Okuduğum muhtelif bloglardan esinlenerek 5Harfliler’de yapmak istediğim yüzlerce 7-8 şeyden biri hep şehir rehberleriydi (burada link vermiyorum ki tam olarak ne kadar esinlendiğimi hiç bilemeyin). Maksat, bir şehre gitsek de gitmesek de bir gidenden, bir görenden, bir yaşayandan dinlemek, ilhamlanmak, ofiste masaya çıkıp BAŞGANIM BENİ BURDAN AL diye bağırmak. Nihayetinde internetten ilhamizm‘i* çıkarırsanız geriye ne kalır? Bence pek bir şey kalmaz. (*İlhamizm: İlham Aliyev’in izinden gidenlerin ideolojisi İnternet’teki ilham endüstrisi ve ekonomisini tarif etmek için az önce icad ettiğim terim.)
Paris’e bir kere, 12.5 yaşındayken gitmiştim. O dönem buçuklar çok önemliydi. Fransa98 yazıydı ve ben Zinedine Zidane’ı tutmuş ve sonuçtan memnun kalmıştım. Zidane’ı Fransa milli takımını zafere taşıyan bir Cezayir asıllı olduğu için tutuyordum (Merci Zizou’ya ağlayanlar eklesin), yoksa 12.5 yaşında bir turist olarak asıl tuttuğum genç, güzel ve kumral Paris ahalisiydi. O zamana kadar bu kadar çok sokak ortasında öpüşen insanı hiç görmemiştim. Onun dışında ders için Musée d’Orsay’e gelmiş hepsi yerde oturup duvarlardaki portreleri çiziktirmeye çalışan ilkokul çocuklarını (ilkokul bebesini müzeye getirdikleri, yetişkinmiş gibi sanat anlattıkları yetmiyor bir de herkesin ayakkabıyla bastığı yerde gönlünce oturmasına izin veriyorlar), şimdi niye hastası olduğumu hiç hatırlamadığım Orangina marka gazozu, o sırada 8 yaşında olan kardeşimin Picasso Müzesi’nin bahçesindeki keçi heykeliyle fotoğrafını çekip adını dahiyane bir şekilde “Keçi ve Keçi” koyduğumu hatırlıyorum. Disiplinle müze gezdiğimiz, annemin aralarda bize çantasından çıkardığı sandviçleri yedirdiği (anne onu ne ara bir araya getirdin??), akşam oldu mu yorgun argın otelimize döndüğümüz güzel bir aile tatiliydi.
Paris Romantik Olan Her Şey’le eşleştirildiği, kendisini bilmeden tüm klişelerine aşina olduğumuz bir şehir olduğu için sonradan “gideyim ben oraya” listelerime hiç girmedi (Çok üzgünler, Turizm Bakanlığı her gün beni arıyor) ama yakın zamanda kendisini yine merak etmeye başladım. 28.5 yaşında gitsem bambaşka bir şey olacağı fikri aklıma yeni girdi. Tam nasıl olacağını hayal etmek için de orada yaşadığını bildiğim ve arada bir facebook’a koyduğu fotoğraflarını seri layklamamak için kendimi hep zor tuttuğum Ayşegül’e birkaç soru sordum.
Ne kadar zamandır Paris’tesin? Orada ne yapıyorsun?
Paris’e iki sene önce taşındım. Sabahları yazı yazıyor, akşamüstü lise öğrencilerine ders veriyorum. Birkaç senedir yazdığım kısa hikayeleri bir süreliğine bırakıp, altı ay önce roman yazmaya başladım.
Şehrin en sevdiğin bölgesi hangisi?
Parisliler mahallelerine çok sadıktır, çünkü her mahallenin kendi fırını, peynircisi, pazarı, cafési vardır, mahalleden çıkmaya gerek kalmaz. Ben de en çok kendi mahallemi, yani Port Royal’ı severim.
