Wachowski kardeşlerin yarısı Lana'nın toplum önünde sesi gür çıkan bir trans birey olma kararını nasıl verdiğini anlattığı inanılmaz konuşması...

MEYDAN

Odalar ve Merdivenler

 

Matrix film serisinin yapımcı ve yönetmenleri Wachowski kardeşlerin yarısı Lana Wachowski, İnsan Hakları Derneği’nin Görünürlük Ödülü‘ne layık görülmüş. 2000’li yılların başında cinsiyet değişim sürecine giren Wachowski, ödülünü alırken aynı anda güldürmeyi ve kalp tellerini titretmeyi başaran yirmibeş dakikalık harika bir konuşma yapmış. Aşağıdaki videoda dernek başkanı Chad Griffin, ödülünü vermeden önce Wachowski’yi şöyle takdim ediyor:

 

 

“Gözönünde olan LGBT bireyler için dolaptan çıkmak genelde sessiz ya da mahrem bir süreç olmuyor. Herkesin bu konuda bir fikri, söyleyecek bir sözü, dahası, herkesin bu işin nasıl yapılması gerektiğine dair bir eleştirisi oluyor. Ama işin aslı, bu insanlar yaşadıkları süreci gururla duyurarak cam tavanları yıkıyorlar, engeller kırıyorlar ve diğer LGBT bireylere, özellikle LGBT gençlere “Kendiniz olmanızda hiçbir sorun yok” mesajı veriyorlar. Bu gece, bunların hepsini yapmış, üzerine kendi kuşağının en başarılı film kariyerlerinden birine sahip olmayı başarmış bir kadını onurlandırıyoruz: Lana Wachowski. … Lana, Hollywood’da bir efsane olsa da, dünyadaki milyonlarca LGBT birey için tam manasıyla bir kahraman.”

 

 

Wachowski’nin konuşmasının önemli bulduğum parçalarını Türkçe’ye çevirmek için başına oturduğumda, önce önemli parçalar uc uca eklendi, sonra okudukça metnin sağını solunu kasaplamak kocaman bir hata olacakmış gibi gelmeye başladı. Neresinin vurucu olduğuna ben niye karar veriyordum? Ben Milliyet kom tere editörü müydüm, tık avcısı gibi Wachowski’nin hikayesini makaslıyordum? Sonunda duygu yoğunluğunun verdiği hafif deli bir enerjiyle görev bilincimi layıkıyla üzerime geçirip konuşmanın tamamını çevirdim. Video ve çevirisi aşağıda. (Konudan tamamen bağımsız olarak, Wachovski videoda inanılmaz güzel ve havalı görünmüyor mu?)

 

 

“Hayatımda daha önce hiç böyle bir konuşma yapmadım.  (Alkışlar) Tamam, tamam, anladım – Çok cesaretlendiricisiniz. Hepinizi çok seviyorum.

 

Geçenlerde kuafördeyim. Kuaförüm gey. (Kim tahmin edebilirdi?) Kuaförüme diyorum ki, İnsan Hakları Derneği bana bir ödül vermek istiyor. Ne ödülü, ne için diye soruyor, ben de diyorum ki, “Sanırım kendim olduğum için”. Kuaförüm bir yandan saçımla başımla oynuyor, bana uzunca bakıyor ve şey diyor: “Evet sen olmayı epeyce başarmış gibisin”. Ben “Yaa, kimse ben olmak için kendini yırtmıyordu, fazla rekabetle karşılaşmadım” diye cevap veriyorum. Sonra kuaförüm, biraz da çenebaz bir şıllık olduğundan, bana dönüp diyor ki:   “Çok iyi olmuş – Düşünsene, ya kendin olma mücadelesini kaybetseydin?”

 

Bu kuaföre, az önce anlattığım bu harika adama neredeyse altı senedir gidiyorum. Ailem hakkında her şeyi, büyükannemi ne kadar sevdiğimi, hayatımın aşkıyla nasıl tanışıp evlendiğimi, hepsini biliyor. Üç sene önce düğünümdeki saçımı o yaptı, Mykonos’taki balayımızda çekilmiş rezil, sarhoş fotoğraflarımızı gördü. Ama kuaförümün, kardeşim Andy’le beraber Matrix film serisini çektiğimden haberi yok.  Yani kim olduğumu çok iyi biliyor, ama ne yaptığım konusunda hiçbir fikri yok.

