Bilememe haliyle tekil, biricik deneyimlerinden başkasına erişemeyen, yalnız kalan bir bakışın ötekileriyle kuracağı ilişkiye ne olacağı sorusundan beslenir Halid Ziya yazısı.

SANAT

Tekil Karşılaşmalar: Kırık Hayatlar’da Bakışın Hikayesi

Halid Ziya’nın yazısında, dışarıya açılan bir bakıştan söz etmek gerekir. Dışarıdakine, kendinden farklı olana duyulan metafizik çekilmenin üreticisi olan bakıştan. Bir başkasını bilmeye, anlamaya, tanımaya duyulan bilişsel inancın zemininin sonuçsuzlukla sarsıldığı bir maruz kalma halinden. Zayıflayan, acizleşen, öznesini öldüren bir gözden.

 

Bir göz öznesini nasıl kaybeder? Özneyi özne yapacak tüm düşünüşlerin karşısında, ötekinin tesirine açık oluştaki çıplaklığın belirmesiyle yok olur gözün öznesi. Ötekiyle arasındaki mutlak mesafe, mutlak yalnızlığı getirir böylece. Bilgisi sürekli ertelenen ve bu nedenle imkansız kılınan öteki, aşkın bir farka dönüşür bakan için. Görmek, bakandan bakılana açılan bir tespit alanı değildir artık. Bir başka deyişle seyir, bakanın bakılanı tanımladığı, onu bildiğini varsaydığı, onunla ilgili sonuçlara vardığı bir tahakküm aracı olmaktan çıkar. Böylece teşhisin mümkün olamadığı yerde, müdahale de imkansızlaşır. Bilememe haliyle tekil, biricik deneyimlerinden başkasına erişemeyen, yalnız kalan bir bakışın ötekileriyle kuracağı ilişkiye ne olacağı sorusundan beslenir Halid Ziya yazısı.

 

Bu yazıda Halid Ziya’da dışarıya atfedilenin tesirine teslim olan bakışa yer vereceğim. Hiçbir öznenin metası/enstrümanı olamayan, gördüğü karşısında kendi deneyimiyle negatif bir forma bürünen, genişleyen ve zarar gören bakıştan. Bunun için ise 1901 yılında Servet-i Fünun dergisinde tefrika edilmeye başlayan Kırık Hayatlar romanının küçük bir bölümünü açacağım. Merkezine görme, “muayene” etme arzusunu alan romanın tabip ana karakteri Ömer Behiç’in başkalarının hayatlarına yönelen bakışlarına yoğunlaşması üzerinden. Romanda Ömer Behiç’in bilincine işaret eden bakışının, etrafındakilere bir ölçme, saptama, konumlandırma takıntısıyla yöneldiğini görürüz. Bu takıntı, şiddetini tayin etme isteğinden alır: Ömer Behiç çevresini bilimsel bir fetişle, neredeyse metodik bir prosedür uygulayarak gözlemler ve tetkik eder; etrafındaki kırık hayatların davranışlarını analiz etmeye ve davranışları sonucu ortaya çıktığına inandığı sorunları çözmeye çalışır. Her gözleminde bir doktor gibi çalışır; muayenelerinde hiçbir detay atlamaz. Dışarısı, onun için beklentilerinin, kaygılarının bir projeksiyonu gibidir bu anlayışta; bilgisine erişilebilecek, çözümlenebilecek ve ayrıştırılabilecek olandır. Bir başka deyişle Ömer Behiç’te ötekiyle arasındaki metafizik mesafeyi kat etme isteği, ancak fiziksel dünyanın elvereceği spekülatif tahminlerle mümkündür.

 

Romanda bakmayla bilme arasındaki krizin ortaya çıktığı karşılaşma anlarının en önemlilerinden birini, Ömer Behiç’in iki yaşındaki hastası olan Ferit adında bir çocuğa baktığı an görürüz:

Bu mariz çocuk bütün bir sınıf insanların, bütün o doyacak kadar yiyemeyen, üşümeyecek kadar giyinemeyen, zelil, hakir, müstekreh, zaruret köşelerinde çürük, yıkık, harabelerde, ratıp, müteaffin, kanı zehirleyen, kemikleri çürüten izbelerde nasipsiz hayatlarını, nihayet götürülüp bir çukura atılacak bir yük sıkletiyle sürükleyen zavallıların bir timsali gibiydi. (1)

 

Ferit, Ömer Behiç’in gözünde bir sınıfın işaret ettiği “zelil, hakir, müstekreh,” “ratıp,” “müteaffin,” “nasipsiz,” “zavallılara” özgü, üzerinde yabancı tespitler yürütülen hayatların çerçevelediği temsili ve hayali kabuller içerisine sığdırılmaya çalışılır. Ferit, Ömer Behiç için ötekiyle karşılaşma anında gerçekleşebilecek bir maruz kalma ihtimalinin ötesinde, ulaşılmak istenmeyene dönüşür. Ömer Behiç’in Ferit’in varlığını uzakta tutmaya çalışan bakışı, Ferit’i “nihayet götürülüp bir çukura atılacak bir yük sıkletiyle” hayatını sürükleyen insanlar arasında konumlandırarak dışlar. Görmezden gelinmek istenen, iptal edilmek, yok edilmek istenen bir varlığın yerini alan Ferit, Ömer Behiç’in kendisi için tanımladığı bu kategori altında, onun bakışında ancak bir boş gösteren olarak var olmaktadır.

