"Hayatta yüksek şeylere meftun olmuş gözler gibi aşağıdan yukarıya yağıyor."

SANAT

Tepebaşı Bahçesi’nde Elmas Yağmuru

Mai ve Siyah romanı, Mir’at-i Şuûn (Olayların Aynası) Gazetesi’nin sahibi Hüseyin Baha Efendi’nin gazetenin onuncu yılını kutlamak için yazı kuruluna verdiği bir ziyafetle başlar. Bu ziyafet Tepebaşı Bahçesi’nde verilir. Tepebaşı Bahçesi neresi mi? Yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz cennet köşesi. Fotoğrafta sadece birkaç ağaçla birlikte ana binayı görebiliyoruz. Ama her iki yana alabildiğine genişleyen bu gür bahçenin Haliç’e baktığını hayal edin bir de. Evet, bu Tepebaşı o Tepebaşı. Bugün büyük kısmı otopark olan Tepebaşı.

 

Tepebaşı Bahçesi’nin açılışı 1890. (Yaklaşık bir on yıl sonra da yanıbaşında Tepebaşı Dram Tiyatrosu kuruluyor.) Mai ve Siyah Servet-i Fünun dergisinde 1897’de tefrika edilmeye başlandığına göre, Halit Ziya romanını bir ziyafet sahnesiyle Tepebaşı Bahçesi’nde açarken, yedi yıllık, alışılmış ama hala şaşalı günlerini yaşayan bir mekanı resmediyor. Zaten aslında mekandan ziyade manzara ve musiki mühim olacak. Tepebaşı Bahçesi’ne elmas yağmuru yağacak.

 

Romanda biz okurlar, Tepebaşı Bahçe’sie Gazete çalışanlarından dört saat sonra giriyoruz. Biz gelene kadar tam üç saat içmiş, bir saat de yemişler. Sofra dağılmış. Kadehler, kaseler sağa sola devrilmiş. Herkes oturduğu sandalyede bir boy eğilip bükülmüş. Anlatıcının gözleri Ahmet Cemil’i seçiyor bir an sofrada. Her şeye rağmen bir güzellik var onda.

 

Hepsi başka vaziyette idi; bir tarafta Ahmet Cemil -lâtif kıvrıntılarla bükülerek kulaklarından dolaşan uzun sarı saçları ensesinde dökülmüş bir genç -ellerini ceplerine sokmuş, bacaklarını uzatmış, ağzında sallanan sigarasının mini mini bulutlarına süzgün gözlerle dalmış düşünüyor.

 

Tanıştık Ahmet Cemil’le, uzun sarı bukleleri kaldı aklımızda. Şair bir genç. Onun hemen yanında Raci oturuyor. O da şair. Zıtlar birbirlerine. Çok sürmeden ateşli bir tartışmaya giriyorlar. Edebiyat ve şiir nedir, nasıl olmalıdır? Sanki can havliyle tartışıyorlar, ancak güçleri tükenince susuyorlar. Tam o anda bahçeye müzisyenler giriyor. Artık müzik saati. Ahmet Cemil bunu fırsat bilerek uzaklaşıyor, bahçede tenha bir köşe bulup oraya sığınıyor. Düşünceleriyle, kendisiyle kavgası başlıyor bu kez. Derken, bir şey oluyor:

 

(…)

Ahmet Cemil’in sanki vücudunu iki kol tutmuş, sonu olmayan bir derinliğe çekiyordu. Kendisini toplamak istedi. Fakat fikrinin bütün iradesine malik olmakla beraber vücudunu istila eden o azim keselana (bitkinlik) mukavemet kabil değildi. O vakit nefsine bir cebir ile, sanki vücudundan yavaş yavaş uzanıp gidiyormuşçasına uyuşan bacaklarını çekti. Bahçenin bu yüksek noktasının önünde yayılan bütün manzarayı, bir rüyanın silinmiş şekillerine benzeten bulanmış gözlerinde kâfi bir kuvvet toplamak istedi. O aralık müzikanın uzaktan gelen ahnegini taklit ederek kendisine biraz metanet vermiş olmak üzere hafifçe, belirsizce ıslık çalmaya başladı. Şimdi Ali Şekip, Raci, Sait, Saip, bütün bu çehreler beyninden silinmişti; bu çalınan şeye aşina çıkıyordu, neydi? Neydi? Her vakit, bahçeye hemen her gelişinde dinlediği bir şey. O vakit aklına geldi. Waldteufel’in bu meşhur valsini ne vakit dinlese bütün hayali inkişaf ederdi. Onun ismini kendine mahsus şive ile tercüme etmişti: Bârân-ı elmas! Ne güzel, ne hulyalar getiren, nasıl rüya âlemleri açan bir isim..

 

Evet, müzik, Ahmet Cemil’i siyah dünyadan mavi dünyaya geçiriyor bir anda. O dönem Avrupa’yla birlikte İstanbul’da da popüler olan Waldteufel’in valsi çalıyor Tepebaşı Bahçesi’nde: Pluie de diamants. Ahmet Cemil Bârân-ı Elmas diye tercüme ediyor valsin adını, elmas yağmuru. Buyrun, dinleyelim.