 

Buna tam ters olarak, geçenlerde arkadaşlarım ve hiç tanımadığım insanlardan oluşan bir grupla yemeğe çıktık. Grupta tanımadığım insanların hepsi bir “Hollywood yönetmeni” ile tanışmaktan dolayı acayip heyecanlıydılar, ama bütün soruları Tom Hanks, Keanu Reeves ve Halle Berry hakkındaydı. Bütün yemek boyunca defalarca benden “erkek” ya da “Wachowski biraderlerden bir tanesi” olarak bahsettiler. Arada bir de iki kimliğim arasında garip bir köprü kurarak bana adımın yarısı ile, “Laaaa” şeklinde hitap ettiler. Ya beni olduğum gibi görmeyi başaramadılar, ya bunu yapmayı istemediler. Bu masadaki insanlar için ise ben, sadece yaptıklarımdan ibarettim.

 

Hepimiz, bu odadaki ve bu dünyadaki insanların hepsi, yani her insan hayatı, halka açık ve özel kimlik arasında bir pazarlığı simgeliyor. Benim için ise bu pazarlık ben, kardeşim Andy, Cloud Atlas filmini beraber yönettiğimiz ve artık kardeşimiz olarak kabul ettiğimiz Tom Tykwer arasında biraz daha sözel ve nesnel olarak gerçekleşti. Bir kaç ay önce Berlin’de bira kokulu, gün ışığı ve insan için tasarlanmamış garip bir gece klübünde oturmuş, yeni filmimizin fragmanı için internete koyacağımız giriş konuşmasını çekip çekmeyeceğimizi konuşuyorduk. Aslında videonun girişinde Tom Hanks olacaktı, ama aniden işi çıkmıştı.

 

Andy ve ben yaklaşık on iki senedir film galaları dahil olmak üzere basının hazır bulunduğu hiçbir etkinliğe katılmıyoruz. İnsanlar bu durumun benim cinsiyetimle alakası olduğunu düşünüyorlar – Ama öyle değil. 1999 yılında Matrix piyasaya sürüldükten sonra ikimizin de dünyası, bizi paniğe sürükleyen bir biçimde küçüldü. Bir anda, anonim olmanın ne kadar kıymetli bir şey olduğunu farkettik – Kendi aramızda ünlü olmayı ancak bir kere kaybedebileceğin bir tür bekarete benzettik. Bir kere ünlü olduysan, kaçışın yok. Tanınmazlık insana halka açık alanlara, normal hayata bir giriş hakkı sağlıyor, bir tür görünmezlik veriyor. İkimiz de bunlardan vazgeçmek istemiyorduk. Bu yüzden film şirketimiz Warner Bros’a artık ikimizin de basın etkinliklerine ve tanıtımlara katılmak istemediğimizi söyledik. Bize “Hayır. Asla olmaz. Bu konu pazarlığa bile açık değil. Bir filmin satılması ve tanıtılmasında yönetmenlerinin inanılmaz büyük rolü var, hayatta olmaz” dediler. Biz de kendilerine “İyi o zaman, eğer film yapmakla basın önünde yer almak arasında bir tercih yapmamız gerekiyorsa, biz de film yapmıyoruz” cevabını verince, “Bir dakika. Belki de azıcık, birazcık pazarlık payı vardır” dediler.

 

İşte üç ay önce, Berlin’de bu pazarlıkta aldığımız pozisyonu tekrar gözden geçiriyorduk. Üçümüz de bu film vesilesiyle Andy ve benim uzun zamandan beri ilk defa basın önünde yer alacağımızın, üstelik geçirdiğim değişimden sonra benim ilk defa göz önüne çıkacağımın farkındaydık. (Burada bir parantez açıp bu değişim lafının, içinde çok rahat hissetmediğim ikili cinsiyet rollerine biat etmesi sebebiyle benim için karmaşık bir kelime olduğunu da söylemek istiyorum.) Ama bir yandan da kamera karşısına çıktığım an, bu hareketin kişisel ve politik bir sürü yoruma açık olacağının da çok iyi farkındaydım.

