Yönetmenler Zeynep Dadak ve Merve Kayan'la ilk uzun metrajları Mavi Dalga'yı konuştuk

SANAT

“Konuşan kadın karakterler yaratmak istiyorduk”

Mavi Dalga nihayet bu Cuma sinemalarda!

 

 

Yönetmenleri Zeynep Dadak ve Merve Kayan ile yaptığımız söyleşi ise hemen şuracıkta:

 

Duygu: Mavi Dalga’da beni ilk çarpan şey bir ana kadın karakteri şeytanlaştırmadan ona kusurlu olma şansı tanımanız. Bu bilinçli bir tercih miydi? Tesadüf olmasa gerek.

 

Merve: Aşağı yukarı nasıl bir karakter yaratmak istediğimizi başından biliyorduk, ama bu biraz da yaratma sürecinde ortaya çıkan bir şey. Bir süre yazdıktan sonra aslında karakterimizin kolay ilişki kurulamayan, çok tatlı olmayan, sevmesi çok kolay olmayan biri olduğunu farkettik. Ve bunun üzerine gitmeye karar verdik. Büyük ihtimalle anlattığın şeyin sebebi biraz bu.

 

Zeynep: Tabii ki sinema tarihinde böyle sevdiğimiz örnekler var. Vagabond’daki karakter mesela bizim ikimizin de çok önemsediği. Yine Agnes Varda’nın Cleo karakteri için de aynı şey geçerli. Ya da Jeanne Dielman. Yani filmi taşıyan ama illa özdeşleşme üzerinden taşımayan kadın karakterler zaten büyük ihtimalle kafamızın bir yerlerinde vardı. Tabii oyuncumuz da o anlamda çok şey kattı karaktere. Yüzünü kullanma biçimi, çok kolay gülmüyor olması, birçok yerde duyguyu biraz uçlara taşıyor olması bizim istediğimiz karaktere uygun bir şey çıkarttı.

 

D: Diğer bir etkileyici sahne, Deniz’in dışbükey aynadan kendini izlediği yer. Özellikle ergenlikte bir kendini tanıyamama, kendini canavar gibi görme, bir türlü kendine nasıl bakacağını bilememe hali oluyor… Anlatmak istediğiniz böyle bir his miydi?

 

M: Belki bu sahnenin yerinden bahsetmeliyiz. Bu sahnenin geldiği yer tam da Deniz’in kardeşinin parmağını arabanın kapısına sıkıştırdıktan sonra birden ailenin kardeşi hastaneye götürmek için ortadan kaybolması, Deniz’in kendisiyle baş başa kalması ve kendini bir yaratık olarak aynada görmesi. Baştan beri düşündüğümüz şey zaten böyle bir şeydi. Ergenlik insanın yavaş yavaş oluştuğu, burnunun kulaklarının bazı yerlerden önce büyüdüğü, bazı şeyleri kontrol altına alamadığı, vücudunun bazen kendisinden önde gittiği bir dönem. Bunu görsel olarak perdeye taşımak istedik, onun için böyle bir yansıma anı düşündük.

 

Z: Bir de tabii karakterin kendisine ait bir şey de var orada. Her ne kadar kendini yeni keşfeden bir ergen de olsa aslında biraz da narsist bir kişilik yapısı var. Biraz kendisinden fazla memnun, kendisiyle biraz fazla ilgili. Kendini cep telefonu ışığıyla izlediği sahnede de “aa benim memelerim varmış” gibi bir şeyden çok “benim baya güzel memelerim varmış” der gibi. Ya da yüzünü deforme olmuş görmüşken bile aslında bir şekilde bundan fasine olması. O anlamda genel bir ergenlik resmi ile birlikte yine karakterin özelliğini de düşünmek iyi olur. Bir de tabii yine aynanın sinemada genel olarak kullanımı, yani bir tür delilik eşiği olması var. Aklıma hemen Polanski’nin Repulsion’ında Catherine Deneuve’ün çaydanlığın üstünde şekilden şekile giren suratı geliyor. O da mesela kafamızdaki güçlü kadın imgelerinden biri.

