Bir barda oturmuş arkadaşım ve onun birkaç arkadaşıyla sohbet ediyoruz. Edebiyatla ilgilendiğimi öğrenince erkeklerden biri, “Ben de hep yazmak istemişimdir!” diyor biraz heyecanlanarak. “Ama hiç yazmadım. Bir gün yazıcam!” Verebileceğim bir yanıt olmadığı için gözlerimi “Eh napalım” anlamında açıp gülümsüyorum. Zaten hepimiz bir gün yazmayacak mıyız?
Yazma meselesinin etrafında biriken tuhaf bir mistisizm bulutu var. Romantiklerin, halen üzerimizden atamadığımız “Şairler üstün insanlardır ve ilham ile, ekstazi ile yazarlar” fikriyle harmanlanmış, ama herhalde biraz da memleketin havasından suyundan ileri gelen bir “Her an yazabilirim” halimiz mevcut. Sanki yazmak, fiziksel olarak aslında hep yapabileceğimiz, ama bazı meşguliyetlerden ötürü şu an yapmadığımız, fakat yeri gelince kolaycacık uygulamaya dökebileceğimiz bir eylem. Öncesinde pratiğe, aylar veya yıllar süren denemelere, başarısız çabalara, düşe kalka öğrenme süreçlerine, zamanla kendi sesini bulmaya pek de gerek yokmuşçasına ve belki yazmak için çabalamak biraz ayıpmışçasına, çalışmayı gözardı eden ve diğer her şey yoluna girince içeride zaten bulunan sonsuz yetenekle kalemden şakır şakır akacak şiirlere, romanlara duyulan inanç.
Belki az çalışıp çok iş yapıyormuş gibi görünmek farkında olmadan içimize işleyen bir gerçeklik olduğundan, belki de yazarlığın hep biraz uzak, yazarların gerçekdışı ve soyut kişiler olarak kalmasından mütevellit, pek çok ünlü yazarın pekala eşşekler gibi çalıştığını öğrendiğimde biraz bozulmuştum. Tanrısal ilhamlarla transa girerek edebiyat kanonuna damgasını vuracak bir roman da üretemeyecektiysek ne demeye kendimize yazar diyorduk? Murakami nasıl olur da romanlarını yazdığı bir sene boyunca her gün sabah 4’te kalkıp günde 6 saat çalışıyor, her gün aynı saatte 10 kilometre koşuyor ve akşam 9’da mutlaka yatağında olabiliyordu? Maya Angelou her sabah 6.30’da sırf bu iş için kiraladığı bir otel odasına gidiyor, odadaki tabloları bile indirtiyor, rahatsız edilmemek için talimat veriyor ve en azından öğlene dek durmaksızın çalışıyordu? Thomas Mann nasıl adeta bir memur gibi kahvaltıdan sonra odasına çekiliyor ve çocukları babalarının çalıştığı bilgisiyle gürültü yapmazken o, saatlerce yazıyordu? Onlar da herkes gibi çalışarak başaran sıradan zanaatkarlar mıydılar ve yazmanın esasen bir yetenek işi olduğu miti nereye kaybolmuştu?
Konu bir mimar olsaydı bina yapmaya başlamadan önce esaslı bir eğitimden geçmesi gerektiğini pek tartışmazdık. Daha yakın bir örnek ile resim sanatı sözkonusu olduğunda da bir gün kalemi kağıdı alıp enfes çizgiler döktürmeyi bekleyen pek kimse yok. Fakat mesele yazmaya gelince egzersiz yapmak, işin eğitimini almak, çalışma programı oluşturmak hep gözardı ediliyor. Sıklıkla karşımıza çıkan argüman bu işin okullarda öğrenilemeyeceği. Mimar Sinan Üniversitesi’nden Prof. Dr. Handan İnci, “Ben kurmacanın yani yaratıcı yazarlığın öğretilebilecek bir şey olduğuna inanmıyorum. Bu beklentideki bir öğrenci belki sadece kendisinden önce bu dille kimler neler yapmış sorusuna çok akademik bir okuma listesiyle cevap bulabilir.” diyor ve bir anektod ekliyor “İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne giren Sait Faik, “Bana Uygurca öğretmeye kalktılar,” diye bağıra çağıra dışarı atmış kendini. Böyledir.”
Peki yaratıcı yazarlığın okulda öğrenilmesi gerçekten çok mu imkansız? Sanat tarihi bölümlerinden sanatçı çıkmasını beklemediğimiz gibi, varolan edebiyat bölümlerinden de yazar çıkmasını beklemiyor olabiliriz, ancak resim, heykel, müzik bölümleri neredeyse “doğal” karşılanırken edebiyat yazarlığı eğitiminin kafada bu kadar çok soru işaretine yol açması oldukça tuhaf değil mi? Kazuo Ishigoro’nun üniversitede yazarlık eğitimi aldığını ya da Sylvia Plath’ın Robert Lowell’ın yaratıcı yazın derslerine katıldığını nedense pek konuşmuyoruz örneğin. Bugünlerde kitapları basılan pek çok Amerikalı yazar, yaratıcı yazarlık bölümlerinde lisans ve lisansüstü eğitim almış, derslerinde sağlam yazar ve editörlerle çalışma fırsatı bulmuş kişiler. 1930’lardan beri yaratıcı yazarlık dersleri bulabileceğimiz Batı’da artık bu derslerin ticarileşmesi ve öğrencilere gerçekçi olmayan vaatlerde bulunduğu da tartışılmakta. Tabii öbür yandan hangi üniversite ticarileşmeden tamamen kaçabiliyor ya da bölümlerini dürüst vaatlerle pazarlıyor ki?