 

Ben on seneden fazla bir süredir aileme ve arkadaşlarıma karşı kimliğimle ilgili açık olduysam da, bu zamanın büyük bir bölümü terapistim, ailem ve karımla bunu, tam bu anı tartışarak geçti. Eninde sonunda bunu yapacağımı biliyordum, ama bir bedeli olacağının da farkındaydım. Bir gün açılacağımı biliyordum, ama bunu yaptığımda bütün meselenin açılmamdan ibaret olmasını da istemiyordum. Benim bütün Talk Show kültüründen, sorgu ve itiraf formatından, ağlamalardan ve sunucunun bir trans birey olarak hayatımda olması gereken dramın altını çizen şevkatli gözyaşlarından ödüm patlıyor. Böyle bir durumun zemin sağlayacağı, geniş bir cinsiyet yelpazesini kabullenmeyi reddeden, ırk ve cinsellik çeşitliliğini de aynı bakış açısıyla görmezden gelen toplumun patolojisini sorgulamaksızın farklılıkları reddediş anından, tam manasıyla ödüm patlıyor.

 

Dediğim gibi, Tom, Andy ve ben, üçümüz bu konuyu konuşuyoruz. Konuşmayı çok severiz. (Muhtemelen şu an farkediyorsunuz ki karşınızda tam bir geveze var. Merak etmeyin, bir saat kadar sonra ara vereceğiz) Yaptığımız filmin bu meseleyle yakından ilgili olduğunu, kendi yaşamlarımızın tam olarak bize ait olmadığı, insan olarak birbirimize karşı bazı sorumluluklarımız olduğu mesajını verdiğini de göz önünde bulundurarak, kendi aramızda düşüncelerimizi paylaşıyoruz. Filmde konumuzla yakından alakalı, sık sık tekrar ettiğim bir diyalog var. Benim kendimi epeyce özdeşleştirdiğim bir karakter, açılma kararından bahsediyor. Diyor ki, “Eğer görünmez kalsaydım, gerçek gizli kalmış olacaktı ve buna izin veremezdim.” Filmdeki karakter bunu, verdiği kararın, bulunduğu özverinin hayatına mal olacağını bile bile söylüyor.

 

Birdenbire gözümün önünde bir sürü fotoğraf canlanıyor, kafamdan anılar, düşünceler geçiyor – İnsanın hayatının gözünün önünden geçip gitmesi gibi bir şey. İnsanlar ölüme yaklaştıkları tecrübeleri anlatırlar ya, bu aklımdaki fotoğraflara bakarken ben de görünürlük ve görünmezliğin hayatım boyunca benim için ne kadar karmaşık bir mesele olduğunu anlamaya başlıyorum.

 

İlkokul üçüncü sınıfı, taşınmamızı ve devlet okulundan bir Katolik okuluna geçişimi hatırlıyorum. Eski okulumda genelde kızlarla oynuyordum, saçlarım uzundu ve hemen hemen herkes tişört ve kot pantolon giyiyordu. Yeni Katolik okulumda ise kızlar etek, erkekler pantolon giyiyorlar. Bana saçımı kesmem gerektiğini söylüyorlar. Kızlarla köşe kapmaca oynamak istiyorum, ama şimdi ben başka bir gruba dahilim – Artık oğlanlarlayım. İlk zamanlardan birinde sabah zilinden sonra sıraya girmemi söylüyorlar, kızlar bir sırada, erkekler bir sırada. Kızların grubuna doğru garip ve kuvvetli bir çekim hissederek yanlarından yürüyorum. Ama içimde bir yer de gayet iyi biliyor ki, yürümeye devam edip diğer gruba katılmak zorundayım. Oğlanların grubuna baktığım an kafamı çok karıştıran bir farklılık duygusu sarıyor beni. Çünkü oraya da ait değilim.

 

İki grubun arasında duruyorum ve o an farkediyorum ki rahibe gözünü dikmiş bana bakıyor. Ne yapacağımı bilmiyorum. Kolumdan tutup bana bağırmaya başlıyor. Bense muzurluk filan yapmak derdinde değilim, sadece bir yere ait olmaya çalışıyorum. Sessizliğim rahibeyi iyice kızdırıyor ve bana vurmaya başlıyor. Sonra aniden, olacak şey değil –bu bir filmde olsaydı asla inandırıcı bulmazdınız- ani bir fren sesi duyuyorum, annem o gün, o saat okulun önünden geçecek olmuş, gerçekten uydurmuyorum, arabadan inip kendini rahibenin önüne atıyor. Beni rahibenin elinden alıp kurtarıyor, bana bir daha asla dokunmamasını söylüyor.

