Daha önceki yazılarımda din biliminin tanımını yapmış, Türkiye’de din bilimine ayrılmış herhangi bir kurumsal alan bulunmamasının ne anlama geldiğinden bahsetmiştim. Bugün ise yeni bir sahaya açılıyorum: Maneviyat.
Neden maneviyat? Çünkü daha önce de dediğim gibi, maneviyattan bahsetmeden hem dinden, hem dindarlıktan, hem de dindarlıktan uzak bir yaşamdan aynı düzlemde bahsetmek mümkün değil. Diyebiliriz ki maneviyat, dindarlık ve din dışılığın kesişme noktası. Din dışılık dediğimde sekülerlikten bahsetmiyorum. Sözcüğün akla gelen ilk anlamından söz ediyorum: Dinin dışında olan her şey. Dindışı bir yaşam dediğimde de içinde dine ve dindarlığa yer olmayan, bu konuların yer etmediği bir yaşamı kastediyorum.
Maneviyat üzerine bilimsel bir yazı yazmak çok zor. Daha doğrusu, aslında toplum düzeniyle ilgili herhangi bir şey yazdığımızda elbette maneviyattan bahsetmiş oluyoruz. Eşitlikten, adaletten, kadına yönelik şiddetten, düşünce özgürlüğünden bahsettiğimizde hep maneviyattan bahsetmiş oluyoruz. Fakat çıplak olarak, tek başına, rabıtasız bir şekilde maneviyattan söz etmek mümkün mü? Maneviyat tanımlanabilir, sınırlanabilir bir şey midir? Gözle görülür mü Kulakla duyulur mu?
Bu uçucu kavramı elle tutabilmek için bir kalıp içinde değerlendirmek lazım. Bu değerlendirmeyi bu yazıda tasavvuf üzerinden yapacağım. Bir başka yazıda Alevilik üzerinden, bir başkasında Budizm üzerinden olabilir. Çeşitli toplumsal mücadele alanları üzerinden de tanımlanabilir elbette ama benim uzmanlık alanım din bilimi olduğu için uzmanlık alanımın dışında kalan maneviyat tanımlarını başka yazarlara bırakıyorum.
Neden maneviyattan söz etmek için tasavvuftan yola çıktığımın yazı devam ettikçe daha iyi anlaşılacağını düşünüyorum. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim: Tasavvuf, maneviyatı ön plana aldığı için. İslam içinde maneviyattan bahsetmek için en iyi mecra olduğundan.
Tasavvufun ontolojik perspektifine göre kâinat “çift boyutluluk” üzerine kuruludur. Her şeyin bir görünen, bir de görünmeyen boyutu vardır, yani “zâhir”i ve “bâtın”ı vardır. “Zâhir” ve “Bâtın” aynı zamanda Allah’ın isimleridir (Allah’ın isimlerinin önemi belki bir başka yazı konusu olabilir). Tasavvufta bu ayrım aynı zamanda “şekil” ve “mana” sözcükleriyle de ifade edilir. Örneğin her sözün bir şekli (harfleri, sesleri) ve bir de manası vardır.
Tasavvufa göre maneviyat, görünmez olandır. Bir kişinin maneviyatının mertebesi, zahiri göstergelerle, örneğin eğitimiyle, giyimiyle, kaç müridi olduğuyla vs. ölçülemez. Dahası, maneviyat mutlaka gizli kalmalıdır. Çünkü maneviyat gösterilmeye çalışıldığında kendinden bir şeyler kaybeder. Saflığını yitirir. Gösteriş tuzağına düşmek tasavvufta en büyük risklerden sayılır.
Tasavvufta “Kendini bilen Rabbini bilir” sözü (hadis sayılır ama daha ziyade geleneğe ait bir sözdür), “kendini” derken “kendi maneviyatını” demek ister. Çünkü tasavvufta “ben”in ölçütü maneviyattır. Aslında İslam’ın genelinde de bu böyledir; hatta her dinde bu böyledir. Tüm dinlerde insanın kurtuluşu (şimdi ve burada ve/veya ebedi bir âlemde) maneviyatının kurtuluşu olarak tanımlanmıştır. Dine göre insanın benliği maneviyatında temellenir. Tüm davranışların temeli budur.
