"Kimseyi tanımıyorum. Yola çıkar çıkmaz, sosyal medyada paylaşmak için herkesten yürüyüşe neden katıldığını bir cümlede söylemesi isteniyor. Amed’deki arkadaşların yüzüne bakabilmek için…"

MEYDAN

Duyuyorum

21.12.2015

Haberleri okurken, güvenlik güçleri tarafından Sur’da çekilen ve basınla paylaşılan fotoğrafları görüyorum. BTÖ tarafından yapılan barikatları işaret eden fotoğrafta, inşaat demirleri arasından bir kısmı görünen yazılama çarpıyor gözüme:

 

İREN 

 

AŞAM

 

22.12.2015

Sosyal medyada, karşıma şu çıkıyor:

 

Bugünlerle başa çıkmanın, savaşı, ölümleri, yıkımları durdurmanın yolu, barışa ilişkin talebimizi daha yüksek sesle, hep birlikte cesaretle söylemekten ve bölge halkıyla dayanışmaktan geçiyor. Bu sebeple barış yanlısı olan bizler, savaşa  karşı sesi çoğaltmak amacıyla Barışa Yürüyorum adlı bu yürüyüşü gerçekleştirmeyi kararlaştırdık.

 

Bu içgüdüye katılmaya karar veriyorum.

 

24.12.2015

Orpheus Çıkmazı’ylayım: Hayatta kalanlar Felaket’te katlanılmaz olanı inkâr ederek hayatta kalabildikleri için, Felaket’i felaket olmaktan çıkarmadan hayatta kalmak mümkün olmadığı için, hayatta kalanın geri dönülmez bir biçimde kaybettiği şey kaybın sözünü etme kapasitesinin kendisi olduğu için, hiçbir anlatı dil bütünlüğünün bozulması gerçeğini dille bütünleştiremediği için anlatılmamıştır Felaket.

 

Kayıp, temsili çatlatıyor ve kendi ifadelerini üretiyor. Ölülerle dirileri ayıran sınır yok. Ben, tekil değil, çoğuluz.

 

27.12.2015

Bodrum Belediye Meydanı’nda, yola çıkacaklar ve yolcu edenler dövizler hazırlıyor: Söz bitmesin diye barışa yürüyorum. Boğazpınar Festivali’nde birlikte Dereler özgür akacak dediğimiz müzisyenler, kervanı yolcu ediyor. Slogan, flama yok, kuşlar gibi öterek Bodrum’dan çıkıyoruz.

 

Kimseyi tanımıyorum. Yola çıkar çıkmaz, sosyal medyada paylaşmak için herkesten yürüyüşe neden katıldığını bir cümlede söylemesi isteniyor. Amed’deki arkadaşların yüzüne bakabilmek için…

 

Az bir yol gidip, Muğla’ya vardığımızda, Roboski Anması devam ediyor meydanda.

 

Adalet olmadığında ölüler gömülemediği için, karşılaştığım tüm hayaletlerle konuşmaya hazırlıyorum kendimi.

 

Yanımda iki kitap var, birisi Yıkıntılar Arasında. 1911’den okuyorum:

 

Tekrar ediyorum, hepimiz kana bulanmış ülkemizin gerçek resmini bilmeli, ona cesaretle ve dosdoğru bakabilmeliyiz. Görüp işittiklerim devletin ta temellerini sarsacak nitelikteydi. Teorik olarak kimse bunun tersini söylemiyor. Bu duygu, önemli bir dürtü oldu ve hür bir yurttaş olarak, bu ülkenin eşit haklarla donanmış ve eşit yükümlülükler yüklenmiş bir evladı olarak bu sayfaları çekincesiz olarak yazmam için beni harekete geçirdi. Bunlar, bir Ermeni kadının hassasiyeti olarak değerlendirilmekten ziyade herhangi bir insanın içten gelen samimi izlenimleri olarak düşünülmelidir.