 

O an kurtulduğumu, güvende olduğumu düşünüyorum. Ama sonra annem beni eve götürüyor ve ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor, fakat olan biteni anlatacak sözleri daha bilmiyorum. Gözlerimi yere dikip bakıyorum, annem bana tekrar tekrar ne olduğunu soruyor. Sonra içimde bir yerde aynı paniği, rahibeyle yaşadığım o yükselen öfkeyi duymaya başlıyorum. Annem yüzüne bakmamı söylüyor ama istemiyorum. Çünkü baktığımda annemin neden beni göremediğini anlayamıyorum.

 

Benden en son böyle bir konuşma yapmamı istediklerinde, ortaokuldan mezun oluyordum. Sınıfımın birincisi olmuştum ve öğretmenim Bay Henderson bir konuşma yapmam gerektiğini söylemişti. Çok büyük bir mesele olmadığını düşünmüştüm. Bu küçük ödül töreninden de emin değilim ya, neyse. Acayip utangaç olduğum için konuşma yapmayı reddettim. “Başkası sınıf birincisi olsun o zaman,” dedim. Bu cevap öğretmenimin hiç hoşuna gitmedi ve “Bu işler öyle yürümüyor” dedi. Bana nasıl hissettiğimi anladığını, konuşma yapmayı kimsenin sevmediğini –O zaman niye yapıyoruz?- fakat bazen sadece kendimi değil, benimle çok gurur duyacak sınıf arkadaşlarımı ve ailemi de düşünmem gerektiğini söyledi.  Nasıl bazen sadece kendimiz için yapmamız gereken şeyler varsa, bazen de başkaları için yapmamız gereken şeyler var, dedi.

 

O konuşmayı da aynı bugünkünü yazdığım gibi, midemde kelebekler kanatlanırken hazırladım. Üzerimde ablamdan çaldığım ve gecelik olarak giydiğim kombinezonla, geceleri konuşmam üzerinde çalıştım. Konuşmamda bilginin de aynı bir merdiven gibi bir tür nesnelliği olduğunu, bizi hayal bile edemeyeceğimiz dünyalara taşıma gücüne sahip olduğunu yazdım. Konuşmayı nasıl yaptığımı hatırlamıyorum, fakat konuşmadan sonra kendimi bir tuvalete kilitleyip ağladığımı, takım elbisemin altına giydiğim kombinezonumla daha kendimin ait olabileceği bir dünyayı hayal edemediğim için aptal ve bir yalancı gibi hissettiğimi çok iyi hatırlıyorum.

 

Lisede tiyatro koluna biraz ablam yüzünden, fakat çoğunlukla sahnenin üstünde yer alan, ağzına kadar kıyafetle dolu kostüm deposu yüzünden katıldım. Bu depoya askılarda duran kostümler ve sonsuz ayakkabı rafları kadar, içinde bir köşeye oturup kitap okuduğum toz kokulu mahremiyeti yüzünden de aşık oldum. Bir gün kendinden korseli brokar bir elbise giymiş otururken sahne yönetmeninin beni çağırdığını hatırlıyorum. Yönetmen kapıyı açmadan hemen önce kalbim bir fare gibi çarparak kendimi kıyafetlerin kıvrımlı gölgelerinin arasına attığımı, kadın benim adımı çağırıp dururken sessizce görünmez olmayı dilediğimi hatırlıyorum.

 

Yaşım büyüdükçe sonsuz bir uykusuzluk ve yalnızlık hissi birleşip kaçınılmaz bir depresyona dönüştü. Hiçbir zaman uykucu biri olmadım, fakat lisenin ikinci yılında, etrafımdaki bütün erkek arkadaşlarımın sakalları çıkmaya başladığında, ben de yorulmadan, uyumadan saatlerce aynaya bakmaya başladım, bir gün kendi yüzümde göreceklerimden korkarak. Kendimi koruyacak dile sahip olmadığım, kendime örnek alacağım kimsenin olmadığı bu noktada kafamda duyduğum seslere inanmaya başladım ben de  – Bir ucube olduğuma, içimde bir şeylerin kırık olduğuna, bende çok yanlış bir şeylerin olduğuna, beni kimsenin sevmeyeceğine inanmaya başladım.