Maneviyat görülmez dedim ama kendinden işaret vermez demedim. Maneviyat, insanların beden dilinde; ellerinin, kollarının hareketinde; yürüyüşlerinde, gözlerinde bulunabilir. Kendine ait bir dili vardır. Hiçbir söz söylemeden bizi kendine çekmeyi veya bizi kendinden uzaklaştırmayı bilir.
Tasavvufta maneviyatın görünür hale gelmesi “remiz” (simge) ile olur. Yani kişinin maneviyatından işaretler taşar ve bir başka insana ulaşır. Beden dilinin yanı sıra bu remizlerin en güçlü açığa çıktığı ikinci bir alan, hatta daha da önemli bir alan vardır: Sözün alanı. Maneviyatı kemale ermiş insanın sözü, ancak ve ancak aynı manevi mertebeye sahip bir insan tarafından anlaşılabilir. Aynı dili konuşmak, aynı maneviyat mertebesine sahip olmak demektir. Bu mertebeye ulaşmayanlar için ise aynı söz bilmeceden, saçmalıktan ibaret olur. Bununla birlikte bir kâmil insan, kendi mertebesinde olmayanların anlayabileceği, öğreticilik vasfını taşıyan bir dil kullanmayı tercih edebilir.
Tasavvufta maneviyatı gören göze “gönül gözü” denir. Talipten tüm dünyayı gönül gözüyle görmeyi öğrenmesi istenir. Bu göz “gönül” gözüdür çünkü her şeye sonsuz bir sevgi ve merhametle bakar. Artık onun zihninde şekilsel benlik tanımları kalmamıştır. Çıplak bir bendir bu ben. Çünkü kendi maneviyatının kendisine göstereceklerinden korkmaz.
Tasavvuf maneviyat ilmidir diyebiliriz. En basit düzeyde, insana nasıl iyi insan olacağını öğretme ilmidir. Ve uzun yıllar geniş bir coğrafyada bu ilim belli bir başarıyla icra edilmiştir. Fakat modernleşme ve diğer başka faktörlerle unutulmaya yüz tutmuştur.
Tasavvuf kendini “İslam’ın bâtıni boyutu” olarak tanımlar. Örneğin namazdaki hareketler namazın zâhiri ise, bu hareketler esnasında Allah’ı zikretmek bâtınıdır (Namazın tasavvufi yorumunu bu yazı için basitleştiriyorum). Belki şunu soracaksınız: Allah’ı zikretmek neden maneviyat olsun? Aslında cevabım çok basit: Çünkü inanan bir insan için Allah’ı zikretmek, kendi ölümünü, dünyanın geçiciliğini, kendine dair başka hiç kimseye söyleyemediği sırlarını zikretmek demektir. Bu bakımdan kendiyle en derin manada baş başa kalmak demektir.
Aslında her din, en içerideki “ben”e hitap eder. Ancak bu “ben”le iman edebilirsiniz. Ve yine ancak bu “ben”le kâfir olabilirsiniz. Herhangi bir dine inanmasanız da, maneviyatınız yine en derindeki “ben”inizle ilgilidir. On dokuzuncu yüzyılda çok sayıda Rum ve Ermeni’nin Bektaşi olduğunu biliyoruz. Demek ki bu dönemde Sufi olmak için Müslüman olmak bile gerekmiyordu. O zaman şu soruyu rahatça sorabiliriz: Tasavvuf, Müslüman olmayan birine ne sunuyordu? Veya bugün, ne sunuyor olabilir? Bu sorunun benim zihnimde çeşitli cevapları var. Ama ben tasavvufla ilgili çeşitli yazılar yazdıkça her okurun zihninde farklı cevaplar olacaktır.
Tasavvufun şekil ve mana arasında yaptığı ayrımın, günümüz dünyasında, özellikle siyası alanda çok fazla şeyi anlamlandırmamızı sağlayacak bir anahtar olduğunu düşünüyorum. İslam’ı şekilsel olarak yaşayan, fakat manen yaşamaktan çok uzak olan birilerini tanımayan var mı acaba?
Görsel: Oumar Ka, Otoportre (Metropolitan Müzesi)