 

mavi-dalga-1

 

Çağla: Filmi izlerken kendi ergenliğimi düşündüm. Ergenlikte zamanın hiç geçmiyor gibi gelmesi ve insanın o geçen zamanı da bir türlü doğru okuyamaması, öğretmenlerin “bu hayatınızın en önemli senesi” klişesini tekrarlaması ama size kesinlikle öyle gelmemesi… Ergenlikteki durgun zamanın filmin ilerleyişine, hızına bir etkisi oldu mu sizce?

 

Z: Zamanın geçişi meselesi bizim hep üzerine düşündüğümüz bir konu. Bundan bir önceki filmimiz Bu Sahilde’de vardı yine bu zamanla çerçevelemek ve zamanın akışında bir şeyleri gözlemleme durumu.

 

M: Zaman üzerine düşünmek ve yazmak bizim için genelde hep çıkış noktası oluyor. Yolda birlikte yürürken hep farklı senaryolar düşünüyoruz, mesela seçim günüyle ilgili bir film yapmak ne kadar enteresan olur. Ya da sayım günüyle ilgili. Çünkü bu zamanların insanın kafasında yer eden çok belli hisleri var. Bundan dolayı sanki gençlik dönemi, özellikle okula kıstırıldığınız dönem, ortaokul-lise yılları, çoğu insanın hatırladığı en uzun tünel. Belki başı ve sonu belli olduğundan, bilmiyorum bunun sebebi tam olarak bu mu. Ama çok göreceli bir zaman. Bir yaz tatilinin hop diye geçebilmesi, özellikle de bitmesini istemiyorsanız. Ama akademik yılın sonsuza dek uzaması…

 

Z: Edebiyatta da bu zaman meselesi enteresan. Çünkü hem insan psikolojisine dair ciddi bir şey söylüyor, hem de aslında daha sosyolojik anlamda hayatın ne kadar net zaman dilimlerine ayrıldığı ve herkes ne kadar kendi öznel zamanını yaşarsa yaşasın aslında ne kadar o zaman dilimlerine mahkum olduklarını. Evet, keşke o sene en önemli seneleri olmasa ama bir taraftan da o sene yapacakları seçimler gerçekten de hayatlarının bir kısmını olumlu ya da olumsuz etkileyecek ve yeni kararlar vermeleri gerekecek. Önemli olan şunu bilmek: hata yapsan da yeniden başlama şansın var. Ama tabii bu öğretilmeyen bir şey.

 

Ç: Edebiyat dedin. Roman uyarlaması yapmayı hiç düşünüyor musunuz?

 

Z: Bazen. Ama birebir uyarlama yapmak, dramaturjik anlamda bir edebiyat eserini alıp senaryoya çevirmek yerine daha farklı şeyler yapmak ilginç olabilir diye düşünüyoruz. Formları karıştırdığımız, belgeselin de işin içinde olduğu şeyler var aklımızda.

 

M: Yine romandan yola çıkıp başka şeyleri içine katarak, çok bağlı kalma zorunluluğu hissetmeden bir şeyler yapmak isteriz.

 

mavi-dalga-2

 

 

“Misyon / Ölü bir vizyon” 

 

D: Seksin Türk sinemasında kadının ya felaketi ya kaderini çizen şey olma meselesini konuşalım mı? Mavi Dalga’nın buna karşı bir “duruşu” var mı?

