Zamanının en iyi aktörlerinden Philip Seymour Hoffman’ın ölümünü büyük üzüntüyle karşıladım. Oyunculuk o kadar bedensel bir şey ki, o vücudun biraz da senin için, senin gözlerin için ekranda eğilip bükülürken, şişip büzüşürken yok olduğunu düşünmeden edemiyor insan. Garip, sinsi bir suçluluk. Sanki Philip Seymour Hoffman The Master filminde hayatımda izlediğim en güzel, en dokunaklı performanslardan birini sergilerken karşısına geçip “Paranı verdim şimdi oyna” diye bağırmışım gibi. Sanki oynadığı filmlerde içinden çıkardığı bütün güzellikler, bütün mimikler, bütün Truman Capote atkı savurma sahneleri Philip Seymour Hoffman pahasına mümkün olmuş gibi. Yetenekli Bay Ripley’de eski bir süpürge gibiydi hani, kullanılıyordu ama mühleti de belliydi. Sonra Şüphe’de kapkara bir şüpheydi hakikaten, insanın aklından bir türlü çıkmıyordu. Hani Capote’de sıkışık Kansas karakoluna New York’tan savrulan lüks bir alışveriş torbası gibi dalıveriyordu haline, hareketine dik dik bakan polislerin arasından. En sonunda polislerden birine muhteşem bir vakarla dönüp şak diye “Bergdorf,” diyordu sadece, “Öküz gibi bakıyorsun ya, asıl sorun kendimi taşıyışım değil de incelikle savrulan atkım ya… Onu Bergdorf Goodman’dan aldım, bilgin olsun” gibilerinden bakıyordu bir yarım saniyeliğine. Philip Seymour Hoffman’ı sonunda öldüren sahne o olabilir miydi?
Saçmalıyorum tabii ki. Ben bir aktörün 46 yaşında uyuşturucudan ölmesini neden ısrarla mısır tarlasında kurbanlık töreni gibi yorumladığımı anlamaya çalışırken, Oşu’nun gönderdiği bir Esquire yazısı bütün düşüncelerimi darmadağın etti. “Bugünlerde karakter oyuncularının altın çağında yaşıyoruz,” diyordu yazarı, “yani karakter rollerinde haddini doldurmuş oyuncuların sıklıkla karanlık filmleri veya karmaşık televizyon dizilerini omuzlamaya davet edildiği bir çağda. Karakter oyuncuları ve film yıldızları arasındaki fark siliniyor – gerçek hayatta değilse bile en azından sinemada. Gerçek hayatta durum farklı, çünkü “film yıldızı” yalnızca fiziksel güzellik ve albeniden ibaret değil, aynı zamanda sosyal bir durum ve peşinden bir sürü sosyal gereklilik de geliyor. Philip Seymour Hoffman ya da James Gandolfini gibi karakter oyuncuları zaman içinde daha çok ve daha büyük roller almaya başladılar çünkü ekranda Matt Damon ya da George Clooney’nin asla davranamayacağı biçimlerde davranma hakkına sahiptiler, buna izinleri vardı. Ama aynı izin ekran dışına da taşıyor ve gerçek bedeli de burada görüyoruz: Bize benzeyen adamları ekranda izlemek için ancak bizim içinde asla hayatta kalamayacağımız zihin odalarında kalabildiklerini kanıtladıkları zaman para veriyoruz… tabii biz çoktan o odalarda değilsek.”
Bunları okuyunca ne yalan söyleyeyim biraz beynimden vurulmuşa döndüm – yazarın iddiası, içimde tam adlandıramadığım bir hissin mancınıkla hiç beklemediğim bir yere fırlatılması gibi bir şeydi. Makalenin yazarının muğlak bıraktığı Clooney ve Hoffman ligleri, oyunculukta anlayış ve siklet farkından daha başka bir şey olarak canlandı gözümde: Sinemada “çirkinlik bedeli” denen bir şey olabilir miydi, kibarca “karakter bedeli” olarak sunulan? Hep var mıydı? Eğer varsa, bu gerçek hayatın ne biçim bir tercümesiydi? Philip Seymour Hoffman’ın ekrandaki varlığını kanıtlamak için gittikçe daha tekinsiz, belalı sulara girdiği fikri filmlerindeki cilalı, beyaz zeka gösterilerine dayanamadığım Matt Damon veya George Clooney’e reva görülmeyen bir şey miydi gerçekten?
