Şu aralar bana ne iyi geliyor, ruhumu dünyanın pisliğinden nasıl arındırır da yürümeye devam ederim diye sık sık düşünüyorum. Dönüp dolaşıp sanatın köşelerinde dalıp gitmiş, soluklanırken buluyorum kendimi. Anlamı aradığım yer yine şiir, yine film, yine resim. Hep. Ve işte böylece, ayaklarımı topraklayan bir kitaba rastgeldim: Mirror and Pomegranate (Ayna ve Nar). Kitapta Tiflis doğumlu Ermeni yönetmen Parajanov (1924-90) hapisteyken, yönetmen Tarkovski’nin (1932-86) ona yazdığı mektuplar, Parajanov’un kolajları ve çizimleri ve Tarkovski’nin 1979-84 seneleri arasında Rusya ve İtalya’da çektiği bir takım Polaroid fotoğraflar var. Tüm bu içerik iki yönetmenin özel arşivlerinden alınmış. Tarkovski’nin polaroidlerini oğlu Andrey (cünyır), çeşitli aile portreleri, evinden kareler ve peyzaj fotoğrafları arasından seçmiş.
Bu oldukça sıradan mektuplarda beni yerime mıhlayan, haftalardır aklımdan çıkmayan cümleler, fikirler var. Parajanov’un kolajları ise birer şaheser. Sanat formlarının arasındaki hiyerarşiyi altüst eden, üretimin etrafına çekilen çitleri eğip büken ve her yandan fırlayan, taşan, akan bir yaratıcılık var. Bu nehri izlemek, dalmak, ilham bulmak ve tüm bunlara şaşırmak bana çok iyi geldi. Bakmalara doyamadığım mektuplardan, kolaj, çizim ve fotoğraflardan bazılarını 5Harfliler’le de paylaşayım derken başka başka yollara saptım tabii ve ortaya ikiye bölmenin daha iyi olacağı bir yazı çıktı. Şimdi okuyacağınız kısım daha çok Parajanov’un Sovyet rejimiyle olan ilişkisine, muhalefete ve sanatının hayatiliğine, ikinci kısım ise Tarkovski’nin ona yazdığı mektuplara ve yine sanatın ne menem bir şey olduğuna dalacak. Görselleri iki yazıya da yayacağım.
Tarkovski ve Parajanov birbirlerinin işlerinden haberdarlar elbette ama tanışmaları 1970’lerin başında Kiev’de gerçekleşiyor. Hızla dostluğa dönüşen bu karşılaşma, Parajanov kısa süre sonra hüküm giymesine rağmen devam ediyor. 1971’de Minsk’te verdiği ve 73’te başlayan yargı sürecinin arkasındaki baş sebeplerden biri olan bu konuşmasında Tarkovski’ye övgüler düzüyor:
Andrzej Wajda’nın sanatı karşısında şaşkına dönmüştüm, asla onun akıl hocası olabileceğim aklımdan geçmemişti. Aynı şekilde, kendime oldukça genç ve son derece yetenekli bir akıl hocası buldum: yönetmen Andrey Tarkovski. Sanırım kendisi bile İvan’ın Çocukluğu adlı filminin dahiyane bir iş olduğunun farkında değil. Çağrışımsal sinema yolunda muhteşem bir mirasın talanına, düşüncesinin kopyalanması ve taklit edilmesine şahit oluyoruz.
1 Aralık 1971’de Narın Rengi adlı filminin gösteriminden sonra Film Klübü’nde verdiği ve ufak bir parçasını okuduğunuz bu konuşmayı, Minsk’e gitmesi yasaklı olduğu halde çalıntı bir Narın Rengi kopyasıyla gizlice gelerek veriyor. Yönetmen, genç kuşak sanatçıları her fırsatta hem yazılarında hem konuşmalarında desteklemesiyle, işlerini övmesi ve görünürlük kazandırmaya çalışmasıyla biliniyor. Özellikle Ukrayna’da yaşadığı dönemde, Ukrayna kültürel mirasına ve değerlerine atıflarda bulunan sanatçıların işlerini ön plana çıkarması rejimin hiç işine gelmiyor.