 

M: “Buna karşı duruş” demeyelim çünkü o zaman filmin kendine ait bir misyonu ve sorumluluğu varmış gibi oluyor. Bu da bizim sinema yapma anlayışımızla örtüşmüyor. Misyonla film yapmaya inanan insanlar değiliz. Bunun sonu “yurtdışında ülkeyi temsil etmeye” kadar gider…

 

Z: Karakan’ın öyle bir şarkısı vardı. “Misyon / Ölü bir vizyon” diye…

 

M: Sadece cinsellik meselesi üzerinden de değil genel olarak kadın karakterlerin çıkışsızlığı zaten her gün karşı karşıya olduğumuz bir şey. Gerçek hayatta da. Hem cinsel anlamda çıkışsızlık, yani birinden hoşlanmanın onunla sevişmenin sonucunun direkt olarak hamile kalmak olması ya da bekaretini kaybettikten sonra başına gelen felaketler gibi… Biz Deniz’in sadece cinselliğinin değil yaşadığı birçok şeyin ona ilk başta ne kadar büyük görünürse görünsün sonucunun beklendiği kadar büyük olamayabileceğini anlatmak istedik. Tabii ki duygusal olarak üzerinde çok büyük ağırlık yaratıyor olabilir, bunların hafif yaşandığı anlamına gelmiyor. Ama sonucunun illa çok ciddi ve üzerinden atamayacağı yoğunlukta, ağırlıkta şeyler olması gerekmediği üzerine gitmek istedik.

 

Z: Belki de bu karakter bu meseleleri 5 sene, 10 sene sonra düşünecek. Kötü bir şey olacaksa da hemen ertesi gün yıkımla karşılaşmak anlatıda temsil edilen kadınları çok aynı yere sıkıştırıyor. Bir de 90lar sonrası Türkiye sinemasında üzerinde en çok yazılan şeylerden biri “kadınların sessizliği”, kadın karakterlerin konuşmaması idi. Ters bir şeyler yapalım diye değil ama, biz hakikaten konuşan kadın karakterler yaratmak istiyorduk. Saçmasapan şeylerden de konuşsunlar istiyorduk.

 

“Şu çantayı bırak artık bir kenara”

 

D: Kadın yönetmenlerin aldığı bazı tip övgüler oluyor, mesela şöyle bir övgü sizi rahatsız ediyor mu: “kadın yönetmenler de şunu çok iyi yapıyor”. Sizce burada küçümseyici bir şey yok mu?

 

Z: Tabii ki var. “Kadın, duygu dünyasını çok iyi bildiği için…”, “kadın duyarlılığı”… Bu tam olarak bir klasifikasyon yöntemi.  Sen bunu iyi yapıyorsun ama senin yaptığın ancak bu kadar olur, bunun dışında da bir şey yapamazsın demek. Ya da bunun dışında bir şey yapma. Had bildirmek, köşe tutmak için. Ama eşit derecede kadın yönetmenlerin kadın yönetmenliği sahiplenmemesini de sorunlu buluyorum. Tabii ki öncelikle hepimiz yönetmeniz ama “kadın yönetmen” olduğumuzu sırf oraya konulmamaya çalışmak arzusuyla ya da bundan korktuğumuz için söylememek ve “tamam ya bu dünya erkekler oyunu olarak kurulduysa biz de bunun en güzelini yaparız, en ‘kralını’ yaparız” tutumu bizde çok yaygın bir şey. O anlamda, evet kadın duyarlılığını şahane yaparız ama bir o kadar şeyi de aynı şekilde yapabiliriz.

 

M: Set, film yapmanın çok büyük bir parçası olduğu için sette kadın yönetmen olarak varolmak üzerine de konuşmak gerek. Bizim film setimizde ortalamanın üzerinde bir kadın oranı vardı ama yine de erkek egemen bir iş. Onun için bir erkek yönetmenin seti yönetmesiyle iki kadın yönetmenin orada bir şeyler yapmaya çalışması arasında büyük bir fark var. Bunu sette hissetmediğimizi söyleyemeyiz.

 

zd-mk

 

D: Nasıl zorluklar bunlar?