Uyuşturucu bağımlılığı ya da insanın kendi cinleri, şeytanlarıyla tepişmesi öyle kolay kolay tepeden teşhis edilebilecek, dağıtılıp taksim edilecek şeyler değil. Bazımızın niye hep karanlığın peşinde olduğunu tam olarak bilebilseydik şurubu çoktan çıkmıştı ve şu an Şirinler Köyü’nde açık büfenin kenarından sesleniyor olurdum size. İyiydik yani. Güzelliği hep aynı, aynı olmasa da benzer adreslerden çağıran film endüstrisinin poster çocukları hazırcevap George Clooney ve temizkaslı Matt Damon da bir ev köşesinde eroinden ölebilirlerdi. Bu kadar basit olamazdı. Gene de belalı yükler olan “güzellik” ve “çirkinlik” kavramlarının çeşitli bedellerle geldiği, daha fenası gelmesi gerektiği fikri hiç yeni filan değil. Tevekkeli değil benim de aklım çaresiz, oraya da uğruyor.
Bana bu son fikri veren, Philip Seymour Hoffman’ın öldüğü hafta okuduğum, Wilkie Collins’in yazdığı, 19. yüzyıl dedektif romanlarının şahı Beyazlı Kadın. Wilkie Collins her tarafı çıldırtıcı bir titizlikle cilalanmış bu romanı aylık tefrikalar halinde, insanın zeka, eğitim ve mantıkla mutlaka ama mutlaka çözülebilecek bir tür makine olduğunu ispatlamak için yazmış neredeyse. Bütün karakterler üzeri erdem ve günah raptiyeleriyle delik deşik ama belirli, tasarılı birer harita gibi – dönemlerinin suç ve hukuk anlayışlarının yolunu çiziyorlar. Peki yazdığı insanları aklın yolunun mutlak birliğine uydurarak yaratmış Wilkie Collins neden ana karakterlerinin fiziksel güzellik ve çirkinliklerine o şekilde kafayı takmıştı? Niye konunun peşini bir türlü bırakmıyordu da sanki güzellik ve çirkinliğin sırrı romanda devamlı aranan ama bulunamayan asıl ipucuydu? Romanın ana karakterlerinden biri Walter Hartright’ın, okuduğum en enteresan kadın ana karakterlerden biri olan Marian Halcombe ile tanışmasına şahit olunuz:
“Odanın köşesinden yaklaşmaya başladığı an eklemleri ve vücudunun her hareketinde görünen saf zarafet, içimde yüzünü görmek için heyecan çırpıntıları uyandırıyordu. Pencerenin kenarından ayrıldı – ve kendime dedim ki, hanımefendi esmer. Bana doğru bir kaç adım attı – ve kendime dedim ki, hanımefendi genç. Biraz daha yaklaştığında kendime (söze dökemeyeceğim bir hayretle) dedim ki, hanımefendi çirkin!
‘Doğa hata yapmaz’ diyen eski deyiş hiç bu kadar yanılmamış, muhteşem bir siluetin o eşsiz vaadi tepesinde bulunan yüz ve kafanın ihanetine hiç böyle uğramamıştı. Hanımefendinin yüzü neredeyse güneş yanığı, dudaklarının üzerindeki leke ise neredeyse bir bıyıktı. Geniş, sert, erkeksi bir ağzı ve çenesi; belirgin, delici, kararlı kahverengi gözleri; alnının üzerine beklenmedik bir şekilde dökülen sık, kömür karası saçları vardı. Sessizken ifadesi açık, dürüst ve zeki olsa da yokluğu dünyanın en güzel kadınını bile kusurlu kılan yumuşaklık ve uysallık gibi kadınsı özellikleri büsbütün eksikti.”