Minsk’teki konuşmada KGB’yi rahatsız eden, Parajanov’un had bilmeyen ve kendine özgü mizahıyla rejimi, rejimin sanatını, edebi metinlere fazlaca sadık biçimde yapılan sıkıcı filmleri, hatta kendi filminin destekçilerini ve fon alabilmek için kandırdığı Ermenileri isim vererek tek tek eleştiriyor, onlarla dalga geçiyor oluşu. Ermenistan’daki Merkez Komite’de bulunan bir yetkiliye ‘yer cilacısı’ diyecek kadar keskin ve korkusuzca dönüyor dili. Parajanov’un sivri dilinden kaçan çok az insan var, bunlardan biri de yukarda okuduğunuz üzere Tarkovski. KGB raporunda, dinleyicilerin pek azının bu konuşma aleyhinde tavır takındığı kaydedilmiş. Bunlardan birinin ‘madem böyle hissediyorsun, neden gitmiyorsun’ sorusuna karşılık Parajanov’un ‘çünkü kendi ülkemde yaşamak istiyorum’ diye cevap verdiği de raporda yer alıyor.
Parajanov’un yapıtları Sovyet rejiminin aradığı formel yapıya ve arzu edilen içeriğe sahip değil. Filmleri makamlar tarafından, tabiri caizse, ucube olarak görülüyor ve sürekli sansürleniyor; film yapması engellenmeye çalışılıyor. Rejimin hedefinde olan Parajanov üç defa tutuklanıyor ve hüküm giyiyor. İlk tutuklama 1948 senesinde Tiflis’te eşcinsellik suçundan oluyor ve yönetmen birkaç ayını hapiste geçiriyor. İkinci tutuklama 1973’te Kiev’de yine eşcinsellik suçlamalarıyla oluyor. Ancak aşağıda detaylarını bulacağınız üzere aslında hem Moskova hem Ukrayna KGB’si çoktandır Parajanov’a bileniyor. 1974’te mahkemesi sonuçlanıyor ve hüküm giyiyor. 3,5 senesini Gubnik (‘ağır’), Strizhavka ve Perevalsk çalışma kamplarında geçiriyor. Üçüncü ve son tutuklanması ise 1983’te rüşvet suçlamasıyla oluyor.
Parajanov sineması üzerine kitabı bulunan James Steffen, Ukrayna KGB’sinin yönetmenle ilgili 1971’de tutmaya başladığı rapordan bazı iddialara yer veriyor. Raporda yazdığına göre: Büyük Sovyet Ansiklopedisi’ne işleri ile ilgili bilgi girmesi istendiğinde, Parajanov’un verdiği yanıt ‘bir takım Sovyet karşıtı sözel saldırılar içeriyor.’ Yönetmenin cevap mektubunda şu cümleyi sarfettiği ileri sürülüyor: ‘Okurlarınıza iletin ki, ben 1968’de Sovyet rejiminin soykırıma yönelik politikaları sonucu öldüm.’ Aynı raporda yönetmenin Fransız bir değişim öğrencisine evlenme teklif ettiği, ‘komünistlerle birbirlerini anlamadıkları için’ ülkeyi terk etmeyi planladığı yazıyor. Ukrayna KGB direktörü Cherchenko’nun notları ise şöyle: ‘Stüdyodaki pek çok çalışan onu ahlaksız olarak görüyor; evini içkinin, ahlaksızlığın, Sovyet karşıtı tehlikeli muhabbetlerin yaşandığı fitne fesat yuvasına dönüştürdüğünü söylüyorlar.’
