Özge Samancı’nın kitabı geçtiğimiz ay ABD’de yayınlandı. Yalnız kitabın başlığını Türkçe’ye bir türlü çeviremiyoruz. Tam başlık: Dare to Disappoint. Growing Up in Turkey. “Türkiye’de Büyümek” kısmı tamam da, o Dare to Disappoint kısmı? Hayalkırıklığına Uğratmaya Cesaret et, Bırak Üzülsünler, Düşkırıklığına Uğratmaya Cüret Et?
Herhalde çeviride yaşanan bu sıkıntı bile aslında kitapla ilgili bir fikir veriyor. Büyürken etrafımızdakileri hayalkırıklığına uğratmayalım diye içine düştüğümüz, büyük, çetin mücadele, el yordamıyla bulmaya çalıştığımız çıkış yolları, kendi sesimizi duyabilmek için göze aldığımız tehlikeler, attığımız, atamadığımız adımlar hakkında bir fikir belki? Ve bütün bunlar olup biterken bir de ülke de askeri darbe olmuşsa hayat neye benzer? Dare to Disappoint‘in ana teması bunlar.
Kitap Türkiye’de alışkın olmadığımız, daha doğrusu yaygın olmayan bir türde, bir çizgi roman. Samancı İzmir’de geçen çocukluk, İstanbul’daki lise ve üniversite yıllarını anlatıyor. Orta sınıf bir ailede, ülkenin iyi okullarında, göreli olarak korunaklı bir çevrede büyüyen bir kadının hikâyesi bu. Yetişkinliğinde yapmak istediği işler var, oysa etrafındaki yetişkinler bunları hobi olarak görüyor. Ondan beklenen, mesela mühendis olması, mutlaka başarılı olması. Çok kişisel gibi duruyor değil mi? Hiç değil. Arka planda 12 Eylül’den hemen sonra olup bitenleri, bütün o darbe sonrası koşulların bir çocuğun hayatını nasıl etkilediğini hatta belirlediğini okuyoruz. Başarı denen o ne olduğu meçhul kavramın toplumun her kesiminde yeniden yeniden tanımlandığı, ona giden yollardan en kestirmesinin, en makbul olduğunun düşünüldüğü zamanlar bunlar. 1980’lerde, darbe sonrasının olağanüstü koşulları hızla olağanlaşıyor, herkes sanki ortada çok büyük bir yanlış, yamuk yumuk bir resim yokmuş gibi davranıyor bir biçimde. Bütün bu değişimi kitapta yer alan bazı ayrıntılarda açık seçik görüyoruz. Baskı altında yaşayan bir toplumun günlük hayatına sızan garabetler her yerden adeta fışkırıyor, 6 yaşındaki bir çocuğun oyunlarıyla, onun lise zamanlarında kurduğu ilişkilerle, 90’lı yıllara denk düşen üniversite yıllarıyla da harmanlanıyor.
Samancı’nın kitabında irili, ufaklı, onun duyduğu, bizzat şahitlik ettiği, ya da yaşadığı pek çok hikâye var. Bütün bunlara geriye doğru bir bakış aslında kitap. Bu türden anlatılarda genelde bir sıkıntı olur. Geçmiş, sonunda ne olduğunu bilen başrol oyuncusu tarafından o sonu hazırlayan şartlara odaklanarak, sanki herşey, herkes o sonu hazırlamış gibi tasvir edilir (ve tarihçilerin de esaslı dertlerinden biridir bu). Rastgele gelişen koşullar göz ardı edilir, kutlu tesadüfler öne çıkarılır. Samancı’nın anlatısındaki başarı, bu rastgeleliği göz ardı etmemesi. İçine doğduğu koşulları kendi hikâyesine alet etmeden, kendi hikâyesini bütün bu koşulların içinden çekip çıkarması.