 

Yazar, 1909’da, Adana ve çevresinde 25.000 Ermeni’nin öldürüldüğü Kilikya olaylarına tanıklık etmek için, olaylardan birkaç ay sonra, bir heyetle yola çıkıyor. Sorduğu ve sordurduğu soru: Yazı ve hayal, bunlar Felakete ölçü olabilir mi?

 

28.12.2015

Güne, gar önünde, Ankara Katliamında ölenleri anarak başlıyoruz. İsimlerinin yazılı olduğu dijital baskılar, karanfillerle birlikte yerde, alt alta, üst üste. Sesleri bir uğultuya dönüşüyor, söylediklerini duyamıyorum.

 

Akşamüstü toplantı için buluşmadan önce birkaç saatim var şehirde. Yeni tanıştığım yoldaşımla dolanıyoruz. Bir saat tamircisinin dükkânına giriyoruz. Zanaatı nasıl öğrendiğini sorunca hayat hikâyesi açılıyor önümüzde. Suriyeli ve Yahudi olduğunu tahmin ettiği babaannesinden öğrendiğini, Ağrı’dan üniversite için ayrılıp muhtelif alanlarda çalıştıktan sonra, bu işe döndüğünü anlatıyor. Bu topraklarda gömülmek istemediğini söylüyor: Ölünce hakkımı savunamayacağım.

 

Zamanı tamir etmesini; öncesinden ve sonrasından koparak travmaya dönüşen zamanı bağlamasını, araftaki hayaletlerle geçen saatleri akan zamana eklemesini, geç kalmamamız için zamanı durdurmasını istiyorum.

 

İlk toplantımızı yapıyoruz. Herkesi bu yola hazırlayan deneyimler ve Diyarbakır’a gitme ihtiyacının nedenleri farklı. Korkuyoruz, cesuruz, azız, çokuz, özgürüz, feministiz, vicdani redciyiz, öğretmeniz, öğrenciyiz, ev kadınıyız, anneyiz, sivil toplumuz, anarşistiz, vatandaşız, çevreciyiz, kamu görevlisiyiz, akademisyeniz, işçiyiz, işsiziz, güvencesiziz, yazarız, beyaz yakalıyız, sanatçıyız, hareket halinde bir komünüz, susturuluyoruz, sesler duyuyoruz, ses çıkarmak istiyoruz. Birlikte kararlar vermemiz gerekiyor. Konsensüs mü, çoğunluk mu? Tek tek hepimizin duygu ve düşünceleri önemli, konsensüsle devam ediyoruz. Karışıyoruz!

 

29.12.2015

Tek sıra halinde akarak sokaklardan meclise varıyoruz. Masaya dönülmesini talep edip, bizi karşılayan iki milletvekiliyle konuşuyoruz: Destek demeyin, destek dışarıdan verilir, biz beraberiz. Kadının ağzından çıkan bir kelime, musallat olan hayaletler gibi bırakmıyor beni; inkârcı, inkârcı, inkârcı

 

Çoğalarak yola devam ediyoruz, yavaş yavaş tanışıyoruz. Adana’ya varıyoruz. Hazır bir sofraya varıp, tanımadığımız dostlarımızın evlerinde misafir edilmek üzere dağılıyoruz.

 

Uyku tutmuyor, 1911’den okuyorum:

 

Herhangi bir ahlaki kaygıdan yoksunluğu ve sayısız sonuçlarıyla, felaketin boyutları sınırsızdı.

 

Felaket kelimesini anlayabiliyor muyum? Operasyon sonrasında inşaat faaliyetleri başlamış olacak. Felaketi anlamlandırabiliyor muyum? Yasın ve anlamlandırmanın imkânsız olduğu yerde, hayaletlerimle uykuya dalıyorum.

 

Yakılıp yıkılmış şehirde tek ayakta kalan Ermeni Piskoposluk Kilisesi’nin yüksek çan kulesi sanki etrafındaki yıkıntıları seyrediyordu; lal olmuş çanı felçli bir dil gibi asılı kalmıştı, çünkü felaketin başladığı o günden bu yana hüzünlü veya coşkulu çınlamaları yas için susturulmuştu.

 

Yas için mi susturulmuştu gerçekten?

