Geçenlerde bir film izledim. İsmi “Sex of the Angels”. İsminden de anlaşılabileceği gibi film boyunca aşk meşk seks gırla. Güzel kızlar, güzel oğlanlar, güzel mekanlar, dans etmeler, zaten Barselona’da geçiyor. Fakat filmi (kanımca) izlenir kılan en büyük şey filmin üçlü bir aşkı ele alması… Evet, üçlü bir AŞK!
Üçlü deyince şöyle bir duruyoruz. Sanki hep fantezi dünyamızda yer alan ama asla bizzat yaşayamayacağımız bir şey. Film boyu “Ama neden? Peki neden? Neden?!” diye sordum. Neden bunu yaşayabileceğimizi düşünmek bu kadar zor? Yaşamayı da bir yana koydum hadi, bunu yürütebileceğine ciddi ciddi inanan var mı?
Bahsettiğim yalnızca üç kişinin aynı yatakta vakit geçirmesi değil, basbayağı üçlü bir ilişki, hani nasıl çift deriz ya sevgili olanlara, onun gibi üçlü diyebileceğimiz sevgililer olması…
Maalesef elimde üçlü bir ilişkiye dair gerçek hayattan alınmış tek bir örnek var (geri kalan tüm örnekler filmlerden ve romanlardan, yani kurgusallar): Ayrıntı’dan çıkan “Üçlü – Bir Duygusal Laboratuvar” kitabı. Fransa’da yirmi yılı geride bırakmış bir üçlünün nasıl tanıştıklarını, nasıl başladıklarını ve devamında yaşadıklarını anlatıyor. Bir erkek iki kadından oluşan üçlümüzün yıllar içerisinde iki çocuğu oluyor. Bu noktada üçlümüzün Fransa’nın bohem sanatçı dünyasına mensup bireyler olduğunu hatırlatmalıyım… Kitabın sonunda üçlünün artık sona gelmek üzere olduğu notu düşülmüş, o yüzden şu anda ne vaziyetteler bilemiyoruz, gene de yirmi yıl bayağı uzun bir süre! Çevrelerindekilere çift değil de üçlü olduklarını anlatırken insanların onlara hem imrendiklerini hem de bu zor işin altından nasıl olup da kalktıklarını anlamadıklarını söylüyorlar. Erkekler erkek olana, “İki kadın sekste iyi de, ikisinin de gönlünü nasıl eyliyorsun?” gibisinden yaklaşırken, kadınlar kadınlara “Yani şimdi bi de kadın mı var erkeğin yanında?” diye yaklaşıyor… Zaman zaman üçlümüze dördüncüler talip olsa da, onlar “üç”ü kendilerince kutsal rakam olarak seçiyorlar ve bunu gelip geçici aşklar dışında kabul etmiyorlar… Her birinin kendisine ait bir özel alanı (sanatçı oldukları için bu stüdyoları oluyor) bir da ortak alanları oluyor, bu boşluğa ihtiyaç duyduklarını söylüyorlar. Kimi zaman ikili kimi zaman üçlü sevişiyorlar, ama hiçbir zaman cinsel bir kıskançlıktan bahsedilmiyor ve üçlünün dengesini bozmayaya gayret ediyorlar… Ve bir şekilde öyle böyle, yirmi küsür yılı geride bırakıyorlar… Aslında bu esnada üçlünün aynı zamanda birbirini kimi zaman daha fazla gözetmek olduğunu da görüyoruz, örneğin kadınlardan biri bebek isterken bebeği yapmak için ötekinin de istemesini beklemek zorunda kalıyorlar. Üçlüden biri kendine dair kritik bir karar alırken diğer ikisini ve aslında ilişkinin kendisini de göz etmek zorunda hissediyor. Bu durum haliyle işleri yokuşa sürüyor ve bildiğimiz ikili ilişkilerden çok daha karmaşık ve zorlayıcı koşullar oluşturuyor ama diğer taraftan üçünün de farklı yönlere gitmek istemesi aynı zamanda zenginleştirici değil mi?
“Üç”ün yalnızca basit bir rakam veya fanteziler dünyasındaki +1 olmadığına inanıyorum, basbayağı diyalektik ilişkinin karşısında yeni bir sistem öneriyor. Çoklu bir alış-veriş söz konusu. “Üç”, “iki” olmanın getirdiği kontrollü halin ve “dört” olmanın getirdiği kalabalığın tam ortasında bir yerde duruyor sanki.
Aşk, güven, tutku… Bunları yalnızca tek bir kişiye besleyebileceğimize hangi ara tamamiyle inandık, buna kani olduk?
Kitaptaki üçlü 2004 yılında Fransa’da bir televizyon programına konuk olmuş
Bir yandan mevzuya uzak gezegenlerden yazdığım için neden daha fazla üçlülerimiz olmadığı konusunda sadece tahmin yürütebiliyorum. Evvela bunun kıskançlık ve sahiplenmek gibi insanın dengesini alt üst eden tipte duygularla yakinen ilgili olduğunu düşünüyorum. Ne de olsa sevgilisinin telefonu çalınca “Kimdi o arayan?” diye sormaktan imtina etmeyecek tiplere dönüşebiliyoruz bir anda… Sevgilimizin sadece bizi sevdiğini, sadece bize dokunduğunu bilmek rahatlatıcı olmalı; günü gelince hemencik bizim yerimize tercih edebileceği birini hazırda bekletmediği düşüncesi terk edilme kabusumuzun önüne geçiyor herhalde. Yani sanıyorum ki bu güvenimizi nasıl koşulladığımızla da alakalı. Genel olarak taşların oynamadığı ve zeminin kaygan olmadığı bir alana ihtiyaç duyuyoruz, zaten her şey o kadar oynak ki… Aşkı ve güveni ikili bileşenlerin olduğu bir ortamda sürdürmek kesinlikle üçlü bir sisteme göre çok daha kolay olmalı. Tabii bir de tüm sevgi ve aşk sermayemizi tek bir kişiye yatırmak isteyebiliriz.
Rotamı internete çevirdiğimde günümüz Türkiye’sinde üçlülere en yakın ilişkiyi Craigslist’teki “geceyi bizle geçirecek üçüncü arıyoruz, erkek arkadaşım yakışıklı ve atletiktir, ben de açık fikirli ve buğday tenliyim.” gibi ilanlarda bulabiliyorum. Ama bunlar da üçlü bir ilişkiyi değil, üçlü seksi arayan insanlar haliyle.
Acaba tanımlarımızı mı çok dar tutuyoruz? Lügatımızda böyle bir ilişki tipi yok hani. Haliyle başka türden karşılaşmalara açık olmak biraz zorlaşıyor. Gene de ne bileyim, birileri de çıkıp, “Biz yıllardır mutlu bir üçlüyüz” dese fena mı olur yani?
(Görsel: Lucille Nurkse)