Samancı’nın çocukluğuna denk gelen dönemden bazı temalar hemen öne çıkıyor kitapta ve benim açımdan en akılda kalanlar da bu temalar oldu. 12 Eylül’den sonra ilkokula başlayanların hayatlarına derinden kazılmış bir Atatürk resmi var kitapta. 6 yaşında bir çocuğun Atatürk portresiyle göz kırpışması, onun gözüne girebilmek için akşamları televizyon kapanırken, sabah okul açılırken önce hazır ol’a sonra rahat’a geçmesi. Nesiller boyu çilekeşliğin kurumsal karşılığı, envai çeşit sınav var. Her biri için bazen seneleri gözden çıkardığımız sınavlar. Bakkal Nuri Amca, sıra dayağı, sokağa çıkma yasağı, Türklük, doğruluk, çalışkanlık, pembe bir cetvel, mandolin, necefli maşrapa, yasaklı kitaplar, çakıl taşları, Turgut Özal, Galata Köprüsü, hayali ihracat, Kaptan Kusto, periyodik cetvel, bozuk bir radyo, yatakhane… derken liste uzayıp gidiyor.
Diğer yandan, sokağa çıkma yasağı bitmeden eve yetişmek için koşturan anne baba da var, çocuklar arasında kimin Atatürk’ü daha çok sevdiğine dair yarışlar da. Okul piyeslerinde hain Yunan askerleri durmadan öldürülüyor, o dönem büyüyenler Dallas‘ı ane babaları gibi matah bir dizi sanıyor. Ve adeta “olmazsa olmaz”ımız, her an, hiç uğruna ölme ihtimalleri de sızmış kitaba değişik halleriyle.
Yıllardır yayın yaptığı sitesi Ordinary Things‘ten (Sıradan Şeyler) tanıdığımız Samancı’nın çizgisi, kolajları bu kitapta adeta ustalık mertebesine ermiş. Sadece çizgi romanlara has türden, hızlı bir sürüklenmeyle birkaç saat içinde bitiveriyor kitap. İngilizce okur için ayrıntılandırılmış kısa bir Türkiye tarihi de, 12 Eylül’ü hazırlayan koşulların ve darbe sonrası olacakların anlamlandırılması için anlatıda yer bulmuş.
Peki, Türkiye tarihinden bir sayfayı, bir dönemin koşullarını başka bir dilin okuyucusuna sunmak bizim için de bir fırsat olabilir mi? Kendi hikâyemizin evrensel olan yanlarını görebilir, o hikâyede bize, yerel olana has unsurları daha iyi anlayıp, kavrayabilir miyiz? Samancı’nın kitabı bu fırsatın da önünü açarken, bir yandan da ait olduğun sınıf, kesim ne olursa olsun, Türkiye’ye has koşulların insanları nasıl incinebilir kıldığını anlatıyor.
Benim açımdan kitabın en çarpıcı tarafıysa henüz hiç yazılmamış bir tarihi konu edinmesi oldu. 12 Eylül’den sonrasında çocukluğunu yaşayan kuşağın kendini içinde bulduğu o dev karmaşaya dair, ilk elden tanıklıklar henüz yazılmadı. Dare to Disappoint önemli bir boşluğu dolduruyor bu anlamda. Bu kuşak şimdi 40’lı yaşlarına ya henüz erdi, ya da ermek üzere. Ülkenin doğusu, batısı demeden her köşeyi avucunun içinde tutan o isli, puslu darbe günlerinde, sıkışmış, boğulmuş yetişkinlere baka baka büyümeye çalışan ve serpildiği anda başına sınavdı, başarıydı, rekabetti diye vurulan bir kuşak. Siyaseten biraz felçli gibi. Kendilerini toplamaları, bulmaları her kuşaktan daha uzun sürdü belki de.
Çok isterdim bu güzel kitabın tanıtım yazısını neşe içinde yazmayı, ama sürekli aklımda bugün ilkokula giden kuşaklar var bunları yazarken. Bizim zamanında çektiğimiz dertleri hepten unuttum. Ekmeden, biçen memleketimiz birilerine de gün yüzü gösterir belki bir gün.
***
Özge Samancı, Dare to Disappoint Growing Up in Turkey, Farrar, Straus and Giroux, Kasım 2015.
Kitabın tanıtım videosu.