Mahallemizin hazinelerinden bir tanesi Ara Kebapçıoğlu’nun Rue Flatters’deki lamba dükkanı ve müzesidir. Bu İstanbullu kimyager beyefendi, yüzyılları kapsayan koleksiyonunu, Ali Baba’nın mağarasını andıran, tavandan salkım salkım eski lamba asılı dükkanında, meraklı ziyaretçilere sabırla ve sevgiyle tanıtır. Çatkapı ziyaretlerimde bana bunsen burner’da Türk kahvesi yapar, çıngıraklı kapının yanındaki kadife koltuğa oturtur, ve bit pazarlarından, Avrupa kasabalarından, aristokrat Paris ailelerinden edindiği lambaların hikayelerini anlatır.
Port Royal mahallesinin güneyinden geçen, gür kestane ağaçlı Arago bulvarı üzerindeki Astrofizik enstitüsünün bahçesinde, tren raylarına benzeyen raylar üzerinde, paslı tekerleklere oturtulmuş harabe ahşap bir ev, ve evin yanıbaşında, spiral bir merdivenin paslı kalıntıları vardır. 19. yüzyılın’ın sonunda icat edilmiş Coudé teleskopunu barındırmak için yapılan bu raylı ev de, tıpkı Ara Abi’nin masalsı lamba müzesi gibi, bana çocukken heyecanla okuduğum Jules Verne romanlarını hatırlatır.
Yazı yazmaktan bunaldığım günlerde, Port Royal’ın biraz ötesindeki Montparnasse mezarlığında dolaşırım. Zengin ailelerin, sanatçıların, bilim adamlarının, satranç şampiyonlarının minik sarayları andıran kubbeli, heykelli mezarları bende hüzünden çok müze merakı uyandırır. Göz alabildiğince uzanan mezartaşları arasında beni üzen tek ölü, hiç sevmediği, Konstantiniyye büyükelçisi üvey babasının yanına gömülmeye mahkum edilmiş zavallı şair Baudelaire’dir.
Geçmiş yüzyılların hayaletleriyle iç içe yaşayan bu mekanlardan farklı olarak, şehrin en büyük pazarı olan cıvıl cıvıl Marché d’Aligre’yi, şehri kaale almadan işini sürdürmesinden, ziyaret edenleri de kendi telaşına çekip almasından ötürü çok severim. Pazarın toplanmasına bir saat kala, Magrebli, Provanslı, Senegalli satıcılar, “Her şey bir euro!” senfonisine başlarlar. “Çilek bir euro! Kiraz bir euro! Kuşkonmaz bir euro!”
Bu saatlerde, yolun sonundaki ufacık Café Aouba’da satıcılara hızla kahve yetiştiren (öncesinde de kahveyi kendileri kavurup çeken) Hatay’lı kızkardeşler, bir taraftan da yandaki Arap bakkalını işleten nişanlılarına laf yetiştirirler.
Pazar alışverişini bitirenler, yan sokaktaki “Baron Rouge” cafesinde toplanıp üst üste dizili fıçılardan şarap içer, tabak tabak istiridye yer, içerisi çok kalabalık olduğunda tabak ve sohbetlerini sokaktaki araba çatılarına taşırlar.
Oturup gelen geçen insanları izlemek için güzel bir yer?
Lüksemburg Bahçeleri. Ben de sık sık bu güzel parkın bir köşesinde oturur, kestane ağaçlarının gölgesinde rap müzik dinleyip sigara içen liselileri, Senato önündeki sandalyelerde gazete okuyup uyuklayan ihtiyarları, taş havuzda maket gemi yarıştıran çocukları, St. Germain’den elleri paketlerle dolu dönen turistleri, nostaljik kukla tiyatrosuna, veya yanındaki atlı karıncaya giden aileleri izlerim.
En sevdiğin kitapçı?
En sevdiğim İngilizce kitapçı, Rue de Rivoli’deki, Avrupa kıtasının en eski İngilizce kitapçısı olan Galignani. Koyu ahşap raflı, halı kaplı, güzel kokulu bu şık dükkanın arka odasındaki deri koltuklardaki okuyucuları kimse rahatsız etmez.