 

30.12.2015

Adana’dan Urfa’ya giderken, otobüs ütopik bir kapsüle dönüşerek, içinde bulunduğu zaman ve mekân boyutlarından kopuyor. Herkese, yanlarında hangi kitaplar olduğunu soruyorum ve yoldaşlarımı okuduklarıyla tanıyorum. Forum yapma önerisi geliyor. Otobüsün ön tarafında sahne kuruluyor, hava karardıkça ışıklandırma çözümleri getiriliyor. Bir dikdörtgenin içinde daire olmayı becerip birbirimizi dinliyoruz.

 

Felaketin ortasına doğru ilerliyor olma düşüncesi bizlerde hüzünlü bir sabırsızlığa sebep oluyor, buna rağmen sukât içinde geç saatlere kadar güvertede dolaşıp duruyorduk…

 

Cizre’de öğretmen olan arkadaşıma bir mesaj geliyor. Tanıdığı bir sağlık görevlisinin yaralı bir kadına müdahale ederken vurularak öldürüldüğünü öğreniyor. Mesafe azaldıkça avunmak ve avutmak imkânsızlaşıyor. Arka koltuktaki gençler, halay için yeni sözler icat ediyor. Söz bitmesin diye…

 

31.12.2015

Sabaha karşı dörtte, Diyarkbakır’a doğru yola çıkıyoruz. Çaylar içildikten sonra, vardığımızda okunacak basın açıklamasının metni üzerinde çalışıyoruz. Diyarbakır il sınırını geçerken ortak bir dilde buluşuyoruz. Kar ve kuşlar karşılıyor bizi!

 

 

duyuyorum2

 

 

İşçiler, adının berfıng olduğunu öğrendiğim tahtadan aletlerle belediyenin önünde biriken karı temizliyorlar. Açtıkları alanda, gençlerin yazdığı sözlerle halay başlıyor. Omuz omuzayız, neşeliyiz, utanmıyoruz!

 

İçeride, dinliyorum: Toplumun mühendisliği yapılamaz… Akan suyun nerede yatağını değiştireceğini kimse bilemez… Barışa ses vermek… Feryat… Yıkım… Kapıları kapattılar, şehir kalenin içine hapsoldu… Hayatı bitirmek isteyen bir savaş… Bedeni açıkta bekleyen cenaze… Çığlığımızın boşlukta kalmadığını gördük… Bireyiz, halkız… Türkiye halklarının özgür ve eşit geleceğini selamlıyoruz.

 

Dışarı çıktığımızda, belediye meydanının dolduğunu görüyoruz. Halkın yüzüne bakarak öne doğru geçiyoruz. İşte dün Cizre’de ölen canlı; yanımda oturan arkadaşın tanıdığı ve şimdi yanımda duranın fotoğrafını taşıdığı. Ölülerle diriler karışıyor. İrademi size teslim etmeye geldim sözlerini duyuyorum, bilahare bir ses bombası patlıyor. Kimse yerinden kıpırdamıyor. Bir gün önce Diyarbakır’a varan, aydın ve sanatçılardan oluşan Barış İsteyenler grubunun, halkla Sur’a yürüyebildiklerini bildiğimiz için, biz de verilen izinle yürüyebileceğimizi düşünüyoruz.

 

Beyaz başörtülere bürülü o yaslı kafaların akın akın geçişi bir fırtınadaki dalgalanmaları andırıyordu.

 

Sonrasını dillendirmek zorlaşıyor, şizofrenik çatlak derinleşiyor. Yaşadığım, basına yansıyan ve mahkeme kayıtlarında iddia edilenler arasındaki uyuşmazlığı nasıl aşacağımı bilemiyorum. Sözün hiç başlamamış olduğunu ve buradaki dili öğrenmek için çaba sarf etmemiş olduğumu fark ediyorum. Kelimelerin içinin farklı dolduğu bir çıkmaza varıyorum.