 

Öyleyse Ömer Behiç’in bu bilinçli mesafesi, salt bir dışlama eğilimi olmasının haricinde, bize ne söyler? Ferit’le ilgili detaylı tespitlerinin Ömer Behiç’in bakışında bu kadar kuvvetli kelimelerle yer alması; bilmek istemediği, görmeyi reddettiği bir karakterle ilgili uzayıp giden teşhislerle karşılaşmamız ne anlama gelmektedir? Neden detaylandırıldıkça, açıklanmaya çalışıldıkça derinleşmekte ve rahatsız etmektedir Ferit’in mesafesi? Sorunu belki de öznelliğin yetersizliğinde aramak gerekir. Hakkında bilgi sahibi olmayı reddettiği, hayatının hiçbir alanında özdeşim kuramayacağından emin olduğu bir kişi, bakışındaki acziyete meydan okumaktadır Ömer Behiç’in. Kendisinden kaçınıldığı anda görünür hale gelmekte, dışarıya atfedilmeye çalışıldığı an aslında “dışarının” olmadığını kendisine bakanın yüzüne vuran bir gerçeğe dönüşür Ferit. Bakışı, yabancılaştırılan, dışsallaştırılan varlığa karşı ne hüküm verebilen, ne de onu tamamen görmezden gelebilen bir bakıştır artık. Ferit ise Ömer Behiç’in başkalarına erişemeyen, güçsüz ve tekil deneyiminde bilinemezliğiyle, uzaklığıyla ve mutlak farkıyla Ömer Behiç’in olduğunu varsaydığı özneliği eksilten, altüst eden bir anomiye dönüşür. Onu tanımlamaya çalıştıkça saptamalarının kendisindeki hiçbir deneyime tekabül edemediğinin, zihnindeki ölçütlere sığamadığının farkındadır. Deneyim, bakışının dışında gerçekleşir ve bu, rahatsız edicidir.

 

Ferit, Ömer Behiç’le göz göze gelir; “iri, parlak siyah gözlerini Ömer Behiç’e dik[er].”(2) Paylaşılamayan deneyimin getirdiği boşluğun Ömer Behiç’in deneyimine temas ettiği andır bu. İşteş bir eylem değildir bu bakışma eylemi. Öteki’nin dokunulmazlığına, erişilemezliğine işaret eden bu bakış, bakan-bakılan hiyerarşisini yerle bir eder. Mutlak olarak farklı olan bir başkasının kendisine bir öteki olarak baktığı, gözün gördüğü her şeyi bilme, tanıyabilme yetkisinin kabulünü, bu kabulün getirdiği hükümranlığı kıran o birkaç saniye içinde gerçekleşir bu bakışma. Gözler, Ömer Behiç’e “dikilmektedir;” bakma anı iletişimsel bir anlaşma zemininin kalmadığı, karşılıklı yabancılıkların zayıflayarak, hastalanarak birbirlerine açıldığı, farklı türden bir paylaşma haline evrilir. Okur olarak bağdaştırma ya da özdeşim yoluyla kurulamayacak ilişkilerin ilişkisine bakarız. Tahakküm varsayımıyla kurulamayacağı bilinen ilişkilerin ilişkisine.

 

Ötekiyle olan etkileşim, bu nedenle karşılıklı bir vazgeçişle mümkün olabilir ancak. Halid Ziya edebiyatında bu, salt ötekinin alanından gelecek ve gözün sahibinin deneyimiyle birleşecek tesirle mümkündür. Tesir, bir başkası adına konuşmayı reddeden bir haldir; maruz kalmanın, açıklığın potansiyelini taşır. Metafizik bir ulaşma arzunun sahip olma şiddetine dönüşmediği; bunun yerine ötekiyle kurulan mesafenin sonsuza dek ertelendiği, bu mesafenin korunmasının sorumluluğunu önemseyen bir dünyadan söz etmeye başlarız tesirin getirdikleriyle. Bu nedenle Halid Ziya, özneliklerinin gücünü kaybeden karakterleri üzerinden farklı ilişkilenme biçimlerinin imkanlarını arar. Karakterlerindeki yabancılık, açmazlarıyla özgürleştirir.

 
 

1) Halid Ziya Uşaklıgil, Kırık Hayatlar, yayına hazırlayan Seval Karadeniz, İstanbul: Özgür Yayınları, 2012, 64.
2) A.g.e., 63.

 

 
 
Fotoğraf: Duygu Ergun.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Cuma Şarkıları 13
Nobel Edebiyat Ödülü’nü İptal Ettiren Çirkin Skandal
Vatansız: “Bedenin hapsedildiğinde beynin kaçmak ister”

Pin It on Pinterest