En sevdiğim Fransızca kitapçı Boulevard Montparnasse’daki Librarie Tschann. Özenle seçilmiş kitapları arasında en çok sevdiğim bölüm sanatçıların mektupları ve günlükleridir. Beni her seferinde güldüren “Çok Satanlar” masasında ise Descartes, Lacan, Derrida gibi “popüler” isimler bulunur!
En sevdiğim ikinci el kitapçı ise St. Michel’deki Abbey Bookshop’dur. Ancak buraya belirli bir kitap bulmaya gitmem, çünkü yerden tavana kadar yığılı kitapların arasında ne bulunacağı hiç belli olmaz. Dükkana her gelene kahve ikram eden, kitap tavsiye etmeyi çok seven dükkan sahibi Brian’la sohbet etmek için giderim…
Pikniğe gideceksek mesela, marketten ne alalım?
Peynir, baget, zeytin, ceviz, cips, humuş, rosé şarap, füme somon, konserve sardalya, çikolata, kavun, çilek, kiraz…
En sevdiğin pastane?
Vişneli clafoutis yemek için St. Germain’deki Gerard Mulot pastanesi. Kocaman kaselerde sütlü kahve içip yanında ev pastası yemek için Mamie Gateau. İçi kremalı profiterol topları (“choux crème”) yemek için ressam Delacroix’nin evinin karşısındaki üç masalı Maison du Choux pastanesi.
Peki ya müze? (Soruları soran kişi önceliklerini ele verirken…)
Rodin’in öğrencisi olan, devasa, mitolojik kahramanlara benzeyen heykelleriyle tanınan heykeltraş Bourdelle’ın atölyesi. İç avlularla birbirine bağlanan atölyelerde aletler, eski çalışma masaları, dev pencerelere rastgele asılmış keten çarşaflar gibi kişisel detayların yanısıra, aynı heykelin farklı modellerini, zamanla değişimini görmek, beni sanatçıya çok yakın hissettirir.
Marais semtindeki Av ve Doğa müzesi (Musée de la Chasse et de la Nature) sadece garip müzelere olan merakımdan değil, müzecilikteki yaratıcılığıyla da bana hitap eder. Yaban domuzu, geyik, baykuş gibi hayvanlara adanmış odacıklarda, her gittiğimde farklı bir detay keşfederim: meşe palamudu şeklinde bronz bir kapı külbü, baykuş kanatlarıyla kaplı bir duvar, ufacık çekmecelerde sergilenen minyatür dürbünler…
Tabii bir de Louvre Müzesi’nin Mezapotamya bölümündeki Sümer yazıtları.
Ziyarete gelenleri nereye götürürsün?
İlk defa Paris’e geliyorlarsa, şehri öncelikle Seine nehri kenarından görmelerini isterim. Adeta ünlüler geçidi olan nehir kıyısında Orsay Müzesini, Louvre müzesini, meclis binasını, Concorde meydanını geçerek, şehrin en ihtişamlı köprüsü olan 3. Aleksandr köprüsüne varırız. Bir tarafında Napolyon’un gömülü olduğu Invalides’in altın kubbesi, diğer yanında dünya fuarı için yapılmış Petit Palais ve Grand Palais binaları, ileride Eyfel kulesi, dört köşesi kanatlı altın atlarla donanmış bu köprüyü görüp de etkilenmeyen ziyaretçi yok!
Pazar günleri dükkanların açık olduğu Marais’nin biraz ötesindeki Place des Vosges meydanında, Viktor Hugo’nun evinin karşısındaki Hugo Café’de kahve içmeye götürürüm.
Bir akşam, yanyana krep lokantalarının olduğu Rue de Montparnasse’daki Josselin’de krep yediririm.
Bit pazarları?
Kuzeydeki meşhur Clignancourt pazarını, bit pazarından çok antika pazarı olduğu için pek sevmem. Güneydeki Porte de Vanves pazarında ise her tür ıvır, zıvır, teneke trampet, tek porselen tabak, eski fotoğraf ve bilimum garip obje bulunur. Bunların yanısıra zaman zaman güzel tablo ve gravürlere de rastladığım olur. Mesela André Gide’in arkadaşı olan Cezayirli oryantalist ressam Armand Assus’un, çok sevimli bir limon natürmortunu bu pazarda bulmuştum!