 

Böyle bir gün, okuldan sonra Burger King’e gidip bir intihar notu yazdım. Sonunda mektubum dört sayfayı buldu, dediğim gibi biraz gevezeyimdir. Ama mektup anne ve babama yazılmıştı, onları bunun onların suçu olmadığına, benim hakikaten hiçbir yere ait olmadığıma ikna etmek istiyordum. Bu mektubu yazarken çok ağladım (ama Burger King’in personeli orada daha önce neler görmüşler, umurlarında bile olmadı) Tiyatro yüzünden eve geç dönmeye çok alışıktım, tren platformunun boş olacağını da biliyordum çünkü geceleri her zaman öyle oluyor. B treninin geçip gitmesine izin verdim çünkü biliyorum ki bir sonraki A treni olacak ve o tren durmuyor. Trenin ışıklarını gördüğüm zaman sırt çantamı çıkarıp kenardaki banka koyuyorum. Çantanın ön gözünde veda mektubum var. Tren yaklaştıkça önüne atlamaktan başka bir şey düşünmemeye çalışıyorum. Platform titremeye başladığında rampada birinin yürüdüğünü görüyorum. Sıska, yaşlı bir adam, gözünde bana büyükannemi hatırlatan 1970 stili kocaman gözlükler var. Adam bana hayvanların birbirini tartması gibi uzun uzun bakıyor. Neden gözünü çevirmediğini bilmiyorum. Tek bildiğim, bugün o yaşlı adam kafasını çevirmediği için hayattayım.

 

Yıllar sonra trans bir birey olduğumu ve bunun beni kimsenin sevmeyeceği anlamına gelmediğini kabul etme gücünü kendimde buluyorum. Bir kadınla tanışıyorum, insanların beni farklılıklarıma rağmen değil tam da bu farklılıklar yüzünden sevdiğini anlamamı sağlayan ilk insan. Beni tam bir varlık olarak gören ilk insan. Ben hayatımdaki bu iki mavi gözün varlığına sonsuz bir şükran duyarak, her sabah bu insanın yanında uyanıyorum.

 

Aileme ilk defa Sydney, Avustralya’da açıldım. Anneme olan biteni anlattığımda anında uçağa atlayıp yanıma geldi. Karşılıklı gözyaşlarıyla ıslanmış bir vaftiz töreni yaşadık, ve annem bana gelip burada oğlunu kaybettiği için yas tutmaktan korktuğunu itiraf etti. Ama yanıma geldiğinde bunun bir ölüm falan değil, bir keşif olduğunu farketti. Benim daha önce farkında olmadığı, görülmeyen başka bir yönüm olduğunu anladı ve sonunda bu yanımı görebilmenin kendisi için bir hediye olduğunu söyledi.

 

Akşam yemeğine çıktık, ben tanımadığım herkese Lana olarak görünebilmek için elimden geldiği kadar kadınsı giyinmişim. Sanki insanların varlığımı onaylama ya da reddetmek gibi bir güçleri varmış gibi içimden garsonların bana “Beyefendi” diye hitap etmemelerini umuyorum. Annem de benim gibi biraz gevezedir. Garsona her zaman kendini tanıtır, muhabbet eder. Neyse işte annem garsona dönüp “Merhaba, ben Lynne, bu da kızım Lana” diyor. Garson da ikimize birden gülümseyip “Aa, kızınız aynı size benziyor” diye cevap veriyor.

 

Babam aramıza katıldığında bu durumu bir zamanlar kızı ve karısının 1983 Chicago belediye başkanlık seçiminde Harold Washington yerine Jane Byrne’e oy vermesinden çok daha kolay kabulleniyor. (Oy verme meselesi ise hala kalbinde bir yaradır) Babam dedi ki, “Çocuğum benimle oturup konuşmak istiyorsa, ben şanslı bir adamım demektir. Önemli olan senin hayatta ve mutlu olman, benim sana sarılabilmem, seni öpebilmem.” İnsanın iyi ebeveynlere sahip olması ikramiye kazanmak gibi bir şey. İnsan şansına inanamıyor, hiçbir şey yapmadan bunu nasıl hakettiğine inanamıyor.

