet’in Nadya’ya duyduğu arzunun temel öğesidir bu vatansızlık: “Acaba seni onun için mi sevmiştim Nadya? Sen vatansız kalmıştın. Vatansız kalmaktan ölüyordun. Ben bunu anladığım anda seninki gibi hasretle dolu sıcak kalbimi sana vatan diye verdim” (90)
“Sevmek, kendinde olmayanı bir başkasına vermektir” şeklindeki Lacancı tanıma uygun şekilde filizlenen Ahmet’in aşkı, Kahire’ye döndüklerinde asli ve ilk aşkla sınanır. Zeynep’in romandaki ilk belirişi, kendini gösterirken saklayan, saklarken gösteren, gizemli, muammalı, merak ve arzu uyandırıcı ancak erişilemez bir kadın suretindedir. Mısır’ın tabiatı, kültürü, kadim zamanları, şu an’ı, maneviyatı, maddi pratikleri onda bir çeşit zarafet olarak cisimleşmiştir. Tüm bakışların döndüğü, kendiliğinden bir şekilde herkesi çekim alanına sokan, tam da kendi oluşuyla kendisini aşan bir varoluş imkânını yayan, akleden, hisseden, sezen bir yücelik olarak Zeynep; Ahmet’in gözündeki milli, asri ve muammalı Zeynep: “Geçmiş asırların muammasını taşıyan o taştan kadının karşısında etraftaki kum sahralarına hükmeden bu siyahlı kadın [Zeynep] da yeni Mısır’ın karanlık muammasını taşıyan bir yeni Sfenks’tir” (91). Ahmet, kendini vatan olarak sunduğu Nadya ile kendi vatanının kristalize bir formu olarak Zeynep arasındadır artık. [2]
Hayriye Melek, aşk üçgeninin etrafında oluşan duygulanım ve fikirleri, kişilerin bakış açılarını, kamusal ve mahrem alandaki perspektifleri de içerecek şekilde genişleten bir anlatımla sunar. Zeynep, Ahmet ve Nadya’nın karşılıklı diyalogları, yakınlarıyla sohbetleri, kendi kendine söylenişleri, günlükleri ve mektupları aracılığıyla temel figürleri saran hâller temsil edilir, açmazlar ve imkânlar belirginleştirilir. Her üç kişi de ıstırap çekmektedir. Kötülüğün uğramadığı bu benlikler, arzuları, idealleri ve gerçeklik arasında oluşan bir yarılma içinden hayatı ıstırapla tecrübe etmektedir. Vatansız, yabancı ve âşık Nadya’nın Ahmet’in vatan ve Zeynep sevgisinin hakikiliğini görmesinden ve kendisinin Ahmet’in milliliği ve aşkîliği önündeki engel olduğunu sezmesinden sonra ülkeyi terk etmiş süsü vererek intihar etmesi; Ahmet ve Zeynep’in ancak vatan sevgisi dolayımıyla gerçekleşebilecek “kavuşma”larının önünü açar.