Şehir dışına kısa bir yolculuk için nereyi tavsiye edersin?
Şehirden trenle bir saat uzaklıktaki Fontainbleu sarayı, ve etrafındaki ormanlar.
Yine bir saat uzaklıkta, 12. yüzyıldan kalma Chartres katedrali.
Bahar aylarında Monet’nin Giverny’deki evi ve çıldırtıcı güzellikteki bahçesi.
Dışarıda çalışır mısın?
Paris cafélerinin dipdibe dizili, ufak mermer masaları ve hasır sandalyeleri, çalışmaktan çok sokaktan geçenleri izlemeye yönelik. Gene de, evde çalışmak istemediğim günlerde iki sokak ötedeki Bullier Café’de yazı yazarım, bazı günler ise Sugarplum Cakeshop’a gider, Amerikan tarzı [ilk bardaktan sonrası bedava] “free refill”in tadını çıkarır, daha çok laptoplu Amerikalılarla dolu komünal masalarda yazı yazmaya çalışırım.
Paris’te ideal bir gününü tasvir eder misin? Hayalcilik serbest!
Kahvaltı yaparken kitap okurum. Okuduğumu çok severim, adeta ben yazmışım hissine kapılır, “Ben de böyle yazabilirim!” diye düşünürüm. İkinci kahvemi de içtikten sonra masama oturup, hiç oyalanmadan yazı yazmaya başlarım. Sıkılmadan, bunalmadan yazarım, yazdıkça hikayemin geliştiğini, derinleştiğini hisseder, sonraki günlerde ne yazacağımı bilirim. Çok mutlu olurum, iyimserlik dolarım!
Öğlen güneş açar, çalışma masam birdenbire aydınlanır, ben de hiç üşenmeden Lüksemburg bahçelerine koşmaya giderim. Eve dönerken toplanmaya başlamış Port Royal pazarından yumurta, peynir alırım. Yok yok, daha da iyisi şöyle güzel bir balık alırım—mesela pembe, benekli alabalık, veya levrek. Güleryüzlü, beni hiç azarlamadan sabırla sorularıma cevap veren tonton satıcı bana bir de güzel indirim yapar. Eve gelir yemek yaparım, mutlulukla sabah yazdıklarımı gözden geçiririm. Hayal kırıklığına uğramaktansa her cümlemi çok beğenirim!
Akşam yürüyerek derse giderken yolda bir arkadaşıma, anneme, babaanneme telefon açarım, sohbet ederim. Kimse benden şikayetçi değildir, “Ne zamandır aramıyorsun!” sitemi yapmazlar. Dersim güzel geçer. Öğrencilerim beni çok sever, espirilerime güler, ödevlerini yapmış olurlar.
Ders çıkışı eşim beni okulun kapısında bekliyor olur. “Hadi bişeyler içmeye gidelim,” der. Kalabalık bir café terasında otururuz, ben kir (Ç.N.: Vikipedya’ya göre siyah frenk üzümü ve beyaz şaraptan yapılan bir kokteyl, aynı zamanda bu hafta duyduğum kulağa en iyi gelen şey) içerim, eşim bira içer, cips yeriz, sohbet ederiz, saçma şeylere güleriz. Eve dönerken bir kitapçıya uğrar, bir sürü kitap keşfederiz. “Okunacak ne çok şey var!” diyerek, bir anlık paniğe kapılırız. İkimiz de birer kitap alır, yürüyerek eve döneriz…Güneş daha batmamıştır. Ertesi gün cumartesidir. Sabah bir sergiye gideceğizdir. Sonra da arkadaşlarımızla Canal St. Martin kenarında piknik yapacağızdır. Hem de romanım çok iyi gidiyordur, okunacak yeni kitaplarım, yazacak çok şeyim vardır!
***
Ayşegül’e tekrar çok teşekkürler! Anlatmak ya da okumak isteyeceğiniz bir şehir var mı? Gezme listenizde nereler var? Daima hizmetinizdeyiz, biliyorsunuz.