 

Z: Aslında her iktidar pozisyonundaki kadın için geçerli bir şey bu. Erkekleşmeden hakimiyet kurmak çok önemli. Hemen ‘abi’li konuşmaya başlayıp biraz daha spor giyinip makyaj falan yapmazsanız sette rahat edersiniz. Öbür türlü biraz garipserler, gibi. Ya da bağırıp çağırmadan insanlarla iletişim kurma meselesi. İnsan bunları ister istemez düşünüyor sette.  Tabii bizim iki kişi olmamızın ve setimizin çok büyük bir kısmının önceden nasıl bir iş içerisinde olduklarını bilmesinin önemi oldu.

 

M: Biz de sete yönetmen olarak doğmadık. Film setlerinde bir sürü kademede çalıştık farklı şekillerde. Sete bir gün yan çantayla geldiğimde bir görüntü yönetmeni bana şöyle demişti: “şu çantayı bırak artık bir kenara”. Yani o bir kadın çantası değil de belki başka bir şey olsaydı onu söyleyemeyecekti.

 

Ç: Bir de kadın çantası sadece kadın çantası değil. İki anlamda da yüklü bir şey olduğu için. Kadının çantasının kadınla gelen bir tür zahmet olması… Bir yandan sana belki “kadın olma” mı diyor?

 

M: Aynen. Bir kenara bırak diyor.

 

mk-zd

 

Ç: Senaryo yazarken ikili çalışmak nasıl işliyor? Birinizin yazdığını diğeri revize mi ediyordu yoksa ikiniz ayrı versiyonlar üzerinde mi çalışıyordunuz?

 

Z: Ayrı versiyon çok yapmadık aslında, daha çok genel bir yapı üzerinden farklı bölümler üzerinde çalışıp onları çakıştırma gibi bir yöntemimiz var. Yani yanyana olup yazdığımız da oldu ama o biraz daha az. Belki daha çok diyalog yazarken onu yaptığımız oldu.

 

M: Tamamını öyle yapmak muhtemelen çok zor olurdu ama çok iyi geçtiğini hatırlıyorum beraber çalıştığımız süreçlerin. Mesela Asos’ta oturup tıkır tıkır diyalog yazdığımızı hatırlıyorum yanyana.

 

Z: Diyalog aşamasına geldikten sonra daha kolay oluyor zaten, yapı oturduktan sonra paslaşarak diyalog yazmak çok keyifliydi. Diyalog da zaten birden yazdığımız bir şey değildi, oyuncularla da çok çalıştık, konuştuk, gel git yaptık arada.

 

Ç: Oyuncular daha önceden arkadaş anladığım kadarıyla, birbirlerini tanıyorlar, alışıklar yani…

 

Z: Lise yıllarından beri hem oyun yazıyorlar hem oynuyorlar, daha tiyatro üzerinden onların çalışmaları. Şimdi Gezi’de bir film yaptılar, if’te gösterildi “Ben Bir Slogan Buldum: Annem Benim Yanımda” diye.

 

M: Onlar da grup olarak üretmeye devam ediyorlar.

 

mavidalga-afis-

 

 

“Yaratıcı yapımcılık Türkiye’de keşke biraz daha önemsense” 

 

D: Film için parayı nasıl buldunuz, denkleştirdiniz?

 

M: Hakikaten denkleştirdik.

 

Z: Bilal gönderdi.

 

D: Nasıl babacım?

 

M: Çok kısa sürede olmadı, film seti başlayana kadar, hatta sette bile devam ediyordu fon arama süreci. Üç seneye yayıldı. En başta senaryo geliştirme fonlarına başvurduk. Rotterdam Festivali’nin Hubert Bals Fonu var, o ve İstanbul Film Festivali’nin Köprüde Buluşmalar Ortak Platformu çok yolumuzu açan şeyler oldu çünkü bir şey olduğu zaman üzerine başka şeyler eklenmesi, başka insanların filme katkıda bulunması daha kolay oluyor, sıfırdan başlamaktansa.