Aynı raporda, Cherchenko yönetmenin, bir film çekimi sırasında kullandığı Kosmach Kilisesi’ne ait değerli eserleri çaldığını iddia ediyor. Ukraynalı yazar Valentyn Moroz ve gazeteci Alexei Korotyukov da aynı suçlamayı farklı bir serzenişle dile getiriyorlar. Özellikle Unutulmuş Ataların Gölgeleri filmi için Parajanov’un Ukrayna mirasını yağmaladığını yazıyorlar. Korotyukov iddiayı daha da ileri götürüp kendi evinde, bu mirasın Parajanov tarafından yabancılara dağıtıldığını anlatıyor. KGB Parajanov özelinde bu suçlamaları araştırıyor ancak yeterli delil bulamıyor. (Gazeteci Korotyukov Tarkovski’nin de, Andrey Rublev filmi için birçok kiliseyi talan ettiğini yazıyor.)
Fitne fesat yuvasında (hakkaten müze gibi bu arada) bakın başka kimler var:
Rapora geri dönecek olursam, benim dikkatimi çeken bir başka detay da Parajanov’un 1964’te frengi tedavisi gördüğü bilgisinin suç unsuru olarak dosyaya girmiş olması. Kadınlara yönelik bu tür cinsel içerikli suçlamaların cadı avında kullanılmasını çok fazla örnekte görüyoruz. Ancak Parajanov’un dosyasında bulunan eşcinsellik ve frengi hastalığı gibi tekrar eden ‘suçlar’ diğer muhalif düşünürlerin dosyalarında da bulunuyor muydu? Bulunmuyorsa bu vurgular neden özellikle Parajanov’a yönelik yapılıyor? Parajanov’un Tatar olan ilk karısı Nigar Seraeva’nın, 1948’deki eşcinsellik davası sebebiyle, evlenmelerinin üzerinden 1 ay geçmeden (Ocak 1951), Seraeva’nın ailesi tarafından öldürüldüğü iddiasına bakacak olursak, daha gençlik döneminden Parajanov’un bedeninin ve cinselliğinin hem çevresi tarafından hem de yetkililer tarafından suç unsuru ve suç mahalli olarak görüldüğünü ve dolayısıyla ilerki yıllarda da zayıf noktasını oluşturacağını çıkarabiliyoruz. Eğer iddia doğruysa*, en ağırı, karısı Seraeva’nın Parajanov’un bu ‘suç’unun bedelini hayatıyla ödemesi olmuş. Kendisini de sevgiyle analım buradan.
Peki Parajanov 1971’den 1973’e kadar neden tutuklanmıyor? Kitabında bu sorunun peşinde koşan James Steffen, 2 olasılık üzerinde duruyor: Birincisi KGB’nin Parajanov’a karşı bir dava dosyası oluşturmaya çalışıyor olması. Hatta yakınlarına akli dengesinin yerinde olup olmadığını dahi sormuş olmaları, bir ihtimal akıl hastanesine kapatmaya çalıştıklarını düşündürüyor. Bir diğer sebep ise yönetmenin nüfuzlu Shelest ailesi, özellikle oğulları Vitaly ile olan arkadaşlığı. Bir röportajda Vitaly Shelest babasının Parajanov’u ‘kurtardığını’, Parajanov’un tutuklanmasının ancak babası makamından alındıktan sonra gerçekleştiğini söylüyor.
Parajanov da dönemin baskılarından ve rejimin şiddetinden muzdarip pek çok entelektüel gibi sözünü söylemekten sakınmıyor. İlk önce, Ekim 1965’te, aralarında şair ve edebiyat eleştirmeni Ivan Svitlychny’nin de bulunduğu Ukraynalı muhaliflerin tutukluluğuna itiraz olarak Vitaly Kyreiko, Platon Maiboroda, Leonid Serpilin, Lina Kostenko, Ivan Drach, ve Oleh Antonov’la beraber 7 kişi bir mektup kaleme alıyor ve Ukrayna ve Sovyetler Birliği Merkezi Komitesi’ne yolluyorlar. Mektupta, mahkemenin Sovyet yasalarına uygun şekilde halka açık görülmesi gerektiği, o sırada uygulanan ‘gizlilik’ kararının yanlış olduğu hatırlatılıyor.
