Dün koca bir ülke bitap düştük, oradan oraya savrulduk, gerçeğin yalnızca gerçeğin peşinde fırıldak olduk. Hafiyeliğimizin hedefi çok mühimdi: 2015 Nobel Kimya Ödülü’nün üç sahibinden biri Aziz Sancar’ın tam olarak kimlerden olduğunu bulmak.
Nobel Komitesi, ödülü şöyle duyurdu: “Amerikan ve Türk vatandaşı Aziz Sancar…” Yani = heyt be Nobel almışIZ! Biz. Biz almışız, Türk olan herkes. Fakat bir saniye, duyuruya eşlik eden çizimde küçük bir not: “Doğum yeri: Savur-Türkiye.”
Neresi bu Savur? Kim bilir yurdumun hangi mahrum köşesi, Orta Anadolu’nun çorak bir noktası mı, yoksa Toroslarda gizli bir diyar mı derken o da ne, Savur Mardin’in bir ilçesi çıkıyor. HIMMM. Ve Türklük tankında yakıt sızıntısı başlıyor…
Neee, bir de HDP milletvekilinin kuzeni miymiş? Tehlike! Tehlike! Türklük seviyeleri alarm veriyor! 40 yılın başı bir Nobel, o da Her Biji Aziz mi olacaktı illa derken şu manşet imdada yetişiyor: “Büyük kısmını Türkiye’ye borçluyum”
Yüzler yine gülmeye başlıyor. N’olmuş Mardinliyse, akrabası HDPliyse, her ailede vardır kara kuzular/çürük elmalar, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesss… makamına bağlıyoruz. O arada akraba Mithat Sancar “evde Arapça konuşulurdu, ben neysem Aziz amcam da odur” diye keyfimizi kaçırmaya çalışsa da aldırmıyoruz. “İnsanlık adına gururlandım” deyişini duymuyoruz bile.
Dahası var. Aziz Sancar’ın Atatürk resmi önünde Türk bayraklı fotoğrafları, “Horasan kökenli Alevi Türkmen” olduğu notu tekrar tekrar paylaşılıyor. Yani hayır, Aziz Sancar asimile bir Kürt veya Arap da değil; pür Türk, HasTürk! Milliyetçiliğiyle ilgili geçmiş yıllardan demeçleri, Ermeni Soykırımı’nın tanınmasına karşı ABD’de yaptığı söylenen açıklamalarla da birleşince ohhh bir ferahlama. “Sonunda GERÇEK bir Türk aldı Nobel’i” yorumlarıyla çınlıyor sosyal medya. Burada mesaj belli, tamam Aziz Sancar Nobel’li ilk Türk değil ama o ilk Nobel’i alan adını anmadığımız kişi gerçek Türk değildi ve gerçekten hak etmemişti ki… Orhan Pamuk’un edebiyatı veya politik duruşuyla ilgili ne düşünürseniz düşünün, buradaki karşılaştırma, bu gerçeklik yarıştırması olayı nasıl algıladığımızın özeti.
Birincisi, ödül ve tasdik manyağıyız. Hele de “gavurdan” geleni. Bir bilimsel araştırma kendi kendisinin ödülü olamıyor, iyi bir kitap veya iyi bir film de. Ona ulu bir merciden tasdik gerek ciddiye almamız için. Hayatlarımızı, sevdiklerimizin hayatını değiştiren, değiştirmeye katkıda bulunan nice bilim insanının (veya sanatçının) emeği ödüllendirilmediği sürece içimizde bir heyecan uyandıramıyor. Kendi başına önemsiz. Anlam kazanması için Nobel’in taç takması gerek. Ama o tacı giydiğinde dahi bizim için anlam ifade eden hala araştırmanın kendisi değil, ona verilen paye.
Şu da var. Kendi deyimiyle “haftanın 6 buçuk günü, günde 12 saat” çalışan bir bilim insanının başarısı için mesela neden amcasının oğlunun oğlunu tebrik etme ihtiyacı hissediyoruz? Aslında Nobel Facebook sayfası yorumlarında kıyıya vuran “gerçek Türklük” takıntısını da açıklayan bir ayrıntı bu. Ne kadar kan bağı, o kadar kendimize çıkarabileceğimiz pay. Kan bağının yerini etnik, milli, dini, politik bir bağ da alabilir ve gördüğümüz gibi alıyor, yeter ki bir tarafına tutunabilelim ve dolayısıyla o başarıda bir payımız varmış gibi hissedelim. Gurur duymaktan anladığımız bu. Ya da belki “gurur” dediğimiz şey tam olarak bu.
İliklerimize işlemiş bu reflekslerden kendimi de muaf tutmuyorum bu arada. İzlediğim filmlerin jeneriklerinde “Türk isim” görünce yanımdakine ÇAK yapmaktan hala kendimi alamıyorum. Geçenlerde Al Pastor adlı dünyanın en lezzetli taco çeşidinin Osmanlı’dan Meksika’ya göç etmiş Lübnanlı göçmenlerin icadı olabileceğiyle ilgili bir yazı okuyunca ilk tepkim “Thank The Ottoman Empire For Your Taco” adlı bu makaleyi “bir şey değil” notuyla Amerikalı arkadaşlarıma göndermek oldu. Rica ederim, afiyet olsun, olmasaydım olmazdınız. Evet yarı-şaka ama tamamen değil.
Bu tür sevinçlerin her zaman anlamsız olmadığını, “demek yapılabilir imiş”, “bizden biri yapabilmiş” duygusunu da içerdiğini inkar etmiyorum. 5Harfliler’de Unutmamalı etiketi altında ilham verici kadın hikayeleri paylaşmamızda da benzer bir amaç yok mu, “bakın yapabilmiş, biz de yapabiliriz” diyebilmek. Aziz Sancar’ın aldığı ödülün yarattığı sevinç de özünde böyle bir duygu diyebiliriz, “yapabiliriz” duygusu. Ama dün olup bitenler başka korkutucu şeyler de açık ediyor: “Bizdensin”den “bizden değilsin”e geçişin kolaylığı ve kriterleri. Yani Sancar’ın kendisini etnisite/milliyet/din vs. olarak nasıl tanımladığıyla ilgili bilgiler dakika dakika değiştiktçe ödülünün yarattığı sevinçte gözle gördüğümüz artış ve azalmalar.
İşin başka bir yönü de var. Aziz Sancar “başarımın çoğunu Türkiye’ye borçluyum” derken imkansızlıklar içine doğmuş çalışkan bir çocuğa parasız ve iyi bir eğitim sağlamış bir sistemden bahsediyor, öyle değil mi? Diyelim Sancar’ın siyasi görüşleri bundan ibaret değil, ki anladığımız kadarıyla değil, katılmadığımız siyasi görüşleri bir bilim insanının çalışmalarını takdir etmemizi engellemeli mi? Cevabımız o an o bilimsel çalışmaya ve getireceklerine ne kadar ihtiyacımız olduğuna göre değişir mi? Bir hastane odasında beklerken mesela daha az katı olabiliriz belki diye tahmin ediyorum.
Tüm bunlar olurken Aziz Sancar’ın ödülünü paylaştığı Paul Modrich ve Tomas Lindahl’ın şeceresi de böyle tartışıldı mı diye bakıyorum. Göremiyorum ve açıkçası göremediğime sevinemiyorum da.
Özetle: Baklava bizim, Aziz Sancar halis muhlis Türk, turşu da sirkeyle yapılır. Sirkeeeeeeeeee!!!