 

Z: Rotterdam Film Festivali bizi o konuda yüreklendirdi, Bu Sahilde’yle oradaydık çünkü, daha önce yaptığınız işler bir sonraki projenizin yolunu açabiliyor yani. Ama hep söylediğimiz bir şey var, biz başında, özellikle ilk bir-bir buçuk sene Merve’yle ikimiz yaptık tüm bu işleri çünkü henüz yapımcımız yoktu – Kültür Bakanlığı desteği çıktıktan sonra devreye girdi bu katkılar. Sonra Eurimages gibi Avrupa fonlarına başvuruldu. Bulut Film tabii o konuda çok deneyimliydi, özellikle Seyfi Teoman’ın filmleri üzerinden. Hep konuştuğumuz şey yönetmenin bir süre sonra bütün bu fon arayışı, filmin bir proje olarak birilerine sunulması meselesinden çekilmesi gerektiği. Çünkü onu yapmazsanız film film değil proje oluyor. Bir yandan, eğer ortaya koyacak paranız yoksa fon aramaktan başka çareniz de yok film yapmak için. Dolayısıyla genel konseptini, her şeyini biz çıkarttık. Avrupa’da karşılarında özellikle İstanbul’dan iki kadın gördükleri için, böyle bir hikaye izleme fikri enteresan gelmiş olabilir.  Pek çok sebebi olabilir. Ama bir noktada proje dosyasından uzaklaşıp filmi hayal etmeye odaklanmamız gerekliliğini hep konuştuk aramızda

 

M: Çünkü bazen “baştan da keşke bu kadar içinde olmasaydık” dediğimiz zamanlar da oldu. Yaptığın işten uzaklaşmak zorunda kalıyor ve geri dönmek için çaba gösteriyorsun… Ama bunun da pozitif tarafı bizim işi öğrenmemiz oldu sanırım. Müthiş bir deneyim gene de, tek başına bunu başlatmış olmak.

 

Z: Bir de ortada hani böyle genç insanların projelerini bekleyen ve bu işten para kazanan yapımcılar, bunu destekleyen bir sistem varmış gibi, birileri de bizi bekliyormuş gibi bir durum olamıyor ki.  Gerçekten o kadar az insan var ki cebine doğru düzgün para girmeden, tamamen film yapmaya inandığı için bu işi yapan. Biz yönetmen olarak bağımsız film yapmayı anlıyoruz ama bir yapımcı olarak bağımsız film yapmayı anlayamıyoruz neredeyse…

 

M: Mucize gibi çünkü.

 

Z: Bizim sonuçta anlatacak bir hikayemiz, bir derdimiz var. Oysa yapımcı için birinin hayalini gerçekleştirdiğin ve onun karşılığını aldığın bir durum yok malesef. Yaratıcı yapımcılık denen şey Türkiye’de keşke biraz daha önemsense. Bu insanların bu işi ne pahasına yaptığı keşke biraz daha iyi görülebilse. Sanki bizi bekleyen fonlar, başka büyük yapımcılar, dış mihraklar var… Gerçi Türk siyasetinde çok gördüğümüz öyle bir dil var ki, o anlayamadığın her şeyi emek üzerinden değil de komplo üzerinden değerlendirmek gibi bir fikir o kadar yaygın ki.

 

M: Ki bu size destek veren kurum bile bunu o kadar çok yapıyor ki. Gerçekten sanki o parayı alıp cebe atıyormuşsunuz gibi. Oysa o parayı filme kullandıktan sonra bize yaşayacak para bile kalmıyor.

 

Z: Kaldı ki Kültür Bakanlığı’nın verdiği parayla film de çekilmiyor ki…

 

M: Zaten borç veriyorlar. Geri ödüyorsun.

 

Ç: Öyle mi?

 

Z: Yalnızca bir takım koşullar gerçekleşirse geri ödemeyebiliyorsun bu parayı.

 

Ç: Filmin Berlin’e gitmesi bundan sonraki süreci kolaylaştıracak mı sizin için?