Nisan 1968’de ise tarihe ‘139 İtiraz’ adıyla geçecek olan dilekçeyi imzalıyor ve Bakanlar Kurulu’na yolluyorlar. Dilekçeyi imzalayan tek film yönetmeni Parajanov. Yani iddia edildiği gibi ün yapmak için muhaliflik ediyor olsa, Ukrayna’da milliyetçi duyguları körüklemekten yargılanan entelektüellerin haklarını savunmak, evini muhaliflerin toplantı yapabilmesi için açmak gibi riskleri alması biraz fazla kaçar sanki? Dilekçe 1965-66 senelerinde içeri alınan siyasi suçluların (özellikle gazeteci Vyacheslav Chornovil) tutukluluk ve dava süreçlerini eleştiriyor ve bu süreci Stalinizm’in daha baskıcı şekilde hortlaması olarak tarif ediyor. Sivil hayatın ve sosyal eleştirinin sağlıklı bir toplum için elzem olduğu, devletin kendi düşüncesine aykırı fikirleri bastırarak topluma kötülük ettiği de yazıyor. Her iki mektupta da imzacılar listesinde Parajanov ilk sırada. Uzak ve çok yakın tarihten de bildiğimiz üzere rejim eleştiriyi dinlemek ve kendine çeki düzen vermek yerine hep bir elebaşı veya elebaşlarının peşinden koşar, günah keçilerini seçer ve meydanlarda afişe eder. Kendi zorbalık tarihinden edindiği derin tecrübe ile ayrıştırmaya, bölücülüğe ve korku silahlanmasına başvurur. Bir kere korkuyu kuşandın mı, içindeki zalim de sinsice ayaklanır.
‘139 İtiraz’da adı bulunan entelektüeller de değişik şekillerde tehdit, sindirme, işlerinden atılma ve hukuksuz yargı süreçleri gibi zorbalıklara maruz kalıyorlar. Aralarında rejime karşı itirazından ötürü en ağır cezayı çekenlerden biri Parajanov. 5 sene hüküm giymesi, bunun 3.5 senesini çalışma kamplarında geçirmesinin yanında salıverilmesinden sonra da 15 sene film yapmasına izin verilmiyor. Film yapamadığı bu dönemde (73-89) kolajlara, çizimlere ve farklı sanat biçimlerine yöneliyor. Parajanov elini açsa avucunda bir nar ağacı büyüyecek sanki… Çeşitli üretimlerinin içinde benim en çok kalbimi çalan kolajları oldu. Parajanov kolajın ‘sıkıştırılmış film’ olduğunu söylüyor. Filmlerinde sessiz sinemanın tesirini epeyce hissettiğimiz yönetmenin, kolajı bu denli kendine has ve kişisel şekilde kullanıyor oluşuna şaşırmamak lazım herhalde. Hapisteyken yaptığı bir takım kolajları hediye olarak Tarkovski’ye yolluyor.
Parajanov’un kendine has sanatıyla ilgili Tarkovski şunları söylüyor:
Kolajlar, oyuncak bebekler, şapkalar, çizimler, ve belki sizin ‘tasarım’ diyeceğiniz şeyler yapıyor. Ancak bundan çok daha ötesi var: herşeyden daha fazla yetenek ve asalet içeriyor, bunlar gerçek sanat. Peki güzelliklerinin sırrı nedir? Kendiliğinden, anlık oluşları (spontaneity). Zihninde bir fikir çaktığında, planlamaya, düzenlemeye ve en iyi şekilde nasıl yapılacağını düşünmeye vakit ayırmıyor. Fikirle uygulanışı arasında bir fark yok; kayıplar verecek zaman yok. Yaratıyı tetikleyen duygu tek bir damlası dahi harcanmadan nihai şekline kavuşuyor. Asli saflığı, kendiliğindenliği ve işlenmemişliği doğrudan çıkıveriyor. Narın Rengi filmi de aynen böyledir. Bağımsızlığından ve hiçbir aidiyeti olmamasından bahsetmiyorum bile. Biz onun yaptıklarını yapamayız. Biz sade işçi sayılırız.