Bu nokta, tarihsel anla bireysel düzlemin mutlak çakışmasının gerçekleştiği noktadır. Nadya’yla evliliği nedeniyle kısmen de olsa milliliği sorgulanan Ahmet’in adamlığı ancak kendini vatana adamasıyla mümkün olacaktır: Bu da adamanın her iki anlamını da aynı anda barındırır, Ahmet hem kendini vatana vakfeder hem de kendini bir adak, bir kurban olarak sunar. Âşık bir adam olabilmenin romandaki tek imkânı da budur. Nadya’nın sağlığındayken başlayan bu eğilim, içten içe Nadya’nın intihar ettiğine dair sezgisiyle birleşince iyice şiddetlenir. Nadya’nın ölümüne sebebiyet vermenin suçluluğu ile vatana karşı sorumluluk birleşince ilk olarak milli hareketin hesabına köy köy dolaşır. Halk henüz açığa çıkmamış arındırıcı bir güçtür.[3]
Saad Zağlul ve arkadaşlarının sürgün haberiyle birlikte romanın duygusal gerilimleri, ıstırapları ve arınma seansları milli ve tarihsel olanın düzlemine aktarılır. Halkın sömürge yönetimine karşı temsilcisi olarak saydığı kişilerin sürülmesi “bir izzetinefis darbesiyle on beş milyonluk bir halkın birkaç saat içinde bir tek saat içinde bir tek insan gibi isyanı”nı (130) başlatır. Zeynep’in öncülüğündeki yüzlerce kadın da şimdi Cumhuriyet Meydanı olarak bilinen Abidin Meydanı’na gelir. Tek bir parçadan oluşan elbiseleriyle beyazlara bürünmüş bu kadınlar tüm şehri bu şekilde dolaşırlar. Beyaza bürünmek aynı anda ölümü göze almayı ve yeniden canlandırmayı ima eder.[4]
Burada millilik, İslami bir tahayyülden çok kadim Mısır üzerinden, coğrafyanın tarihsel sürekliliği üzerinden kurulur. Hayriye Melek, bir direniş hareketini metinde temsil ederken hem Kahire sokaklarındaki fiziksel hareketleri, hem bunların cinsiyet boyutunu hem de fiziksel hareketlerin sembolik olarak neleri harekete geçirdiğini önemser. Ancak anlatıcının gözü öncelikle kadınlardadır. Kadınlar şehri dolaştıkça sömürgecinin maddi gücünü hükümsüz kılacak bir homurtu yükselmektedir: Uçakların vızıltısına karşı kadınların homurtusu.[5]
Daha çok üst sınıftan gelen beyaza bürünmüş kadınlar isyanın bu noktasında “yüzleri siyaha boyanmış, siyah örtülü halk kadınları”yla karşılaşır ve İngiliz askerlerinin karşısında birlikte direnirler. Farklı sınıftan kadınların karşılaştığı bu anın hemen ertesinde Zeynep’in öncülüğündeki beyazlı kadınlar Ahmet’in idaresindeki “hep genç ateşin talebelerin vücuda getirdiği ihtilalci grubu” ile karşılaşır. Sınıfsal, cinsi ve aşki karşılaşmaların çakıştığı ve İngiliz işgali karşısında Mısırlı terkibini oluşturduğu bir direniş tecrübesidir söz konusu olan. Ahmet ve arkadaşlarının Zeynep ve arkadaşlarıyla karşılaştıkları bu anın Hayriye Melek tarafından kullanılan mecazı tebessümdür. Ahmet ve Zeynep, erkekler ve kadınlar birbirlerine selam verip gülümseyerek tüfekler karşısında birleşirler. Bu anın hemen ardından kolektif sahne ileriye sıçramayla yerini Ahmet’in ölüm sahnesine bırakır. Gözü kara Ahmet, canını vatana adayarak tam anlamıyla adam olmuştur. Ancak Hayriye Melek’in romanı kapattığı sahne çok daha ilginçtir. Zeynep Ahmet’in mezarı başındadır ancak yalnız değildir, kadın hareketindeki yoldaşlarından en yakın arkadaşı Fayiha ile birliktedir. İki kadın birbirini elini tutar ve Fayiha, bireysel ve milli ıstırabın yerini yepyeni bir hayata bırakacağına inandığını belirten bir konuşma yapar. Bu konuşma anında, roman boyunca olduğu gibi, kadim olanla müstakbel olan, somut gerçeklikle mümkün ideal, kadın bedeni aracılığıyla bir araya gelir. Fayiha, “bir kadim mabedin kadim bir kahinesi gibi, bir başka âlemden bir sesle” Zeynep’e umut verir.