Kendisi de yaratıcı yazarlık kursu veren eleştirmen Semih Gümüş, “Bu tür atölye çalışmalarında yaratıcı yazarlık öğrenilmez, ben bunu hep söylüyorum. Ama yaratıcı yazarlığa giden yolların yordamların öğrenilmesi, yaratıcı yazının bazı sağlam ipuçlarının kavranması, yanlış alışkanlıkların yerine doğrularının konması, bakış açılarının değişmesi ve en önemlisi, doğru bir okuma biçimi edinmenin yollarının görülmesi pekâlâ sağlanabilir.” diyor. Zaten herhangi bir pratiğin eğitimini almak hiçbir zaman doğrudan o işi başarıyla yapmayı beraberinde getirmiyor. Sosyal bilimlerde bile eğitim ile uygulama ilişkisindeki zemin oldukça kayganken, sanat eğitimlerinin elbette kişiyi mutlak ve özgün sanatçılığa taşıyacağını kimse iddia edemez. Yine de diğer sanat kollarında eğitimin faydası yadsınmıyorken iş yazına gelince bunca şüpheye düşülmesi biraz can sıkıcı.
Yazarlık çalışmalarının bireylerin özel hayatına sıkıştırılmış olmasının zannediyorum birkaç farklı sebebi var. Özellikle Türkiye’de (ve deneyimlediğim kadarıyla Almanya’da) akademi, yaratıcı yazın ile ne yapacağını pek bilmiyor ve mümkün mertebe alanına almak istemiyor. Örneğin kurgu ve teoriyi birleştirerek ortaya kritik bir metin çıkaran fiktokritisizm bile, ancak üzerine konuşulacak ama akademi sınırlarında üretilmesi hoşgörülmeyen bir tür olarak karşımıza çıkıyor. Teknik imkanlar yüzünden yaratıcı yazarlığın varolan edebiyat bölümlerine girememesi bir yana, farklı disiplinleri birleştiren ve teorik eleştiri ile son derece iç içe olan böylesi metinler bile akademinin beton duvarlarından geri sekiyor.
Aklıma gelen bir diğer sebep ise Türkiye’de sıklıkla hissettiğim, ama üzerine parmağımı pek de koyamadığım bir “Gerçek edebiyatın ne olduğuna biz karar veririz.” hali. Elinde bir tür güç tutan belirli bir topluluk sanki bu özel konumlarından taviz vermek istemiyormuşçasına edebiyatın öyle öğrenilecek bir şey olmadığını vurgulayıp duruyor, ancak nasıl öğrenileceğine dair de somut bir öneri getirmiyor. İlginç şekilde genelde (her nedense bıyıklı) erkeklerden oluştuğunu gözlemlediğim bu grup, en fazla “çok okumak” tavsiyesini veriyor ve sahneden çekiliyor. Sanki yazarlığı etrafını saran sis perdesinden çıkarırsak ve yazmak isteyen herkese açık edersek, ellerindeki gücü kaybediverecekler gibi. Oysa resim bölümünden mezun herkes nasıl ressam olmuyor ya da sosyoloji okuyan kişiler ille de sosyolog olarak hayatlarına devam etmiyorsa, yaratıcı yazarlık mezunu herkes de yazar olacak değil elbette. O yüzden korkuları yersiz, zira yazarlık sadece teknik formüllerle çözülebilecek bir süreç değil. Öbür yandan da bu tavır oldukça pahalı ve kısa dönemli yazarlık kurslarıyla kendini yeniden üretiyor, başka kıtalarda olduğu gibi ödüllü ve saygın yazarlar tarafından üniversitelerde değil de, edebiyata genel olarak daha çok bir boş zaman aktivitesi ya da spiritüel yolculuk gibi yaklaşan kişilerce özel kurslarda verilen eğitimleri alternatifsiz bırakıyor.
Biterken uzun yıllardır Boğaziçi Üniversitesi’nde kendi akademik alanının yanında yaratıcı yazarlık dersleri de veren yazar Murat Gülsoy’dan gelsin: “Elbette yazarlık öğrenilebilir ve öğretilebilir bir sanattır. Bugün kalem oynatan tüm yazarlar da bunu bir şekilde öğrenmişlerdir ve yazdıkları sürece öğrenmeye de devam ederler. Ancak bu tür konuların çok yüzeysel şekilde ele alındığı ortamlarda kestirmeci bir yaklaşımla denir ki, “Marquez olmak öğretilir mi? İnsan Yaşar Kemal olmayı öğrenebilir mi?” Elbette böyle bir şey mümkün değildir. Çünkü yaratıcı yazarlık bir sanat eğitimidir ve sanatçı adayına o alanın teknik ve kuramsal bilgilerini aktarmak, yazar adayına çalışabileceği atölyeyi sunmakla sorumludur. Tıpkı resim sanatını öğreten akademiler gibi… Akademide de kimseye Picasso olmak öğretilmez. Sanat insanın kendini ve dünyayı keşfetme macerasıdır. Ancak eğitimle ve çalışmayla sanatı yanyana düşünemeyen zihinler için yazarlık da diğer tüm “yetenekler” gibi doğuştan gelir. Bu yaklaşımsa insanı hiçbir yere götürmez.”
Kaynaklar: On5Yirmi5, JamesClear.com
Görsel: Haruki Murakami bir maratona hazırlanırken.