Bu nihai şekil, bitmiş tükenmiş bir nesneye dönüşmüyor yalnız. Kendine yeni bir hayat edinerek katman katman, bir bavul dolusu çağrışımla farklı duygu ve hayal dünyalarına açılıyor. Parajanov kendi ve arkadaşlarının pek çok fotoğrafını da bu kolajlarında kullanıyor. O fotoğraflar artık bir anı hatırlamak veya geçmişin yeniden vücud bulması işine yaramıyor. Bir anın sökülüp alındığı ve temsile zorlandığı fotoğrafın donuk bedenine farklı doku, renk ve sembollerle ruh üflüyor. Onu saplandığı zaman ve mekandan kurtarıyor. Fotoğraf ruhsuzca bir gerçeklik rejimi dayatmak ya da temsil etmek zorunda değil diye karşı çıkabilirsiniz. Bir fotoğrafı zaman ve mekan aidiyetinden nasıl ayrıştırabiliriz? Fotoğrafa içkin temsil sorununu aşmak mümkün müdür? Ruh için bu gerekli midir? Bir mekanın ruhu olması için içinden zaman akması, bir zamanın ruhunun olabilmesi içinse mekanlara çapa atması, nesnellik algısından kurtulması gerekir. Fotoğraf bunları ne kadar karşılayabilir? Fotoğrafın çıkışı – onu donuk yapan da ona ruh katan da – bakan gözde midir yoksa? Peki ya fotoğrafçı nerede gizleniyor? (Yorumlarda buluşalım.) Parajanov’un fotoğraf sanatıyla ilgili ne düşündüğünü ve kolajlarında kişisel fotoğraflarını kullanmasının ardındaki motivasyonu bilemiyorum ancak bu sorularla güreşmiştir o da belki. Ya da daha içgüdüsel bir biçimde vermiştir tepkisini fotoğraf mecrasına.
Parajanov hapishanede 800’ü aşkın çizim, yüzlerce kolaj ve bebek yapmış. Materyalleri nasıl tedarik etti, nelerden faydalandı? Hapishane ve kamp kuralları gereği sansürlenen, yokedilenler var mıydı? Diğer hükümlüler tarafından nasıl karşılanmıştı? Onlar da bu sürece katılmış mıydı?
Parajanov’un sineması bile kenar köşede kalmışken, kolajları, şapkaları ve elini attığı her şey nerede kendine yer bulabilir? Kolajın ilkokul aktivitesi olarak görüldüğü bir dünyada onu bir sanat formu olarak nasıl anlayabilir, ne tür olanaklar yaratabiliriz? Bu soru elbette 5Harfliler’de çokça yer verdiğimiz el işi sanatları gibi çeperlere itilmiş ya da yalnızca ‘geleneksel’ sanatlar bağlamında değerli görülen ve adı geçen birçok eseri de kapsıyor. Modern sanat tarihi ve ataerkil değer yargıları üzerinden ölçülüp biçilen sanat biçim ve içeriklerini yeniden düşünmek için yine şahane bir zaman.