…Yani. Gördünüz işte. Bir de bu vah vaah, eksik (ama kenarda bir ayrıntı olarak zekası, titizliği ve cesaretiyle de bütün sevdiklerinin hayatını kurtaracak olan) kadını kendi ağzından, Wilkie Collins’in konuşturduğu ağzından dinleyin:
“Herkes (haklı olarak) benim huysuz ve garip olduğumu, kızkardeşimin ise (daha da haklı olarak) iyi huylu ve sevimli olduğunu düşünür. Kısacası kızkardeşim bir melektir, ben ise — Şu marmaladı da dener misiniz, Bay Hartright?”
Bay Hartright marmalatı deniyor ama malesef boğulmuyor. Bilakis, esmerlerin en harikası Marian Halcombe ile “beyaz tenli, güzel” kızkardeşi kurtarmak için beraber bir fahri dedektiflik yolculuğuna çıkıyorlar. Bunlar olurken Halcombe’un zihni ve erdemleri bıyığını Hartright’a unutturuyor ama yok etmiyor. Ben de bir yandan Philip Seymour Hoffman’ın yasını tutarken bir yandan Wilkie Collins’e sövsem mi, ciddiye alıp iyice bir düşünsem mi hesabı yapıyorum. Beyazlı Kadın bir yandan suç, ceza ve kurtuluş ihtimalinin romanıysa bir yandan kadın ve erkek huylarının ayrıntılı incelemesi gibi bir şey. Zaten elektronik okuyucuda roman içinde “kadın gibi” ve “erkek gibi” ifadelerini aradığımda alet takılıyor resmen, en çok sonucu hangi taraftan getireceğini şaşırıp donuyor. Ama neden Wilkie Collins bu güzel romanın içine koyduğu, okuduğum en enteresan kadın ana karakterlerden birini “çirkinliğine rağmen zeki/zeki olduğu için çirkin/zeki ve çirkin olduğu için yapabileceği en iyi şey hayatını güzellerin mutluluğuna adamak” dönemecine hapsetmiş? (Bu soru beni o kadar dertlendirdi ki Wilkie Collins’in kendi fotoğraflarına dakikalarca bakıp cevabı orada aramak gibi korkunç ayıp bir hareketi bile yaptım) Bir de Beyazlı Kadın romanının film versiyonundaki oyunculara, ama daha önemlisi fotoğrafta ortada duran eksikler eksiği, bıyıklılar bıyıklısı Marian Halcombe’a bakalım:
Karakter oyuncusu Philip Seymour Hoffman gibi karakter karakteri Marian Halcombe da kitaptaki varlığını, dahası hayattaki varlığını anlamlı kılmak için hayatını paçavra etmiş olabilir mi? Biliyorum aklınıza bin tane örnek geliyor ölmüş ve kalmışlardan, dahası bu aptal çirkinlik ve güzellik temsillerini ayağının altında ezip de öyle genç ölmüşlerden. Benim de. Karar veremiyorum. Hiç tanımadığım bir aktörün bilmediğim, öğrenemeyeceğim ve öğrenmeye hakkımın da olmadığı dertlerini bu şekilde yorumlamak adil ve doğru mu? Ekranda o acımasız güzellik testini geçemeyenleri daha çabuk ve acımasız kurban ettiğimiz, doğru mu? Güzellik sonunda gerçek bir ölüm kalım meselesi haline gelmiş olabilir mi? Bu her zaman, hepimiz için böyle miydi? Biraz Viktoryen dedektifçiliği oynayalım da bulalım – Ne diyorsunuz? “Çirkin”in yaşama ve ölme hakkına, karakter oyuncusunun hep tehlikede olan hayatına, ne diyorsunuz?
Son olarak, Philip Seymour Hoffman huzur içinde yatsın. Yeni filmlerini izleyemeyeceğim için biraz bencil ve rezil bir tavırla, çok üzgünüm. Yüzü sayesinde aklıma daha önce hiç değmemiş duyguları tanıdım, hepsi aklıma kazındı. Gerçekten, huzur içinde yatsın.
Görsel: Tehdit Edilmiş Kuğu. Jan Asselijn, 1650 civarı.