 

https://www.youtube.com/watch?v=3_utdCUPJtU

 

Sonrası? Sonrası Türkçe edebiyatın en gönülçelen anlarından biri. Ahmet Cemil dinlediği müziği konuşturuyor zihninde. Kemanları, flütleri tarif ediyor. Ezginin, kendisini düştüğü yerden kaldırmasına izin veriyor. Bir an önce umutsuzluğun en kara çukurundayken Tepebaşı Bahçesi’ne yağan elmas yağmuruyla ümit büyüyor, büyüyor, tutunacak kadar boy veriyor. Ama dikkat! Aşağıdan yukarı yağan bir yağmur bu.

 

“Şimdi Ahmet Cemil altından yer kaçıyor, başından sema uçuyor, vücudu bir boşluk içinde yuvarlanmaya başlıyor zannında idi.

 

Bârân-ı elmas!

 

İşte, işte; sanki semalardan dökülen, karşısında şu bayırın eteğinde yer yer parıldayan, denizin siyahlıkları içinde şurada burada ışıldayan bu ziyalar; işte işte raks ediyor; yağıyor; onlar da bir bârân-ı elmas, fakat hayatta yüksek şeylere meftun olmuş gözler gibi aşağıdan yukarıya yağıyor; ta o semalara, o üzerinde gülümseyen nurlar, çalkalanan mailiklere doğru yağıyor.

 

Bir rüya içinde yahut sihir âlemi karşısında idi; kemanların titreyen eninleri (inleyişleri), flavtanın (flütün) kahkahaları, sanki bu aletlerden, bütün bu kirişlerle tahta veya bakır parçalarından sihirli bir nefesle canlanarak, katlanarak uçuşan küçük küçük nağmeler birbirine atılıyor; birinden ötekine bir hicran sedası, ötekinden bir ıstırap enini, şundan bir tahassür (özleyiş) nâlesi, diğer birinden bir ümid cevabı çıkarak, bütün o biçare insan ruhuna mahsus acılıkların tatlılıkların hazinesi taşıyor, mai-siyah kelebekler gibi uçuşarak, birbiriyle dudak dudağa bir visal (kavuşma) içinde dağılıyorlar, yükseliyorlar; sonra bunlar o parlak semanın mailiklerine, şu muzlim (karanlık) denizin siyahlıklarına serpiliyor; işte işte şu aşağıya süzülen, şu yukarıya uçuşarak siyahlara bürünen soluk ziyalar! Bârân-ı elmas..

 

Son bir nağme tufanı ile nagihani (ansızın kesilen) bir karar bütün bu hayalat silsilesine hatime çekti. Ahmet Cemil sanki bir rüyadan uyandı, etrafına baktı. Şimdi her şey hakikate ricat etmiş oldu. Başını çevirdi, burada niçin bulunduğunu anlamak için düşündü, baktı, o vakit tahattur etti(hatırladı). Arkadaşları şüphesiz orada, işte şuracıktan bir parçasını gördüğü bahçenin kalabalığı arasında olacaklardı.”

 

Buraya çok kısa bir bölümünü alıntılayabildim. Romanda sayfalarca devam ediyor bârân-ı elmas. Hafif sarhoşluk, bir vals, Haliç manzarası, yukarıdaki fotoğrafın çekildiği bahçe, Mai ve Siyah romanının kalbini elimize veriyor. Halit Ziya en başından söyletiyor Ahmet Cemil’e. Duyuyoruz. “Hayatta yüksek şeylere meftun olmuş gözler gibi aşağıdan yukarıya” yağıyor elmas yağmuru.

 

Yükseklerde ne mi var? Ahmet Cemil’in meftun olduğu yüksekleri bahçeden ayrılırken kurduğu bir hayalde buluyoruz:

 

Ahmet Cemil daima aceleci ve telaşlı yürüyüşle, adeta koşarak Bâbıâli Caddesi’nin kenarından çıkarken şu kitapçı dükkanları, cam kapıların aralarından fark edilen şu kütüphane müdavimleri, bu matbaalar, sabahtan akşama kadar fikir ve sanat hareketlerinin münferit mecrası olan şu cadde bir gün olacak ki onun teshiri altına girmiş olacak. Şimdi birkaç eski mektep arkadaşıyla sekiz on kalem erbabından başka herkesin meçhulü olan bu genç, bugün koltuğunun altında bir iki kitapla buradan bir gölge gibi çıkarken bir gün olacak ki tesadüfen bir kitapçının dükkanına gözü isabet edecek olursa mektepten henüz çıkmış iki genç edebiyat müntesibinin (sevdalısının) birbirine kendisini gösterdiğini fakedecek. Ah! O zaman göğsü nasıl bi iftihar havasıyla şişecek. Şimdi oradan mevhum olmayan bir cisim şeklinde geçiyor; gören yok, bakan yok, lakin o zaman… Güzergahında isminin yavaşça fısıldandığını işitecek ve ciğerinden sıcak bir şeyin aktığını duyacak…

 

Daha ne diyeyim. Okumadıysanız okuyun Mai ve Siyah‘ı. Başka Ahmet Cemil Dedalus yok.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YUzak Yakınlık
Uzak Yakınlık

Edip Cansever'in fotoğraflarında bir yakın uzaklık...

SANAT

YTodesarten
Todesarten

İnsanların birbirlerini ağır ağır öldürmekte olduğuna inanmıyor musunuz?

Bir de bunlar var

Nejla Melike Atalay ile Besteci Kadınların Türkiye Cumhuriyeti Öncesi ve Sonrası Yaratım Koşulları
David Bowie’nin Proust Anketi
Ölüm Kadar Ciddi, Küfürlü bir Şaka: Renate Bertlmann

Pin It on Pinterest