Son günlerde epey popüler olan ve bu popülerliği de hakettiğini düşündüğüm bir süperkahraman dizisi var: Jessica Jones. Marvel’in bu pelerinsiz, maskesiz kadın kahramanı doğaüstü bir kuvvete sahip olmasına ve metrelerce yükseğe zıplayabilmesine karşın, diğer süperkahramanlardan çok daha tanıdık, çok daha özdeşleşilebilir. Özellikle de kadın izleyiciler için, çünkü kendisi tecavüz ve şiddetten hayatta kalmış.
(Yazının bundan sonrası epeyce spoiler içerdiği için olacakları öğrenmek istemeyenlerin diziyi bitirdikten sonra okuması tavsiye olunur.)
Jessica, dizinin başladığı zaman diliminden önce Kilgrave adlı bir adamla tanışıyor ve zihin kontrol etme gücüne sahip bu adamın elinden uzun süre kurtulamıyor. Dizinin ilk bölümü bu olaylardan çok sonra, Jessica Kilgrave’den uzaklaşmayı başarmış ve kendine yeni bir hayat kurup özel dedektif olarak çalışırken başlıyor. Kızlarını ararken Jessica’ya başvuran bir ailenin anlattıklarından, Kilgrave’in hâlâ istismara devam ettiğini, genç kadınları kaçırdığını ve fiziksel ve psikolojik şiddet uyguladığını öğreniyoruz. Tam da gerçek hayatta erkek şiddetine maruz kalan kadınların deneyimlediği gibi, olaylardan sonra yaşananların üzerini kapatmak mümkün olmuyor, zira herhangi bir ceza yaptırımıyla karşılaşmayan şiddet uygulayıcıları başka insanlara zarar vermeye devam ediyorlar.
Dizinin sekizinci bölümüne kadar adı konmayan, ancak fikri hep tepemizde asılı duran bir olgu var: Tecavüz. Kilgrave’in gücü fiziksel kuvvetinde değil, insanların zihnini kontrol edebilmesinde. “Dur” dediği insanlar kıpırdayamıyor, “koş” dedikleri duramıyor örneğin. Ancak bunları yaparken kendilerinden geçmiş yahut bilinçsiz değiller, akılları yerinde ve buna rağmen yaptıklarını kontrol edemiyorlar. Jessica kendi geçmişlerini anarken Kilgrave’in yaptıklarının tartışmasız adını koyarak “Buna tecavüz denir” diyor. Kilgrave ise tüm iyi manipülatörlerin yaptığı gibi “Ben istediğim için mi yapıyorlar kendi istedikleri için mi, nasıl bilebilirim!” diyerek sorumluluktan kurtulmaya çalışıyor. Bu aslında şiddet ve tecavüz faillerinden çok sık duyduğumuz bir cevap: “Hayır demedi, nereden bilecektim? Karşı koymadı, kaçmadı, demek ki rızası vardı.” Jessica Jones ise istismarcıların bu tutumunu teşhir ediyor ve seyirciye bir an bile tecavüzün tecavüz, şiddetin şiddet olduğundan şüphe ettirmiyor. Bu konuyu ele alış şekilleri de oldukça incelikli. Dizinin yaratıcısı Melissa Rosenberg, bir röportajında yeterince çok dizide tecavüz sahnesi gördüğümüzü ve yapmak istediğinin bu olmadığını belirtiyor. Rosenberg’e göre tecavüzden sonra hayatta kalan kişiye ne olduğu daha önemli. Bu yüzden birçok yapımın aksine, tecavüz olgusu şiddeti estetize eden ve reyting için kullanan bir biçimde değil, olayı takip eden travmalar, korkular ve hayatta kalma çabasıyla işlenmiş. Benzer şekilde, Jessica da asla “mükemmel mağdur” olarak resmedilmiyor. Kadının küfürbaz, alkolik ve kimseyi umursamaz hali bir saniye bile başına gelenlerden ötürü onu suçlamamızın önünü açmıyor. Aksine, istismardan hayatta kalanların birbirlerinden ne kadar farklı olabileceği ve hiçbir durumda failden başkasının sorumlu tutulamayacağı dizi boyunca açık ve net.
