Sevgi Soysal’ımızı 22 Kasım 1976’da kaybettik. Ölümünden bir ay evvel Londra’dan Attilâ İlhan’a yazdığı mektuplardan bir alıntı var aşağıda. Nur içinde yatsın.
“(…) Şimdi, benim asıl sorunum fazla moral, yani Mümtaz öyle der. “Herkes bir şeyden ölürse, sen de fazla moralden kendine fazla yüklenip güvenmekten ölebilirsin” diyor. Bunda biraz haklı, çünkü, ben buraya geleli, asıl geliş nedenimin hastalık olduğu gerçeğini, kafamdan silip atmak konusunda öylesine ileri gittim ki Mümtaz’ın haberi olmadan tüm Londra’yı yürüyerek tanıyıp öğrenmeye kalkıştım. Bunun nedeni işin ucuzluğu bir yana, bir kentin ancak yürünerek tanındığına kesin inancımla, hastalık gibi tatsız bir sorunun, inançlarımın önüne çıkmasından hiç hoşlanmayışım. Ama sonunda işi o kadar ileri götürdüm ki, bir gün halsizlikten yollarda bayılıverdim. Önce kızdım kendime, “ulan Sevgi, sende hiç iş kalmamış”, ama sonra Mümtaz’dan aldığım mesafenin en azından yedi buçuk kilometre olduğunu öğrenip üstüne de haklı bir zılgıt yiyince, ukalalığı bir yana bıraktım. Oysa bu hafta özel olarak dinlenmem gerekiyor. Çünkü, doktora her görünüşümde, öyle sağlık ve güç tablocukları çiziyorum ki, adam bu hafta sonunda iğneyle birlikte o ağır kapsülü de bir anda verip, bana yüklenmeğe karar verdi. Oysa benim iki gündür dizlerim titriyor. (…) Bana sorarsan ben ilk günden beri yazdıklarımda, hiç de öylesi uçurumlar bulamıyorum bir türlü. Eh elbet kimse saymıyor yerinde, hayatta üç koca değiştirip, kanser de olabildiğime göre, Kızılay anıtı gibi, düşündüklerimi hep aynı taşa yontacak değilim ya. Boş ver, bunlar beni hiç ilgilendirmiyor. En matrağı da, Türk Dil Kurumu Ödülü. Oradaki ebennekalara, bana bir cenaze çelengi gönderme fırsatı yaratmamış olmak da ayrıca sevindirdi beni. Bu arada en çok, Dimitrof’la çeviri ödülü almak güldürdü beni. Onlar cenazecilikte daha başarılı çıktılar doğrusu! Oysa ben öyle bir çeviri yapmış olduğumu, telif hakkımı koparmayı bir türlü beceremediğimden, unutmuşum. Bu günlerde Mümtaz’ın Türkiye’ye birkaç günlüğüne gitmek olasılığı var, kocamı silahlandırıp Ankara Sanat’ın üstüne, telif hakkım için, bir güzel salayım da, ödül kazanmış çeviriyi, çeviricisine bedavaya çıkartmanın acı sonuçlarına katlansınlar! Ayrıca şu anda oynadıkları çevirinin Hedda Zinner’le pek bir ilişkisi kalmış değil, hani bu işler ciddi olsa, yazarının tiyatroyu da, hatta bu sonuçlara yol açan beni de bir güzel davalaması gerekir. (…)
Sağlığım iyiye giderse, -burada bazı İngiliz edebiyatı kursu falan var, disiplinli bir çalışma, öğrenmek için- böyle şeyler düşünüyorum. Öyle, öyle çok şey düşünüyorum ki, değil hayatı şimdilik fazlaca uzun olmayacağa benzer birinin zamanına, iki ömre bile sığmaz.
İçimde, bir türlü gem vuramadığım bir yaşam hızı; geceleri plan kurmalardan gözlerime uykular girmiyor. Eceli gelen köpek cami duvarına işermiş, o hesap. Gönderdiğin kitaplara çok teşekkür. Ama hayır, teşekkür sözcüğünü sana kullanmamağa karar verdim. Yanıma az kitap aldığım bir gerçek, bunu zaman içinde çözümleriz, ama bu karşılık tam oturduğum sokakta nefis, bedava tarafından, rahatlıkla kitap alabildiğim bir kütüphane buldum, şimdilik oradan aldığım İrlanda hikayeleriyle cebelleşiyorum. Ve bu hikayelerde nedense, bizim Selim’de bulduğum tadı bulamıyorum.
Bu arada, senin de ilgilendiğin konu olduğu için sözedeyim, küçük bir sinemada enfes bir Yunan filmi yakalayıp seyrettim. “The Travelling Players” adındaki bu üç saatten uzun süren film gezginci bir tiyatro aracılığıyla, Yunanistan’ın üstünden geçen faşizm dalgası – Alman işgali, iç savaş ve son askeri dönem- içiçe, birbirine geçerek, bambaşka, zaman zaman akıl almaz biçimde sıkıcı, akıl almaz durgunlukta, ama akıl almaz güzel, iç buran ve neredeyse bütün bir tarihi, görüntülerde sergileyen bir biçimde anlatıyor. Aklıma hep sen geldin, özellikle tarihle ilgili yazarlığın açısından. Çok çarpacaktı film seni de. Gerçi filmin sinema açısından eleştirilecek çok korkunç yönleri ve hani bizim Yılmaz’ın çok daha iyi sinemacı olduğunu düşündürecek kadar, ama bütün içinde bakınca, filmdeki bütün ilkellikler, gereksiz uzatmalar, durgunluklar, hatta melodram havaları, sanki tam bilinçle yapılmış gibi. Nitekim bu film bir yerlerde beş on ödül toplamış galiba.
Sevgili Attilâ, yine yazacağım sana, beni güzel mektuplarından ayrı bırakma, bir de şiirlerinden gönder bana, bilirsin ki senin şiirlerinin sessiz ama iyi bir okuyucusuyumdur.
Sevgilerle dost gözlerinden öperim.
Sevgi Soysal
Londra, 20.10.1976
Sevgi Soysal bu mektuptan bir ay sonra 21 Kasım 1976′da İstanbul’a getirildi. Ertesi gün, 22 Kasım 1976′da da hayatını kaybetti. Bir yıl önce 1975 sonbaharında bir memesi alınmıştı. Tedavi için Londra’ya gittiğinde hastalığı yeniden nüksetmiş ve epey ilerlemiş haldeydi. Giderayak, kendisine ödül verenlere ve vermeye kalkışanlara “cenazeci” demesi bundandır.
Edebiyat Dünyası’ndan Attilâ İlhan’a Mektuplar
Derleyen: Belgin Sarmaşık, Otopsi Yayınları, Şubat 2001, İstanbul. Sf. 76-79.
Bu metnin orijinali şurada yayınlanmıştır.
Ana görsel: Ceri Richards, And Death Shall Have No Dominion