Peki Hayriye Melek’in Zeynep’i aşkın icra edilmesinin ve ıstırabın dindirilmesinin ancak ölüm yoluyla olabildiği ölü-sever bir kahramanlık metni midir? Bir halkın halk olarak vücut bulmasının ancak sevenlerinin ölümüyle gerçekleşebildiği bir topluluk modelini mi benimser? Her ne kadar romanda bu soruları olumlu yanıtlamamıza yol açacak öğeler olsa da Zeynep’te bunu aşan unsurlar olduğunu göz ardı edemeyiz. Olay örgüsüne aldanmamak gerekir. Hayriye Melek’in; Ahmet ölüm sahnesine kısaca değinirken Fayiha ve Zeynep’in konuşmasına odaklanmasıyla, halk hareketini bir fon olmaktan ibaret görmeyip bu hareketteki cinsiyet rejimine özellikle dikkat etmesiyle, Ahmet’in ölümünden çok kadınların eylemliliğine vurgu yapmasıyla ölümden çok hayata yakın bir metin oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Notlar:
[1] Mısır kadın hareketinin o dönemki mücadelesi ve Türkiye’deki kadın hareketiyle Ortadoğu’daki kadın hareketleri arasındaki ilişkiler ve paralellikler açısından bkz. Aslı Davaz, Eşitsiz Kız Kardeşlik, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2014.
[2] Bu yönüyle Zeynep, Nadya’yı bile etki alanına alır:
“Bu kadın gizli bir dinin rahibelerine benziyor. Sadeliğinde karşı gelinmez bir kudret var. Yorgun bakışlarının dinlendiği her yerde ilahî bir iman ateşi tutuşuyor. Herkes onun siyah örtüsünün dalgalandığı yerde bir mukaddes bayrak etrafına toplanır gibi toplanıyor. Yalnız münevverler değil, yolda taş kesen amele, tarlada çalışan bir fellah, devesinin önünde çıplak ayakla giden bir bedevi onun yolunda hep aynı huşuyla duruyorlar. Onun herkesi anlayan, kalplere eğilen, küçük bir tebessümle, küçük bir sözle imanı tazeleyen, teselli ve ümit veren bir tavrı var.” (99)
[3] “Bütün bu günler hep halk içinde, hep halkla beraberdim. Kuvvetin membaında iken yorgunluk nasıl gelir? Halk dediğiniz bu muazzam kitle şimdilik daha için için yanan, alevsiz bir ateş. Bu ateşin bir yangın olacağı gün ne müthiş bir gün olacak! Ben bu saf, kuvvetli ateşte o meşum günden beri tekrar karışan karanlık hisli hasta ruhumu yıkadım, tasfiye ettim.” (119)
[4]“ Bu beyaz örtü –ölü veya diri- ebedî hayata hazırlanan büyük ruhlu kadınların bilerek, isteyerek sarındıkları kefendi. Ellerinde birer küçük bayrak vardı: Koyu bir mai bir zemin üzerinde sırma ile işlenmiş Cizze ehramları, ehramlar önünde çömelmiş Sfenks, arkada muazzam forsunu gösteren güneş ve hepsini kuşatan papirüs ve lotustan bir çelenk… Bugün bu büyük medeniyet ocağını örten küller cesur ve büyük kadınların bir nefesiyle dağılıyor, sıcak mart güneşi altında eski Mısır yeniden doğuyordu.” (130)
[5] “Her geçtikleri yerde Hakk’a doğru yükselen mukaddes ateş tutuşuyordu. Zırhlı trenlerin, zırhlı otomobillerin, mitralyözlerin kalesi içine sığmayan kuvvet halk denilen diğer müthiş kuvvetin azgın bir denizin korkunç dalgaları halinde homurdanarak mütemadiyen yükseldiğini, mütemadiyen kendisini kuşattığını gördü. Mai gökte turlar yapan tayyarelerinin vızıltısına yüz binlerce halkın göğsünden çıkan tehditkâr bir homurtu cevap veriyordu.” (130)