Parajanov’a göre, rejime sanat yapmak, sanatı bir takım rejimlerin çizgilerine göre düzenlemek, anlamak, izlemek, uygulamak sanatı satmaktı. Ancak bu kadar rejim karşıtı bir portre çizmişken suları azıcık bulandıralım. Bir röportajında ‘artistismus’ kavramının ne olduğu sorulunca Parajanov şöyle cevap veriyor:
Engel olamıyorum, Lenin’i taparcasına seviyorum. Bir yönetmen olarak onun artistismus’una hayranım: onun artistik dürtüleri, bir hatip olarak becerileri. Beyni muhteşem bir şekilde çalışıyor, bir peygamberin beyni gibi güçlü. Dünya onun için yeterince büyük değildi. Onun artistismus’u onu bir keresinde zırhlı bir arabanın üzerine çıkardı, sanki orası bir sahneymiş gibi. Orada bir anıt misali duruyordu; doğuştan aktördü. Artistismus’u takdir ediyorum, artistik yeteneği yani. Siyasetçiler, arkadaşlar, herkes yetenekli olabilir.
Parajanov’un sanat anlayışının uçsuz bucaksız sularındayız şimdi. Sevmek, taparcasına sevmek giriyor işin içine. Lenin’i bir aktör, dünyayı da ona dar gelen bir sahne gibi tasvir ediyor. Sanat burada değilse nerede? Peki ama sanatçının bu denli açık olmasının getirdiği riskleri de konuşmayalım mı? Siyasi düzlemde sanat, yani bir anlam ve duygu dünyası oluşturup onu topluluklara aktarabilmek, harekete çevirebilmek elbette büyük maharet. Belagati kuvvetli insanların peşinden koşa koşa insanlık bir hal olmuş. Gözleri kör eden ve asla gerçekleşmeyecek vaatlerin kuyusunda kimler kimler boğulmamış ki… İşte bu yüzden soruyorum: sanatçıyla sahte peygamber arasındaki çizgi nerede? Bir siyasinin, ‘artistismus’uyla sunduğu vaatler ve idealler dünyası, (Parajanov gibi) bir sanatçının siyasetiyle kesiştiğinde neden bir düğüm olmaya mahkum? Mahkum mu? Artistismus hangi noktada ruhuna ihanet etmeye başlıyor? Bir sonraki soru da biraz bununla alakalı.
Sovyet neo-gerçekçiliğinin kendisi için ne ifade ettiği sorulduğunda Parajanov şöyle cevap veriyor:
O dönemle ilgili ne kitap ne dergi var, ne de konferanslar düzenleniyor. Herkes sessiz. Hatta bir sonraki nesil bu kavramı tamamen unutabilir. Belki de biri ilk adımı atar ve bununla ilgili bir şeyler yazar, arşivlerde saklı olan bu dönemi kullanır. Ben kendi arşivimi açarsam, orada özgürlüğümü elimden alan üç hapis cezası bulursunuz. Bir de beni kınayan bir mahkeme kararı var, sosyal yapıyı bir ejderha olarak gören bir sürrealist olduğum için. Sanki Notre Dame’ın tepesine tünemiş koca burunlu koca toynaklı bir ejderhayım da Paris şehrine bakıyorum yukarıdan. Ben de böyle bir ejderhaydım, dışarıyı izleyen ve yeni günün gelişini kıskanan.
Elimde bir ejderha kolajı yok maalesef. Olsun. Onun hayalini de bize bırakıyorum. Yeni günün gelişini kıskanmanız ve ejderhalara inanmanız temennisiyle, ikinci kısımda görüşelim efem.
* Şu kaynaktaki iddiaya göre karısının din değiştirdiği için öldürüldüğü, farklı bir Rusça sitede ise başkasına sözlü olduğu için öldürüldüğü yazıyormuş. Ben hem Rusça okumadığımdan hem de yazıda bahsettiğim Steffen’in kitabının 2013’te çıkmış olması (güncelliği) dolayısıyla ona öncelik verdim.
Bu yazının devamı burada.
Ana görsel: Oryantal drag, otoportre, İstanbul 1989.
Kaynaklar:
Mirror and Pomegranate, Anya Stonelake/White Space Gallery, Londra
The Cinema of Sergei Parajanov, James Steffen, ABD 2013
Sergei Parajanov Müzesi, Erivan
Parajanov’la yapılmış bir röportaj