 

Polisin uyarısız saldırısı sonrasında yapılan yirmi dört gözaltıdan beşinin Barışa Yürüyorum grubundan olduğunu öğreniyoruz. Bu coğrafyada, gözaltı kelimesinin anlamını henüz bilmediğimi fark ediyorum. İmzalıyorum: Bizler bu gözaltıların yaratılan korku ortamını devam ettirme amacında olduğunu, Kürt halkını yalnızlaştırmak ve dayanışmanın önüne geçmek üzere gerçekleştirildiğini düşünüyoruz.

 

Ertesi gün, herkes seslerden bahsediyor; atılanların, düşenlerin seslerinden. İçimiz soğudu, diyor biri…

 

Karalar verin bize yastayız. Yazın İstanbul’a! Siyahlar göndersinler bize.

 

Oysa burada kimse karalar istemiyor. Renklerinden veriyor cömertçe. Bir sergi geziyorum. Gelincik’te yaşamla karşılaşıyorum. Yıkık bir evin önünde dört beden birbirine tutunarak ilerliyor. En öndekinin elinde bir küre. Konturlar siyah, figürler ve arka plan birbirine karışıyor; sarı, yeşil, kırmızı. Neşeliyiz, yaşıyoruz! Ve yaşamanın diğer adını öğreniyorum.

 

Gözaltının dördüncü gününde, arkadaşlarımız mahkemeye sevk ediliyor. Beklerken, surun yürünebilen kıyısında dolanıyoruz. Surun içine yerleşmiş bir çayevinde iki tane beyaz güvercin duruyor dolabın üstünde. Uçamıyorlar. Üç şey düşüyor art arda. Titriyoruz. Duyduğum sesi silmek istiyorum bedenimden, yerine şairden sesler koymaya çalışıyorum. 28 Kanunisani 1923’den çağırıyorum: hav… hav… hak… tü

 

Simit alıp bir kahvede oturuyoruz. Düşenlerin roket olduğunu ve düştüğü kahvaltı sofrasında bir kadını öldürdüğünü öğreniyoruz haberlerden. Soba etrafında çay içerken; ateş, müzik ve raftan aldığım Dağ ile transa geçiyorum: Bir tas yılan / al nehir yerine kullan / yeter ki beni dağıma kavuştur / atalarımı tanıyan şaman

 

Hakim arkadaşlarımızı tutuksuz yargılamaya karar veriyor. Mahkeme devam edecek. Ortaya koyacakları her şeyin haklarında delile dönüştürülebileceği bilinciyle yaşamak durumundalar. Bizi misafir eden evdeki güzel çocuk her gün karikatürler çiziyor. Elinde bir paket tutan adam, Ulan ne var bunun içinde, diyor ve bir sonraki karede yerde yatıyor; tuttuğu şey patlıyor.

 

Hava muhalefeti nedeniyle uçağımız iki kere iptal oluyor. Kendi yaptıkları döşeklerde sekiz kişiyi ağırlayacak kadar cömert bir ailenin evine gidiyoruz. Kar topluyoruz dışarıdan. Üstüne, kendi yaptığı pekmezi döküyor evin anası. Kaşıklarla dalıyoruz kaba. Neşeliyiz, bir aradayız!

 

Uyuyoruz. Karlar eriyor, oluşan yeni çatlakları buluyor sular; karışıyor, tutuluyor, kirleniyor, coşuyor! Şu şizofrenik çatlak yarılsa, yarılsa da artık, adalar olsak…

 

Ve tam o esnada mihraptan, havada eliyle haç çizerek seslendi peder:

“Khağağutyun amenetsun”*

 

***

 

* (Ermenice) Herkese barış / huzur.

 

Metindeki eser adları ve alıntılar italik ile yazılmış, bilinçli olarak hiç şahıs adı kullanılmamıştır.

 

Görseller yazara aittir.

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

İnsanlık Haysiyeti Sadece Masumlar İçin Mi?
“Benim Sonsuz Nostalji İçin Harcayacak Vaktim Yok”: Kadın Savaş Muhabirlerinden Hayat Dersleri
Eli Göğsünde, “Milletim Beni Akladı”

Pin It on Pinterest