 

Karımla beraber öldürülen trans genç Gwen Araujo’nun gazete haberini okurken babamın bu sözlerini, beni kabullenişini hatırladım. Bu şehre bu kadar yakın mesafede böyle bir şeyin olabilmesi bana inanılmaz görünüyordu, ama işte burada cehalet, önyargı ve hoşgörüsüzlükten dolayı öldürülmüş bir genç vardı, ailemin beni kabulleniş biçiminin tam tersi bir durum. Bu genç, dünyanın onların görmek istediği gibi olduğu gerçeğine ters düşen her kanıtı yok etmeyi isteyen insanlar tarafından öldürüldü. Görünmezlik, görünürlükten ayrılamaz: Bir trans için bir sadece felsefi bir ikilem değil, ölüm ve yaşam arasındaki çizgidir.

 

Benim açılmamdan bir kaç hafta sonra, Tom, Andy ve ben, üçümüz bir röportaj verirken gazetecilerden biri filmden konuşmayı bırakıp konuyu benim cinsiyetime çevirdi. (Bir gazetecinin böyle bir şey yapacağını kim tahmin ederdi?) Kardeşim hemen araya girdi ve “Bakın, açıkça söylüyorum” dedi, “Biri kızkardeşim hakkında hoşuma gitmeyen bir şey sorar ya da söylerse, bilin ki kafasında şişe kıracağım” Pek az söz sevgiyi bunun kadar açıkça ifade edebilir.

 

Bugün buradayım çünkü Bay Henderson bana kendimiz için yaptığımız şeyler olduğu gibi, başkaları için yapmamız gereken şeyler olduğunu öğretti. Buradayım çünkü gençken bir yazar, yönetmen olmayı her şeyden çok istiyordum ama dünyada benim gibi olan kimseyi bulamıyordum, sırf cinsiyetim başkalarına göre daha az rastlanır olduğundan bu hayallerime ket vurulduğunu düşünüyordum. Eğer ben bir başkası için o insan olabilirsem, özel yaşamımı bu şekilde feda etmemin bir anlamı olabilir. Biliyorum ki bugün buradayım, çünkü karımdan, ailemden ve arkadaşlarımdan aldığım cesaret, güç ve sevgi var. Ve böylece onların sevgisini benim kanalımla, İnsan Hakları Derneği’nin başlattığı bu projeye yönlendiriyorum ki bu odada hayal ettiğimiz dünya başka odalara, daha önce hayal bile edemediğimiz başka bir dünyaya açılabilsin.

 

Çok teşekkür ederim.”

 

 

Ağlamayan kalpsizdir! İnsan bunu okurken insanlık olarak istesek de bu noktadan geri adım atamayacağımızı düşünmeden edemiyor. Önümüzde sadece buna yaklaşmak için uzanan, uzanan büyük bir yol var.

 

 

 

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YBu Resim Gitmeli Mi?
Bu Resim Gitmeli Mi?

Sanatçı Hannah Black'in siyah bir çocuk cesedini tasvir eden sanat eserinin var oluşunu ve sergilenmesini eleştirdiği açık mektubundan hareketle: "onurlandırmak" ve "lafı ağzına tıkmak" arasındaki ince çizgi nerede durur?

KÜLTÜR

YMary Beard: Gücün İçinde, Üzerinde, Peşinde Kadınlar
Mary Beard: Gücün İçinde, Üzerinde, Peşinde Kadınlar

Cambridge Üniversitesi Klasikler Profesörü Mary Beard'ın konuşması: Kadınlar Antik Yunan'dan bugüne güçle nasıl ilişkilendi?

SANAT

YÖlüm Kadar Ciddi, Küfürlü bir Şaka: Renate Bertlmann
Ölüm Kadar Ciddi, Küfürlü bir Şaka: Renate Bertlmann

Renate Bertlmann, 1970’lerde bir çok çağdaşı gibi 1968’in devrimci atmosferi ve ikinci dalga feminizmin gücüyle kadın bedenini bir kutlama ve devrim aracı olarak yeniden kurgulayan eserler üretmiş.

SANAT

YGüncel Kızlar (1977)
Güncel Kızlar (1977)

Vintage sarısı, yalnızca çözülmüş meselelere, başarıyla alınmış haklara mı değer?

Bir de bunlar var

COVID-19 Yayılırken Ev İçi Şiddet De Katlanarak Artıyor
Netflix Dizisi Tayvan’da #MeToo’nun Fitilini Nasıl Ateşledi?
“Türk Kadını, İslam Kadını Böyle Yapar”

Pin It on Pinterest