Kilgrave üzerinden işlenen tecavüzcü profili de son derece başarılı. Jessica’yı şık otellere götürdüğü, iyi restoranlarda yemeğe çıkardığı için yaptıklarının tecavüz olmayacağını savunan iyi giyimli, hoş aksanlı bir erkekle karşı karşıyayız. Zihin manipülasyonu kanıtlanabilir bir şey olmadığından, şahsen başlarına gelmeden hiç kimse Jessica’nın anlattıklarına inanmıyor. Gerçek hayatta karşılaştığımız en büyük sorun dizide de mevcut, kadının beyanı bir türlü esas alınmıyor ve şiddet gören kişi yalnızlaştırılıyor. Bu esnada Kilgrave de gerçek failler gibi sürekli olarak suçlu ve tecavüzcü olmadığını dile getiriyor. Böylece dizi klasik “Ben tecavüzcü değilim” savunmasını lastik gibi çekiştirip uzatarak tüm absürtlüğüyle önümüze seriyor ve suçlulukları aşikâr faillerin nasıl da kendilerini suçsuz gösterebildiğini ortaya koyuyor. Kilgrave’in istismarcı portresinde başarıyla işlenen bir diğer detay da sorumluluğu hep başkalarında araması. Kendi eylemleri yüzünden mağdur ettiği insanları da suçluyor, toplumu ve hatta kendi ailesini de. Bizzat şiddetin uygulayıcısı olmasına rağmen konuyu hep kendi mağduriyetine çekmeye çalışıyor. Benzerlerini gerçek uygulayıcılardan duymaya alışığız: “Ailem de bana şiddet gösterdi, asıl mağdur benim,” “Ben böyle biri değilim, sen beni böyle yapıyorsun,” “Seni seviyorum, oysa sen beni suçluyorsun.” Çocukken gerçekten de ailesinden şiddet görmüş olmasına karşın ne Jessica ne de dizinin yapımcıları bu tuzağa düşüyorlar. Kilgrave’in bir erişkin olarak yaptıklarının tüm sorumluluğunun kendisine ait olduğu tartışmaya açık değil. Aksine, sorumluluktan kaçan faillerin aslında ne kadar da gülünç olduğu Kilgrave’in inkârlarıyla bize gösteriliyor.
Dizide şiddete meyleden karakterler arasında yalnızca Kilgrave yok. Jessica’nın yakın arkadaşı Trish’in peşinde koşan polis memuru Simpson, evinin kapısından ayrılmayışı ve görüşmekteki ısrarından sonra Trish’le romantik bir ilişki kurmayı başarıyor. Ama en başından bu takipçi, ısrarcı zihniyetin tekinsizliğini hissediyoruz; keza bizim hayatlarımızda da şiddet bir gün ansızın başlamıyor. Israrla, kontrolcülükle kendini daha ilişkinin başlarında belli ediyor çoğu kez. Simpson ilerleyen zamanda bir şiddet uygulayıcısına dönüşürken seyirci de baştaki alarm sinyallerinin çoğalarak şiddete evrilmesine tanıklık ediyor. Keza Jeri Hogarth karakteri de kadın ve lezbiyen kimliğine karşın, manipülasyon ve psikolojik şiddet uygulamaktan azade değil. Kilgrave gibi zihin kontrolü yapabileceği bir süper gücü olmamasına karşın, eski karısına ve sevgilisine sürekli yalan söyleyerek, baskı yaparak ve tehdit ederek dizideki sıradan insanların da pekala şiddetin uygulayıcısı olduğunu bize göstermiş oluyor. Kilgrave, Simpson, Hogarts ve Trish’i daha çocukken istismar eden annesinin tüm kişisel özelliklerinden ve süper güçleri olup olmamasından bağımsız bir ortaklıkları var: Hepsi yaptıklarını inkâr eden ama farklı miktar ve yöntemlerle şiddet uygulayan kişiler. Üstelik hepsi en yakınlarına, sevdiklerini iddia ettikleri sevgililerine, eşlerine ve çocuklarına istismar uyguluyorlar. Böylelikle dizi, Kilgrave’in failliğinin özel güçlerinden veya “kötü” oluşundan değil, ilişkisinde iktidar sahibi olan herhangi bir insan olmasından kaynaklandığının da altını çizmiş oluyor.
