Son Saat gazetesinde 4 Haziran 1948’de yayınamış bu kısa ropörtajı, okuduğum en sevimli ropörtajlardan biri olarak kendi kayıtlarıma geçirdim az evvel. Bilmem siz de benim kadar sevecek misiniz? Hemen aklıma Te’la Şamun’un kim olduğunu bulmak, hayallerini gerçekleştirdi mi diye bakmak geldi, ama ne zaman o yollara girsem, yazmak istediğim bütün yazılar büyük araştırma projeleri haline dönüşüp, bir köşede kalakalıyor. Bu sebepten, bunu bulur bulmaz, hiç bekletmeden paylaşıyorum, ama mutlaka yorumlarda buluşalım. Yazım yanlışları, haber metninin orijinalinde yer aldığı gibidir: Yazıya tek müdahalem, Cemile isimli tangoya verdiğim bağlantı oldu.
Lübnanlı Artistler Bu Sabah Geldiler
Şen ve Şakrak Artistler ne anlatıyor?
Motörde ud sefası – İstanbula ait ilk hatıra – Niçin boya sürmezlermiş – San’atla evli san’atkârlar – Yıldız Sarayını Merak
İstanbulda temsiller vermek üzere, Arap Raks ve ses sanatkârlarından mürekkep Nadiya trupu bu sabah Toros ekspresile gelmiştir.
Çok güzel bir yolculuk yaptıklarını söyliyerek İstasyona çıkan sanatkârlar, ne zamandan beri adını işite işite hasretini çektikleri İstanbula kavuşmanın sevinci içinde olduklarını belirtmişlerdir.
Nadiya, başını göklerde gezdirerek,
-Güzel memleket diyor. Karşılayanlar tarafından kendisine zarif bir karanfil demeti sunulan beş sanatkâr, Lübnan film yıldızı Te’la Şamun elini sıkanlara, hoş bir gülümseyişle türkçe olarak;
-Nasılsınız? Diyordu.
-Demek türkçe öğrendiniz?
-Henüz iki kelime… Bir (nasılsınız) bir, de (çok iyi).. Amma kendime geldiğim gündenberi muhitin tesirile sevmeye başladığım türkleri, burada yakından tanıyarak, büsbütün seveceğimden emin olduğum için, Türkçeyi de elbette ilerletirim.
-İstanbul’dan sonra nerelere gittiniz?
-Lübnan, Suriye, Irak Filistin, Mısır… En çok Mısır’da çalıştım.
-Film de çevirdiniz değil mi?
-Bilhassa (Elmacı Kızı) filmini ben de severim, Fakat beni sahne daha çok cezbediyor.
-Kaç yaşındasınız diye sorulmaz amma, farzedin ki aklıma öyle bir sual geldi..
-Siz kaç yaş veriyorsanız o kadardır.. İsterseniz altmış deyin.. On beş yaşımda sahneye atıldım. On senedir çalışıyorum.
-Evli misiniz?.
-Sanatimle…
-Niçin başka birini bulamadınız?
-Aramadım ki..
-Türkçe şarkı biliyor musunuz?.
-Radyoda sık sık dinlerim. Kuvvetli ses sanatkarlarınızla övünebilirsiniz. Ben daha ziayde hafif müzikle dalıyorum. Mesela, Ankara Radyosunda dinlediğim Cemile tangosu pek hoşuma gitmişti. Bakalım becerebilecek myim? Türkçe şarkı öğrenebilecek miyim? Her halde, Lübnana bir iki güzel şarkı, İstanbulun hatırası olarak götürmek isterim.
-Arapça şarkılar arasında en çok hangisini seversiniz?.
-Ya şerik izruh… Zannederim ki, Mısır Radyosunu takip eden İstanbullular arasında da bu şarkıyı sevenler çoktur.
-İlerisi için arzularınız nelerdir?.
-Bütün emelim, Lübnanda büyük bir film stüdyosu kurmaktır. Lübnana Mısır stüdyolarına bile her yerden fazla yıldız ve her çeşit sanatkâr verirken, yazık ki henüz kendi stüdyosunu kuramamıştır. Ben, işte bunu yapmak istiyorum.
Bu aralık, motörümüz Kız kulesini arkada bırakmış, Köprüye doğru akıyordu.
Zarif sanatkâr, Beşiktaş kıyılarına bakarak;
-Kuzum, Yıldız Sarayı hangisi? Diye sordu.
Görünmediğini söyledik. Meğer bir romanda ismini gördüğünü Yıldızı hatırlamış.
Galata Kulesini de görünce;
-İşte, dedi, İstanbul’a ait ilk bilgim.. Bu kulenin kart postalını on beş sene evvel görmüş ve İstanbulu o zaman bu resimle tanımıştım.
-Yolculuğunuz iyi geçti mi?
-Fevkalade rahat bir yolculuk yaptık. Yollarda trenin geçtiği sahalar, baştan başa yemyeşildi. Toros ormanları insanı ister istemez coşturuyordu kaç yerde, vağonun penceresine yaslanarak şarkılar söyledim durdum. Cennet gibi bir memleketiniz var… Bahtiyar insanlarsınız…
Galata rıhtımına çıktığımız zaman veda ederken sordum:
-Demindenberi dilimin ucunda, neden yüzünüzde bir katre boya yok?.
Lübnan dilberlerine has o kalender ve çapkın eda ile sağ kolunu şöyle bir kaldırıp (adam sende, aldırma) manasına:
-Maaleş!… Dedi.