 

Z: Ya onu da bilmek güç gerçekten, çünkü mesela bu sene Berlin’e gidince “Bu sene Berlin’e giden çok proje var” diyerek kolay bir şey sanmaya başladılar galiba bunu ve destek vermediler. Türkiye’den ilk defa dört uzun bir kısa olmak üzere beş film var ilk defa, müthiş bir başarıdır bu bir ülkenin sineması için. Ama “çok proje var, hepsine destek olmayalım” diyerek destek verilmiyor. O aynı özensizliği orada da görüyorsun.

 

M: Filmlerin festivale gitmesi o filmin ekibinin, çalışan ve oyuncuların festivale katılmasıyla anlam kazanan şeyler bir yandan. Çünkü festival bütün bu alışverişlerin yapıldığı kültürel bir olay. “Film bitti, bittikten sonra desteklemeyelim” demek çok yanlış.

 

Z: Tabii siz bunu biraz daha şey yazarsınız!

 

Ç: Tabii biz Kültür Bakanlığı geçen yerleri başka bir şeyle değiştiririz.

 

D: Voldemort’la.

 

mavi-dalga-3

 

D: Peki o zaman son bir soruyla kapatalım. Kendi hikayesini anlatmak isteyen kadınlara ne önerirsiniz?

 

Z: Öncelikle abilerden ve abicilikten uzak dursunlar! Kendi başlarına karar versinler ve hikayelerinin ne kadar anlatılmaya değer olduğundan emin olsunlar. Bir sürü olumsuzluğun yanında bu Türkiye’de yavaş yavaş oluşuyor bence, bir sürü genç kadın var yanyana duran.

 

M: Herkes hikayesini anlatmak için uzun metrajlı film çekmek zorundaymış gibi bir şey oluyor ya, oysa öyle değil. Keşke olabilse öyle bir şey ve bir sürü film olsa, ama o kadar çok şeyin yolunda gitmesi gerekebiliyor ki tamamına ermesi için bir projenin. Bazı şeyler yolunda gitmezse farklı alternatiflere yönelmek enteresan olabilir mesela. Hikayeyi önce daha küçük, daha gerilla yöntemlerle anlatmak, sonra bir daha anlatamayacağınız anlamına gelmiyor.

 

Z: Evet bir sürü insan da hayatını bir yaptığının varyasyonlarını yaparak geçiriyor zaten. Mesela Lena Dunham geliyor aklıma, daha önce yaptığı şeyler hep Girls’ün birer versiyonları gibi. O doygunluğa ulaşınca da daha olgun bir işe dönüşebiliyor. Ama biz de abla gibi konuşuyor olmayalım!

 

M: Bu da kendimize de hatırlattığımız bir şey sık sık.

 

Z: Özellikle Türkiye’de siyasi kültürel ortamda o köşe tutma ve bir şeyin nasıl yapılabileceğine dair yol yordam göstermeyi kendine ödev bilmiş insanlar var. Gerçekten onlara hiç düşmemek lazım. Çünkü oradan ancak vasatlık çıkıyor malesef. Gezi’nin en heyecan verici yanı da buydu, birilerinin illa yol göstermesine gerek olmadan insanların kendileri harekete geçecek güveni bulabilmeleri.

 

Mavi Dalga 7 Mart’tan itibaren Başka Sinema kapsamında sinemalarda

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

Y86. Oscar Ödül Töreni – 5Harfliler Özel
86. Oscar Ödül Töreni – 5Harfliler Özel

86. Oscar Ödül Töreni’ni televizyon başında twitter hesabımızdan dakika dakika yorumlayarak geçirdik, kah gülmekten kah sıkıntıdan patlayarak. Kırmıza halısıyla, Digitürk yorumcularıyla kaçıranlar için bir özet:

Bir de bunlar var

Sanatçının O Kadar da Genç Olmayan Bir  Kadın Olarak Portresi
Türkiye Haberciliğinin Mıstıkları
Söyleşi: Şövket Elekberova, Pıçıldaşın Lepeler

Pin It on Pinterest