1981 yapımı Çamaşır İpleri (Clotheslines) belgeseli, Roberta Cartow tarafından çekilmiş. 21 kadının sesine, onların çamaşır yıkamak, asmak, katlamakla ilgili anlattıklarına, tecrübelerine, hatıralarına yer veriliyor belgeselde. Yüzleri görünmeyen bu kadınların seslerine, dünyanın çok yerinden, nehir kenarında çamaşır yıkayan, çamaşırhanede, makinaların, ütünün başında çalışan kadınların görüntüleri eşlik ediyor. Seslerine, çocuk kahkahaları, ağlamaları, fısıltılar, rüzgarda sallanan paçaların, eteklerin, çorapların, çarşafların sesleri karışıyor. Şaşırtıcı büyüklükte bir dünya var bu belgeselde. Sürekli tekrara dayanan herhangi bir tür ev işiyle kurdukları ilişikinin, kadınların yaşamları üzerinde bıraktığı etki devasa boyutta, derinliği metrelerce sanki. Belgeseli buradan seyredebilirsiniz. Hepsini aktarmam çok güç, ancak seçme yapabildim. Kadınlar diyorlar ki:
Çocukluğumda iki çamaşır ipinin, rüzgarda sallanan çarşafların arasında dolandığımı hatırlıyorum. Güneş vuruyordu. Benim için hala temiz çarşaflardan daha iyi değil herhangi bir fikir… Çamaşırlari renklerine göre ayırarak asıyordum, çünkü biliyordum komşularım astıklarıma bakacak ve benimle ilgili bir şeyler düşünecekler… Evliyken erkek çamaşırları yıkamak bana çok cazip geliyordu. Çamaşırhanede, makinadan erkek çorapları çıkartıp katlarken insanlar, benim bir erkekle ilişkim olduğunu görürlerdi. Erkek çorabı katlamak etrafa “bir erkeğim var” demekti… Çamaşırların asıldığı direkler devrilirdi bazen. Herkes koşturur, bağrışır. Bir defasında babamın bir telefon direğini söküp getirdiğini hatırlıyorum, çamaşır direğinin yerine… Evimiz beş kilometrelik bir yolun sonundaki tek evdi ve biz yine de en öndeki ipe beyaz çarşafları asıyorduk, olur da geçen biri görür diye… Çamaşır dolabı vitrindir. Kullanmadığım çarşaflarımı saten kurdele ile sarar, dolaba yerleştirirdim, çünkü biliyorum evime gelen başka bir kadın açıp bakacak bu dolaba, benimle ilgili düşünecek… Çamaşır yıkamaktan nefret ettim. Tahmin etmesi imkansız, büyük bir hırsla nefret ettim. Hayatım boyunca taşıdığım en ağır yüktü, hiçbir zaman bitiremedim… Çamaşırları ipe asma sanatı diye bir şey vardı. Nasıl asıldıklarına bakıp, yıkayan kadını, komşunu buna göre değerlendirirdin… Bazen renklerine göre asılırlardı, beyaz çoraplar, mavi çoraplar. İpte sallanan çoraplara bakıp, sahiplerinin hayaletleri olduğunu düşünürdüm… Çok özlüyorum temiz çarşaf kokusunu, hala katlarken annemin sesini duyuyorum. Nasıl katlamam gerektiğini, neyi iyi yapamadığımı söylüyor bana… Camda çamaşır asan bir kadın, aynı zamanda mahalleye haberleri yayan, haberleri alan kadındır… Çamaşırlar ipte heykeller gibiler. Kendinde hiçbir sanatsal yan bulmayan bir kadın bile aslında ev işlerine kendinden çok şey katar… Kesişen, yanyana uzanan çamaşır ipleri kadınların arasındaki bağdır, paylaştıklarıdır… Her zaman çatının bana özel bir yer olduğunu düşündüm. Çamaşırları yıkayıp çatıya asmak iş gibi gelmezdi, zevkti. Çatıya çıkarsın, gökyüzüne bakarsın, güvercinleri görürsün, rüzgar eser, uçak uçar, gemiler geçer. Çamaşırların yıkanması, temiz olduklarını bilmek yeni bir başlangıç gibiydi. Doğum yaptığımda diğer bütün kadınlarla ortak bir yanımız, onlarla bir bağlantım olduğunu hissetmiştim. Çamaşırları asmak da diğer kadınlarla ortak bir yanımız gibi, onlarla paylaştığımız bir şey, aramızdaki bağ.
Bunları duyunca, bir kere bile olsun dönüp bakmadığım kendi çamaşır maceramı düşündüm. Bu anlatılanların hepsi vardı. Bazı günler çamaşır yıkanmazdı, uğursuzluktandı, o gün çarşambaydı. Asmadan evvel balkon temizlenir, ipler silinirdi. Mandallar sudan geçirilirdi. Yeni yıkanmış çamaşırlara çocukların yaklaşması yasaktı. Pantolonlar öyle asılmazdı, en sona iç çamaşırları, çoraplar saklanırdı. Henüz asma işini bitirmiş, bir an olsun oturabilmiş bir kadının başına gelebilecek en büyük felaket yağmurdu. Yağmurun başladığı bilgisi yan apartmandan sesle duyurulurdu. Kadınlar telaşla balkona koştururlar, alelacele, bazen yarı bellerine dek sarkarak toparlarlardı pantolonları, etekleri. Bir de bir kadın vardı “yağmur duasına lüzum yok, ben varım. Bir çamaşır yıkayayım, cümle aleme yeter yağmur” derdi.
Bu kadar sıradan olan, sürekli tekrardan oluşan, asla sonu gelmeyen bir işin etrafında bu kadar çok hikayenin toplanabiliyor olması, hikayelerin çeşitliliği ve dokunaklılığı karşısında afalladım işin doğrusu. Bir kere olsun düşünmemişim. Oysa, tek başıma otumuş çamaşır katlarken benim annem de hala bana neyi, nasıl katlamam gerektiğini söylüyor, benden on bin kilometre uzakta yaşadığı halde. Ben de, çamaşırlar yerlerini bulduğunda şöyle bir rahat nefes alıyorum, bazen çarşambaları es geçtiğim oluyor. Ama bütün bunları öylesine içselleştirmiş bir halde yapıyorum ki, hayatımı, hayatlarımızı sarıp sarmalayan hikayelerin bir yanda birikip durduklarını hiç görmemişim. Siz farkında mıydınız?
Yazının başındaki görüntü John Sloan’un tablosu, Çağla’ya teşekkürler. Diğerleri belgeselden görüntüler. Belgesel şurada paylaşılmıştı, mkz’ye teşekkür ederim.