Cinsel saldırı konusunda uzman olan Dr. Nina Burrowes, hayatta kalanlar için hazırladığı “The courage to be me/Ben olma cesareti” adlı çizgiromanda suçluluk duygusundan şöyle bahsediyor: “Tecavüz ya da cinsel istismara uğrayan pek çok kişi suçluluk duygusuna sahiptir. Bu da istismarla yaşamanın en zor yanlarından olabilir. Fakat aynı zamanda aklının sana göz kulak olma yöntemlerinden biri de olabilir. Cinsel istismar dünyanı alaşağı eder. Dünya artık güvenli ve öngörülebilir değildir. Hiçbir şeyin manası kalmaz. Suçluluk, kontrolü yeniden ele almanın bir yolu olabilir. Yaptıklarından ya da yapmadıklarından ötürü kendini suçlaman kötü hissettirse de, güvende ve kontrol sahibiymiş gibi hissetmeni de sağlar. “Benim hatamdı” demek, “Bir daha olmasını engelleyebilirim” demenin bir yoludur.” Son bölümde Jessica’ya yardımcı olan hemşirenin suçluluk duygusundan bahsederken “Suçluluk insanlara aptalca şeyler yaptırır. Her şeyin benim suçum olmasını isterim, iyi ya da kötü. Bu, kontrol sahibiyim anlamına gelir.” demesi bu yüzden çok önemli. Çünkü tam da cinsel saldırıdan sonra hayatta kalanda oluşan suçluluğun işlevinden bahsediyor ve repliği belli ki travma literatürü taranarak yazılmış. Konuyla hal-i hazırda ilgili olmayanların kaçırabileceği bir cümle olsa da, dizinin temelini yerleştirdiği zemini izleyiciye belli etmesi ve hangi endişelerle yazıldığını ifade etmesi açısından epey kıymetli.
Son olarak, kötülerin ölmediği, ölmüş gibi görünse bile geri döneceğine dair bir mesaj aldığımız çoğu süperkahraman yapımının aksine, Jessica dizinin sonunda Kilgrave’i öldürüyor. Elleriyle adamın kafasından tutup boynunu kırdığında ister istemez kendisine silah zoruyla ve manipülasyonla defalarca tecavüz eden erkeğin başını kesip köy meydanına atan Nevin Yıldırım düşüyor aklımıza. Jessica Jones, toplumun kadının beyanına inanmadığı, adaletin kadın lehine işlemediği bir dünyada özsavunmayı meşru görüyor. Böylece bambaşka topraklarda yazılan ve çekilen bir dizi, muhtemelen kendisini hiç izlemeyecek kadınların hayatlarını savunuyor. Belki de bunca karanlığın arasında bize desteğini gösterdiği için seviyoruz en çok Jessica Jones’u, çünkü biliyoruz ki ne kadar zorlanırsak zorlanalım, bir yerlerde aynı şeyler için savaş veren kadınlar var, çünkü hatırlıyoruz ki mücadelemizde yalnız değiliz.
Not: Yazı boyunca mağdur demek yerine “hayatta kalan” terimini kullanmaya özen gösterdim. Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği’ne yaptığım çeviri sırasında bu konudaki duruşlarını öğrendikten sonra benim için de bu tür tecrübelerden geçen insanları nasıl tanımladığımız önemli olmaya başladı. Bu yüzden kendileri aksini belirtmediği sürece tecavüz ve şiddet görmüş ve bir şekilde hayatına devam eden, etmeye çalışan herkesi edilgenlik çağrıştıran “kurban” yahut “mağdur” sıfatlarıyla değil, “sağ kalan” ya da “hayatta kalan” diye tanımlama gereği duyuyorum.